Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #257
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




DERGÂH

Kapı, kapı yeri, eşik; büyük makamların kapısı tekke, hangâh Farsça'dan gelen bir kelime olup "hangâh" şeklinde de ifade edilmektedir Bu terim, bir yüceltme ve onurlandırma ifadesi olarak kullanılagelmiştir İlâhî kelimesi ile beraber kullanıldığında "Allah'ın katı" şeklinde bir mana kazanır Bu arada hükümdarlara ait yer ve makamları yüceltmek maksadı ile "Dergâh-ı Âlî" şeklinde de kullanılmıştır Burada ifade edilmek istenen şey, hükümdarın oturduğu "saray"dır
Tarikatların bulunduğu tekkelere de "dergâh" isminin verildiği görülmektedir Tekke ve zaviyeler, dergâh kelimesinin manası içerisinde yer alan müesseselerdir Her ne kadar geçmişte ve zamanımızda tarîkat yer veya merkezlerine dergâh deniyor ise de; gerçekte tarih boyunca görülen tekke ve zaviyeler, hatta hangâh'lar birer dergâh'tırlar Kullanım şekline göre büşşük dergâhlara âsıtâne, küçüklerine ise zaviye ismi verilmiştir
Tekkeler ve zaviyeler, bağlı oldukları hangâhlar vasıtasıyla maddî ve manevî ihtiyaçlarını temin ederlerdi Bu sebeple hangâh postunda oturan şeyh, tarîkatın en büyük uzvu sayılırdı Hangâhlarda tekke ve zaviyelerin kayıtları tutulurdu
Dergâhlar aynı zamanda eğitim yerleriydi Tekkeler, özellikle kuruluş yıllarında kendi seçtikleri yerlerde yapılmıştır Bunlar, müntesiplerinin ruh selâmetiyle beraber, etraflarındaki insanların da manevî ihtiyaçlarını temin ederek bölge insanlarına sahip çıkmış ve bunu önemli bir görev saymışlardır Kur'ân'ın belirlediği bir metod olan hikmet ve güzel sözlerle insanları İslâm'a çağırma işinde de -menfaata dayanmadığı için- büyük mesafeler katetmişlerdir (Mustafa Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1977, 121)
Dergâhlarda dini ilimlerin öğretiminin yanısıra, meslekî ve sanat çalışmaları da yürürlükteydi Bir tarîkat olan Ahîlik sistemi içerisinde tutunan sanayi kolları, başlarındaki şeyhler ya da kâhyalar aracılığı ile merkezi hükümete bağlı bulunuyorlardı Hükümetin üretim miktarını denetlemekten, narh koymaya kadar piyasa üzerinde geniş bir etkisi bulunmakta idi Dergaha bağlı çırağın, kalfanın ve ustanın yıkılmaz bir hiyerarşik ortamda, tam disiplinle birbirine bağlı olmasının ve rekabetçi bir gelişmeyi önleyecek olan güçlü bir otokontrol sisteminin Ahîlik aracılığı ile sanayiye uygulanmasının yanısıra; bu devlet denetimi, bağımsız rekabetçi bir sanayinin gelişmesini de engellemekteydi Yüzlerce çırak, usta ve kalfanın meslek ve çalışma hayatını her türlü stresten uzak, kendine has eğitim prensipleriyle idare ve kontrol eden fütüvvet teşkilatı, kanaatımızca her şeyi "alt ve üst yapı" larla açıklamaya çalışan düşünceleri yalanlamaktadır İslâm'ın ekonomik anlayışının doğurduğu kurum olarak görebileceğimiz bu müessese, içinde bulunduğumuz dönemde görülen iktisadî krizlerin meydana gelmesine engel olurken, günümüz için de büyük bir değer taşımaktadır Böylelikle dergâhların aynı zamanda birer sosyal yardım hizmeti gördüğü bilinmektedir
Her dergâh bulunduğu semt için bir sosyal yardım kurumu rolünü oynardı Herkes, bilhassa fakir ve muhtaç halk tabakaları, dergâhı kendisi için bir melce ve bir sığınma yeri bilirdi Tekkelerde her gün yemekler ve belirli zamanlarda lokmalar ve aşureler pişirilir, halka dağıtılırdı Zenginler ve hayırsever kimseler de tekkelerin bu hizmetini bildikleri ve gördükleri için vakit vakit oralara kurbanlar, yiyecekler gönderirler, bunların fakirlere yedirilmesini isterlerdi (Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul 1977, 234)
Dergâhlarda dini törenler yapılırdı Bu törenler çevre halkının katıldığı manevî yönden istifade edip, hoşnut olduğu eğlencelerdi Ayrıca çeşitli sohbetler düzenlenerek kitlelerin bilgi ve ahlâk seviyelerinin gelişmesine yardım edilmekteydi
Dergâh, edebiyatta, "sığınılacak yer" manasında kullanıldığı gibi, bir hizmet ve eğitim müessesesi olarak da işlenmiştir


DERVİŞ

Tarikat mensupları hakkında kullanılan bir tabir Farsça "kapı kapı dolaşan dilenci" anlamında "deryûş''tan gelmektedir Çoğulu "dervişan''dır Ayrıca, teseül (dilemek, istemek) anlamındaki derviz, dervij söylenişleri de bulunmaktadır Yaygın olarak bu lafız hicrî V yüzyıldan sonra tarîkat müridleri için kullanılır olmuştur Aynı manada kullanılan abdal, fakir, âşık, miskin, erenler, baba gibi kelimeler yanında; Anadolu'da XII-XIII yüzyıllarda cihadla meşgul olarak tekkeye kapanıp kalmayan Türk dervişleri için kullanılan "alp-erenler" tabiri de vardır Kelime, bazı yörelerde "ihvan" şeklinde kullanılmaktadır Derviş kelimesi ayrıca, sufilikte "kapı eşiği" anlamında geçmekte ve derviş olanın, kapı eşiği gibi ayaklar altında çiğnense bile, bütün sıkıntılara katlanması gereğini ifade etmektedir Kelime gibi kavram da İran'da ortaya çıkmış ve oradan diğer, ülkelere yayılmıştır Araplar lafzı aynen almışlar ve "deraviş" olarak çoğul şekliyle kullanmışlardır
İslâm'ın doğuşunda "derviş"liğin sistemleşmiş şekli bulunmamaktadır Hz Muhammed (sas)'in ashabı arasında gerçi sayıları dört yüze ulaşmış bir "Ashâb-ı Suffe"* denilen ilim topluluğu varolmuş ve bunlar çok fakir sahabelerden meydana gelmişse de, Hz Muhammed'den sonra ve V yüzyıldan itibaren görülen sistematik tasavvuf* hareketine has olan dervişlikle bu topluluk arasında herhangi bir benzerlik bulmak mümkün değildir Medine'deki ilk İslâm devletinden beş asır sonra İslam dünyası en şaşaalı ve aynı zamanda en karışık günlerindeyken, tasavvuf denilen yaşama biçimi organize bir bütünlüğe ulaşmış, buna paralel olarak çok çeşitli tarîkatlar ortaya çıkmıştır İslâm dünyasında kişiliği hakkında efsânevî bir özelliği olan Veysel Karânî'nin "sâde bir derviş" olarak Hz Peygamber (sas) i göremeden öldüğü anlatılır Tasavvuf hareketi, Hasan Basri (ö 110/728), Zünnûn Mısrî (ö 245/859), Bayezid Bestâmî (ö 245/859) gibi öncülerle sırf sünneti yaşamak ve takva niyetiyle başlamış, zamanla sistemleşerek, bir kurum karakteri kazanmasını Cüneyd-i Bağdâdî (ö 298/910) ve Muhyiddin Arabî (ö 638/1240) gibi mutasavvıflar sağlamıştır Bayezid Bestâmî, zühd* hareketini sistemleştirirken "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" diyerek, müridlerin bir şeyh'e bağlanması için halk üzerinde manevi bir baskı sağlamıştır
Derviş, tarikat* silsilesine bağlı olup, şeyhinin emrinden dışarı çıkmaz Bazı tarikatlarda "râbıta" denilen hal vardır ki, bu, dervişin devamlı şeyhini düşünerek dünyadan soyutlanmasını sağlamaktadır Şeyh, derviş için ana-babadan da ileridir Gerçekte İslâm toplumlarında tarikatların halkların müslümanlaşmasında önemli rolleri olmuştur Fakat bu kurumların da zamanla yozlaştıkları görülmüştür Ahmed Yesevî'ye bağlı dervişler, Türkler arasında İslâm'ın yayılmasında büyük gayret göstermişlerdir Dervişlerin yazdığı tasavvufi halk şiirleri, derviş menkıbeleri, İslâm velilerine ait eserler, katı medrese İslâm'ının karşısında, yüzyıllarca halkların İslâmlaşmasında önemli rol oynamıştır Anadolu'da cihada çıkan İslâm ordularının önünde, seyyidlerin, şeyhlerin, yalın ayak dervişlerin de bulunduğu; Osmanlı ordusunda derviş zümrelerinin askerî teşkilâtlarla bütünleştiği ve İshakiye, Mürşidiye gibi adlarla anılan mücahid dervişlerin de harplere katıldıkları tarihî kaynaklarda zikredilmektedir
İslâm dünyasında dervişlik, erkeklere mahsus olmamıştır Kadınların da derviş hareketine katılmaları, önemli bir olgudur Kadın müridler, şeyhler tarafından kabul edilirler; onlar, zikirlerini kendi aralarında yaparlardı Bu "zikir", dervişlerin temel haliydi Ancak, sofiyenin, İslâm'ın hayata geçirilmesinde aşırılıklara düştüğü ve "ittihad, hulûl" gibi gayr-i İslâmi tezleri öne sürdüğü sıralarda, tarikat ehline karşı çok sert eleştiriler de yapılmıştır Hatta İbn Teymiye, kelamcılarla sûfileri, tek bir yönle yetindikleri, yani sadece akıl veya ilhama bağlandıkları için tenkid ederken, onların çoğunun dalâlete, hevâlarına düştüklerinin basit bir cehalet ve bilgisizlikle küfür ve zulümden mürekkep birer kurum haline geldiklerini söylemiştir Onların, "ilm-i ledün" adı altında hristiyanlıktaki keşişliği ve ruhbaniyeti İslâm'a soktukları da belirtilmiştir Ulemadan bir kısmı, Kur'ân-ı Kerim'deki: " Onların (yeni bir âdet olmak üzere) ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince); onu üzerlerine biz farz etmedik Ancak (onlar bunu sırf) Allah'ın rızasını aramak için yaptılar Fakat buna hakkıyle riayet de etmediler Biz de içlerinden (gerçek) iman edenlere mükâfatlarını verdik Onlardan birçoğu ise (doğru yoldan) çıkanlardı" (el-Hadid, 57/27) şeklinde beyan buyurulan ve Hristiyanların ruhbanlığını, ibret olsun diye anlatan âyet-i kerimeyi delil göstererek, tasavvuf ehlini, İslâm'ın vasat yolunu bu yola soktukları için suçlamışlardır Bu ilim ehli, tasavvuf ehli ikilemi, İslâm âleminde tarih boyunca devam ederek gelmiş; bazı devirlerde uyumlu bir beraberlik, bir mutabakat görülmesine rağmen, yine bazı devirlerde birbirlerinin aleyhinde olmaları, iki taraftan da kayıplar verilmesine sebep olmuştur Huccetü'l-İslâm lâkabıyla İslâm tarihine geçen İmam el-Gazzâlî, bir bakıma, İslamî bilgi ve yaşama yollarının her çeşidine dalıp çıkarak, müslümanlar için orta yolda bir örnek oluşturmaktadır Gazzâlî önceleri İslâmî ilimleri öğrenmekle işe başlamış, fıkıh, tefsir, usûl, hadis gibi ilimleri öğrendikten sonra kelâma ve felsefeye dalmış, Bâtınî ve Zâhirîler'i incelemiş ve en sonunda bütün öğrendiklerini meczederek tasavvufa girmiştir Tasavvufun onun sayesinde yasallaştığını söylemek doğru olsa gerektir Gazzâlî, başından geçenleri "el-Munkızu mine'd-Dalâl"de özetledikten sonra şöyle der: "Kesin olarak şunu bildim: Allah yoluna koyulanlar yalnızca sufîlerdir Onların yaşayışları, en güzel yaşayıştır Yolları en doğru yoldur Ahlâkları en temiz ahlâktır" Zaten Gazâlî'nin belirttiği bu, "İslâm'ı en güzel biçimde yaşama şekli", halk arasında hızla yayılmış, yüzlerce tarikat kolu meydana gelmiştir Bunların fakir geniş halk kütleleri tarafından benimsenmesinin yanında yüksek tabaka mensuplarının, sultan ve vezirlerin bağlı olduğu tarikatlar da çıkmıştır Dervişler on iki ana tarikatta toplanmışlardır: Kadirî, Rıfaî, Bedevî, Desukî, Sa'dî, Şâzilî, Halvetî, Mevlevî, Bektaşî, Bayramî, Celvetî, Nakşî Bunlardan Kadirî, Rıfaî, Yesevî, Halvetî ve Nakşî isimli tarikatlara "esma yolu tarikatlar" denir Bu tarikat dervişleri halktan ayrı (tecerrüd) bir halde yaşarlar Melâmî, Kalenderî, Haydarî, Bektaşî, Mevlevî dervişlerin tarikatlarına da "müsemma yolu tarikatlar" denilir ki, bunlar, toplum içinde yaşarlar Bütün tarikatlarda ortak bazı özellikler vardır: Zikr esastır İslâm'ın evrenselliği bazı yönlerden içselleştirilmiş olup, bunlar, özel bir dile, törenlere ve terminolojiye sahiptirler Silsile örgütlülük çok önemlidir Sürüden ayrılmamak hususunda dervişler arasında bu örgütlülük önemli bir birlik ve beraberlik anlayışını geliştirmiştir Sistemde talib, mürid, salik, vâsıl diye aşamalar (mertebeler) vücuda getirilmiştir Tövbe, vera, zühd, fakr, sabr, tevekkül, rıza diye makamlar bulunur Murakabe, kurb, muhabbet, havf, recâ, şevk, üns, müşahede, yakîn, halvet, hulûl, fenâ, bekâ, ubudiyet denilen "haller" İslâm'ın ilk dönemlerinde görülmeyen ve kullanılmayan bu özel dilin anlatım yoludur Bu özellik zamanla avam/havass ikiliğine de yansımıştır Birtakım sapık dervişler, sahtekârlar da, işi büsbütün mukallidliğe dökmüşler, tarikat kisvesi altında halkı kandırmış, dilenmişler ve bazen sapık fikirlere kapılarak İslâm'ın dışına çıkmışlardır
Öte yandan, Anadolu'da, dünyadan vazgeçme anlayışına bağlı olanların yanısıra, ilâhiler, şiirler okuyarak Allah rızası için insanları hayra çağıran, insanlık sevgisi ile dolu dervişler de ortaya Gıkmış ve bunlar halk tarafından büyük bir rağbet görmüşlerdir Özellikle, hakkındaki bilgiler efsaneleşmiş, asırlardır ünü silinmemiş, saf, açık ve net bir dille yazdığı ümmiyane ve samimî şiirlerle, şefkat ve sevgi dolu, yapmacıksız dervişliğin sembolü olan Yunus Emre (ö ?707/1307-1308) her kesimden insanların takdirini kazanmıştır Belki onun kadar samimi, yüzyıllarca halkın sevgisini kazanmış, belâğatiyle halkı etkilemiş bir başka dervişin bulunmadığını söylemek doğru olsa gerektir Derviş Yunus, dervişliğin hırka ile mürid ile, tac ile, okumakla olmadığını Divan'ında vurgulamıştır Gerçek bir sûfî ve ehl-i İslâm olan Yunus Emre "Derviş bağrı baş olur, gözü dolu yaş olur/Koyundan yavaş olur, sen derviş olamazsın" diye bunu anlatırken, "Gönül Çalab'ın tahtı, Çalab gönüle baktı/İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise" diyerek derûnî, saf, samimî bir insanlık şefkatini ortaya koymuştur O, geniş hoşgörüsüyle, hak aşkını içten gelerek anlatmasıyla, sünnet ahlâkı ile dolu olup, insanları birleştirmesiyle (Bana namaz kılmaz diyen, ben kıluram namazımı/Kılur isem, kılmaz isem ol Hak bilir niyazımı); cahillerden yüz çevirmesiyle (Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil-Bilmez misin cahillerin nice geçer zamanesi); birlikçiliğiyle (Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan/Halka müderris olsa hakikatte âsidir); özeleştirisiyle (Yetmişiki millete suçum budur hak dedim/Kırkı hıyanet durur ya ben niçin kızaram; İlim okumak bilmektir hem kendüyü bilmektir/Çünkü kendin bilmezsin bir hayvandan betersin; Yiğirmisekiz hece okursun ucdan uca/Sen elif dersin hoca, manası ne demektir; Yunus bu sözleri çatar/Kendisi ne kadar dutar) sevilmiştir
Modern çağlarda da, İslâm dünyasında dervişlik, biraz yozlaşmış, biraz mukallidleşmiş, biraz modernleşmiş olarak, eski günlerdeki geleneğini canlı olmasa da sürdürmektedir İçlerinden temiz olanları yalnızca Allah'a ibadet ederler, onu birlerler, ondan başkasına ibadet etmezler; sapık olanlarının ise ibadetleri Kur'ânî yolun dışındadırlar Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ya da Muhammed (sas)'in Allah'ın elçisi olduğu konusundaki şahadetlerinde sapma içindedirler


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla