gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
EL-IYÂZU BİLLAH
Allah'a sığınmak, "Allah'a sığınırım", "Allah'a sığınırız" veya "Allah esirgesin" anlamında kullanılan bir terim
İnsan kızınca şeytan hemen onun nefsine hâkim olur Çünkü, kızgınlık anında insan heyecana kapılmış, nefsinin hâkimiyetini elinden kaçırmış, dizginlerini kaybetmiştir İşte bunun içindir ki yüce Rabbimiz kızgınlığın yatışması ve şeytanı kendi yoluna sürmek için Allah'a sığınmayı ve O'ndan yardım dilemeyi emrediyor
"Eğer şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah'a sığın (fe's-teîz billah); Allah her şeyi en iyi işiten ve en iyi bilendir" (el-A'râf, 7/200)
El-Iyâzu Billah'tan, Allah'ın fâili mutlak oluşunu şuhûd etmek ve bu şuhûd ile huzura ermek maksadını anlamak mümkündür
Allah'a sığınmaktan bir diğer maksat, izin istemek ve kapıyı çalmaktır Meliklerden birinin kapısına gelen bir kişi, ancak izin aldıktan sonra huzura erebilir Kur'an-ı Kerîm okumak isteyen bir kimse de Mevlâ'sına münâcâtla huzuruna girmek dilemektedir O halde, insanın türlü türlü kötülük ve fuzuli sözlerle kirlenen dilini temizlemesi gerekir ki, bu da ancak Allah'a sığınmakla mümkün olur
İrfan sahipleri, Allah'a sığınmanın mütekarribin'in (Allah'a yakınlık kazananların) yolu, Allah'tan korkanların dayanağı, günahkârların hoşnutluk umudu, helâka uğrayanların tevbesi ve sevgililerin sevinç kaynağı olduğunu söylerler
Peygamber efendimiz (s a s ), Cebrail tarafından ilk getirilen; "İstiâze" (Allah'a sığınma ifadesi olan Eûzü) ile "Besmele" ve "İkra" sûresidir İstiâzede bulunan kelimeler, fiiliyle, sıfatiyye ve zâtıyye olmak üzere üç tanedir Peygamber efendimizin buyurduğu "Allah'ım, senin gazâbından rızana, îkâbından (cezalandırmandan) affına ve senden sana sığınırım" hadisinde bunları görebiliriz (Müslim, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Tirmizî, Daavât, 112)
Ayrıca her türlü fitneden, küfürden, borçtan, kötü insanlardan, sihir ve sihirbazlardan, nefsin ve Deccal'ın şerrinden, Cehennem ateşinden, bunaklıktan, zulüm ve zâlimlerden, dünyevi afetlerden, fakirlikten, Allah'a sığınmak gerektiğini Hz Peygamber (s a s ) birçok hadis-i şeriflerinde bildirmiştir
EMÂN
Emin olmak, güvenmek, korkmamak, endişeden kurtulmak Emânet, emn ve emene de "emân"ın eşanlamlısı mastarlardır Zıddı korkmaktır Diğer yandan emânet, bir kimsenin güvenilir olması anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına da gelir Bir savaş hukuku terimi olarak emân; düşmana, emniyet altında olduğuna dâir verilen söz veya yapılan işaret demektir Bu, bir kimseye "sana emân verdim", "siz güvendesiniz", "size bir zarar yoktur" gibi açık ifadelerle olur Buna "emân-ı sarîh" denir Yetkili bir kimse tarafından düzenlenecek yazılı bir emânnâme ile verilen emân da "Emân bi'l-kitâbe" olur Emân belli bir süre ile sınırlan?bileceği yani "Emân-ı muvakkat" olabileceği gibi süresiz olarak da verilebilir Buna da "eman-ı mutlak" denir
Bir düşmana veya belli bir düşman grubuna verileceği gibi, bütün savaşçı düşmana genel olarak da verilebilir Günümüz devletler hukukunda sığınma veya iltica talebinde bulunma emân isteme niteliğindedir
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Eğer, müşriklerden birisi senden emân dilerse, ona emân ver Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur " (et- Tevbe, 9/6)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanları biri diğerine eşittir En aşağıları dahi devlet adına emân verebilir, onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el gibidirler" (Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbn Mâce'den naklen et-Tebrizî, Mişkatü'l-Mesâbıh, II, 264) Allah Resulunün Medine'de va'z ettiği ilk anayasada bu husus şöyle ifade edilmiştir: "  Müslümanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmla) teşkil ederler" (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1355, II, 147; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s 35; M Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s 22) Ancak, bir müslümanın İslâm toplumuna ümmet olarak intisâbı, siyâsi değil, içtimâı râbıta bakımındandır Müslümanların teşkilâtlanıp, devlet kurmaları halinde, devletle ve birbirleriyle olan bağları politik ve hukuki bir nitelik kazanır (Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu'z-Zimmiyyın ve'l-Müste'minın, Bağdad 1963, s 61) Kur'ân'da, ümmet bütünlüğü şöyle ifade edilir: "Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" (el-Enbiya, 21/92)
Emân olayı bazan kendiliğinden gerçekleşir Meselâ bir müslüman erkek, ülkesinde evlendiği hıristiyan veya yahudi hanımını İslâm ülkesine getirirse, eşi kendiliğinden emâna kavuşur Çünkü o, müslüman bir erkekle evlenmekle zımmî* olmayı kabul etmiş sayılır
Emân verecek kimsede şu şartların bulunması gerekir:
a) Müslüman olmak; Gayr-i müslimler, müslümanlar adına emân veremez Çünkü, onların iyi niyetle hareket edip, İslâm toplumunun yararını gözetmelerine güvenilemez Ancak kendilerine emân verme yetkisi verilmişse, bu durum müstesnâdır
b) Akıllı olmak; Akıl hastalarının veya şuuru yerinde olmayanların vereceği emân geçersizdir Çünkü emân işi, tehlikeli ve rizikolu bir konudur Kişinin, emânın sonuçlarını değerlendirebilmesi için tam temyiz gücüne sahip olması gerekir
c) Bülûğ çağına gelmiş bulunmak: Çocukların düşmana vereceği emân geçerli değildir Ancak savaşa katılma izni verilen küçükler bundan müstesnâdır
Savaşa katılma izni verilen müslüman köle de, düşmana emân verebilir İran'ın fethi sırasında, kuşatılan bir şehir halkının savaşa ilgisiz kaldığı ve kapılarını İslâm ordusuna açıverdiği görülür Olay incelendiğinde, önceden müslüman bir kölenin şehir halkına emân verdiği ortaya çıkar Müslüman komutan bu emânı tanımak istemeyince anlaşmazlık Hz Ömer'e götürülür Hz Ömer ise, "Müslüman köleler tarafından yapılan anlaşma, diğer hür müslümanlar tarafından yapılan anlaşma kadar geçerlidir" cevabını verir (Mevlânâ Şıblî, Süleyman en-Nedvî, İslâm Tarihi Terc Ömer Rıza VII, 192)
Müslüman kadın da emân verme yetkisine sahiptir Çünkü Hz Peygamber, kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l Âs İbnü'r-Rabî' için verdiği emânı kabul etmiştir (eş-Sevkâni, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28)
Düşman beldesinde bulunan müslüman bir tüccar veya esir yahut orada İslâm'ı kabul edip, yerleşmiş kimsenin müslümanlar adına emân vermesi geçerli değildir Çünkü bunlar düşman ülkesinde baskı altında sayılırlar Düşmanın menfaatine alet olmakla veya kendi kişisel yararlarını düşünerek hareket etmekle itham olunabilirler
Verilecek emânın bir hikmete ve toplum yararına dayanması gerekir Hanefi ve Malikiler bunu şart koşarlar Çünkü düşmanla harp hâli devamlılık arzeder Şâfiî ve Hanbeliler ise emânda zararın bulunmamasını yeterli görürler Ayrıca bir maslahat ve yararın bulunmasını şart koşmazlar Casus ve benzerleri için câiz olmaz (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, IV, 300, ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 435)
Emânı, İslâm devlet başkanı veya ordu komutanı verdiği zaman, emân verilen kimse, emânda belirli bir belde kaydı veya şer'î bir engel bulunmadıkça her İslâm beldesine gönderilebilir Ebû Hanife'ye (ö 150/767) göre, böyle emânlı münkir bir kimse daru'l-İslâm'da* herhangi bir yere girebilir Hatta üç gün süreyle, Mekke ve Mescid-i Nebevî haremine de girip kalabilir Hanefiler, gayr-i müslimlerin, bütün mescidlere, bu arada Mescid-i Haram'a izinsiz girebileceklerini söylerler Çünkü onlara göre; "Müşrikler, ancak necistirler, bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (et- Tevbe, 9/28) ayetinden maksat, onların Mescid-i Haram'a girmelerini yasaklamak değil, câhiliye devrindeki gibi hac ve umre yapmaya kalkışmalarını önlemektir Şâfiî ve Hanbeliler ise aynı ayete dayanarak gayr-i müslimlerin Mekke haremine, maslahata dayalı bile olsa, girmelerini câiz görmezler Hattâ, gayr-i müslimlerin, idarecilerin izni ve elçilik mektubu taşıma veya müslümanların ihtiyacı olan ticaret işi gibi bir maslahat dışında Hicaz'a girişlerini de kabul etmezler
İstisnaî giriş de üç gün süreyle olabilir Dayandıkları delil hadistir Hz Ömer, Allah Resulu'nün şöyle dediğini nakletmişti: "Gelecek yıla kadar yaşarsam yahudi ve hristiyanları muhakkak Arap yarımadasından çıkaracağım Orada müslümanlardan başka kimse bırakmayacağım" (Ahmed b Hanbel, I, 31) Burada Arap yarımadasından maksat özellikle Hicaz'dır Nitekim, hadiste "Yahudileri Hicaz'dan çıkarınız" ifadelerine de rastlanır (bkz Buhâri, Cizye, 6; Müslim, Vasiyye, 20; Dârimi, Siyer, 54) Hz Ömer, yahudi ve hristiyanları yalnız Hicaz'dan çıkarmakta yetinmiş, onların meselâ Arap yarımadasından sayılan Yemen'de oturmalarına müsaade etmiştir {ez-Zühayli, a g e , VI, 435-436)
Sürekli emânla İslâm Devletinin vatandaşlığına geçen Ehl-i kitap kimse zımmi sayılır ve zimmet haklarından yararlanır Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer zimmet akdini kabul ederlerse, onlara bildir ki, müslümanların lehine olan haklar, onların da lehine; müslümanların üzerine olan vecibeler, onların da üzerindedir" (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 280, VIII, 100; İbnü'l-Hümâm, a g e VI 248: İbn
Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, V, 81; Zeydân, a g e , s 70)
İslâm ülkesine ticaret, elçilik, eğitim, turizm vb amaçlarla pasaportla gelen yabancı gayr-i müslimler (müste'min) de, dâru'l-İslam'da ikamet ettikleri sürece birtakım mâlî haklardan, aile, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden yararlanırlar Prensip olarak, müste'minlerle zımmîlerin hak ve vecîbelerde eşit sayılması gerekirse de, sonuncular dâru'l-İslâm tebeası olmaları sebebiyle birtakım hak ve vecibelerde müste'minden ayrılırlar Bugün beşerî hukukta yabancıların hak ve görevleri devletler hukukuna dayanırken, dâru'l-İslâm'da bunların kaynağı İslâm devletinin iç hukuku, yani İslâm hukukudur (Zeydan, a g e , s 73, 627)
EMİN
Allah (c c )'ın bir ismi ve resullerin bir vasfını belirten Kur'an-ı bir terim
"el-Emin", "E-Mi-Ne" fiilinden ism-i fâildir "E-Mi-Ne"; korkusuz ve âsude olmak, "el-Emin" ise "koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır
"Emin, mümin ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "EMN", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmam bulunmak demektir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, 30)
"El-Emîn", sıka, güvenilir mutemed manasına geldiği gibi, bazan da emniyet içerisinde olan, emniyetli manalarına gelir
"Emîn" kelimesini açıklamak için önce aynı kökten gelen "emânet" kelimesini açıklamamız gerekir Çünkü "emin" aynı zamanda "emânete riâyet eden kimse" demektir
İlim ve özellikle iradeyle birlikte Allah'ın karşısında insana verilen "benlik-nefs-ene" göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir "emânet"tir Bu "emânet" öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve şeytanın süslediği yola dalmadan Allah'a kul olmayı, görmesini O'nun görmesi, eylemini O'nun eylemi, iradesini Onun iradesi hâline getirmeyi gerektirir İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir emâneti yüklenmekten kaçınmış, Allah'ın iradesine pasif bir teslimiyeti, irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir
"Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder " (en-Nisâ, 4/58)
Bu şekilde emâneti yerine getirene emin kişi denir Allah'ın risâleti en önemli bir emânettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdî edilir:
"Onu er-Ruh'ul-emin indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye" (eş-Suarâ, 26/193)
"Şüphe yok ki O (Kur'ân, Allah 'ın) çok şerefli bir elçisi'nin (yani Cebrâil'in getirdiği) sözüdür (Bu elçi) büyük bir güç sahibidir Arş'ın sahibi (Allah) indinde yüksek bir mevki sahibidir (Üstelik) orada (göklerde, melekler tarafından) kendisine itâat edilendir, (vahiyleri tebliğ için) oldukça 'emin" dir" (et-Tekvir, 81/19)
Bu ayetlerde vahyi indiren emîn elçi olarak Cebrâil (a s )'dan bahsedilirken, Kur'an-ı Kerîm'de daha çok emîn vasfı rasûller için geçmektedir
Kur'an-ı Kerim'de bize bildirilen ilk azgın putperest toplum olan ve âkıbeti tûfanda boğulmak olan Nuh kavmine, Nuh (a s )'ın tebliği yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Nuh kavmi de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Nuh onlara: "(Allah 'tan) ittikâ etmez misiniz? demişti: 'Ben size gönderilmiş emîn bir rasûlüm Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir" (eş-şuârâ, 26/105-109)
"Her yol üzerine bir işaret koyan" ve "ebedî yasayacaklarmış gibi köşkler inşa eden"Âd kavmiyle Hûd (a s ) arasındaki mücadele ayetlerde şöyle açıklanır:
"Âd (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Hûd onlara '(Allah'tan) ittika etmez misiniz? demişti Ben size gönderilmîş emîn bir resulüm Artık Allah 'tan korkun ve bana itâat edin Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum Benim ücretim âlemlerin Rabbına âittir" (eş-şuarâ, 26/123-127)
Dağlardan ustalıkla evler yontan, bahçelerde, çeşme baslarında emin (güvenli) bir durumda azgın hayat süren ve öyle bırakılacağını sanan Semud kavmine de Sâlih (a s ) aynı mesajla gönderiliyor:
"Semud (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Salih, onlara demişti ki: İttika etmez misiniz? Ben size gönderilmiş emîn bir Resulüm Allah'tan korkun ve bana itaat edin Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbına âittir" (es-Şuarâ, 26/141-145)
"Kadınları bırakıp, erkeklere giden" ve böylece Âd ve Semud gibi helâk edilen Lût Kavmi'ne de emîn bir elçi olan Lût (a s ) gönderilmişti (eş-Şuarâ, 26/160-162)
Yine Şuayb (a s ) da emîn bir elçi olarak, "yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, ölçü ve tartıda hilekârlık yapan" ve sonunda kendilerini "karanlık günün azâbı"nın yakaladığı Eyke ahâlisine aynı mesajla gönderilmişti Ve aynı mesajı: "Ben size gönderilen 'emin' bir resulüm?" (eş-Şuarâ, 26/178), sözleri eşliğinde kendi vasfını tanıtarak tebliğ etmişti
Yine Yûsuf (a s) bir dizi bâdireleri atlattıktan sonra ''Hükümdar, Onu (Yûsuf (a s )ı) bana getirin, onu kendime özel (bir dost) edineyim dedi Kendisiyle konuşunca da şöyle söyledi: "Sen, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, emîn (bir kimse)sin " (Yûsuf, 12/54) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu
Musa (a s ) da emin bir resul olarak Fir'avun'a ve ileri gelenlerine gönderilmiştir
"Andolsun ki onlardan evvel Biz Firavn'un kavmini de imtihan ettik Ve onlara kerîm bir Resulu gelmişti (Onlara demişti ki); ''Allah'ın kullarını bana teslim ediniz Şüphesiz ki ben sizin için (gönderilmiş) "emîn" bir Rasulüm " (ed-Duhan, 44/17-18) Son Nebî ve Rasûl olan Hz Muhammed (s a s ) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir Resul olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi
Kısacası "emîn" vasfı, tüm Resullerin ortak vasıflarından biridir Bu vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki insanlar kendilerine inansın
Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dava ile geldiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için bu özelliğe sahip olmalı ve peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar
Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin davasında samimi olduğunda güvenilir olması, davayı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" manasında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi
"(Süleyman (a s )) dedi ki: Ey ileri gelenler onlar (Belkıs ve kavmi) bana müslümanlar olarak gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getir(ebil)irsiniz?' Cinlerden bir ifrit, 'Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve elbette ben bunun için güçlü ve 'emîn'im' dedi (en-Neml, 21/38-39)
Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi manalarında kullanılmıyor Kur'an-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan kendi kendinden "emîn olma, gibi anlamları da vardır
"Allah (bu şirkiniz için) üzerimize bir delil ve burhan (bir kitap ve hüccet) indirmediği şeyi (putları) siz O'na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz (ilahlarınızdan) nasıl korkarım? şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin bakalım, bu muvahhid ve müşrik) iki kesimden hangisi (korkudan) emîn olmaya daha lâyıktır?" (el-En'âm, 6/81)
"Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara aittir Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır" (el-En'âm, 6/82)
"Emîn" ile aynı kökten olân "emîn" ve "emene", selâmet içinde bulunma, rahatlık içinde ve mutmain olma halleri hakkında kullanılıyor Bu durumlarda gerçekten "emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir Allah bunu vadediyor (en-Nur, 24/55, Enfal, 8/11)
"Emîn" vasfı insanlar, şahıslar ve canlılar için geçerli olduğu gibi aynı zamanda yer, mekân, makam, belde için de geçerlidir Allah'ın emîn kıldığı beldeler vardır Eğer bir şehrin halkı emân ise o şehir de emîndir Ama sürekli emîn olmayan mekânlar da vardır
"Hani biz O evi (Kâbe'yi) insanlar için sevab (kazanma) yeri ve "emîn " (bir mekân) kılmıştık Siz de İbrahim'in makamından bir namazgâh edinin İbrahim ve İsmâil'e de, 'evimi tavâf edenler îtikafa girenler (ibâdet için orada kalanlar) rükû' ve sücud edenler için titizlikle temizleyin' diye emir vermiştik" (el-Bakara, 2/125-126)
Ama ne yazık ki bugün müstekbirler, Allah'ın düşmanları, Allah'ın emîn kıldığı beldeleri emîn olmaktan çıkarmak istiyorlar Bu emîn beldeler üzerinde kanlı planlar hazırlıyorlar O beldelerin gerçek fonksiyonlarını kaldırmak istiyorlar Halbuki Allahu Teâlâ o beldeler üzerine yemin ediyor:
''Andolsun incire ve zeytine, (Kelimullah Hz Musa'nın müracaat yeri olan) Sina dağına ve (Hz Rasûl'ün doğum yeri olan) şu emîn (Mekke) şehr(in'e ki; şüphesiz biz, insanı ahsen-i takvim'de (en güzel biçimde) yarattık " (et- rn, 95/ 1-4)
Hiç kimsenin elinin uzanamayacağı, emniyetini bozamayacağı dâr'us-selâm ise Müttakîlere va'dediliyor Ancak orada emîn bir şekilde yaşarlar
"Müttakîler ise muhakkak ki, bir "emîn" makamdadırlar Cennetler de ve pınarlardadırlar Karşı karşıya oldukları halde atlastan, parlak ipekten (elbiseler giyineceklerdir İşte böyle, onları huruniyn (gözleri iri, rübaları tertemiz, beyaz tenli cennet kadınlar) ile eş yaptık Onlar orada "emîn " bir durumda her meyveden isterler" (ed-Duhân, 44/51-55)
EMİR
Belli bir topluluk üzerinde emrini yürüten kişi Devlet başkalığından başlayarak çeşitli kademelerdeki yöneticilere verilen ünvan Bu anlamıyla yerine göre İmam, Halife, Vali, Komutan vb kelimelerle aynı anlamı ifade eder Bununla birlikte özel bir görevi belirtmek üzere Emirü'l-Müminin İmam, Halife, Emirü'l-Ceyş (Komutan], Emirü'l-Hac [Hac Emiri] gibi terkib halinde kullanılır
İslâm hukukuna göre, hangi kademede olursa olsun, emir olabilmenin temel şartı müslüman olmaktır Fakat bu şart kendi başına yeterli değildir Emir seçilecek kişinin ehil, emin ve adil olması da zorunludur Basına getirileceği işin gerektirdiği bilgi ve beceriye, güvenilirliğe, beden ve ruh sağlığına sahip olmayanlar, hayatını İslam'ın öngördüğü ölçü ve kurallar Sinde sürdürmeyerek zulüm, fısk ve fücura sapanlar, hükmettiklerinde adalet ölçülerinin dışına sıkanlar emirlik ehliyetine sahip olamazlar Gerekli şartları taşımayan kişilerin emirliği, İslâm'ın ve İslâm toplumunun varlığına yönelik en büyük tehlike anlamına gelir Bu nedenle Hz Peygamber ehil olmayan kişinin emirliğe getirilmesini Allah'a, Rasûlüne ve müminlere hıyanet olarak nitelemiş (Hâkim'den Tefsirü'l-Kasımî, V, 1334), ehil olmayanların emir olmasını Kıyamet'in alametlerinden birisi olarak saymıştır (Buhâri, İlim, 2)
Kur'an, Allah'a ve Resulune itaatla birlikte emir sahiplerine (ulü'l-emr) itaatı da emreder (en-Nisa, 5/59) Bu nedenle emirlere itaat, müminler için farz olan bir görevdir Fakat bu itaat mutlak ve sınırsız değildir Emirlere itaat, yönetim, uygulama ve buyruklarının İslam'ın temel ilke ve kurallarına, İslâm hukukunun belirlediği ölçülere uygunluk şartına bağlıdır İslâm hukukunun belirlediği sınırların dışına çıkıldığı an emir yasallığını yitirir, kişilerin itaat yükümlülüğü düşer Seçildikten sonra ehliyetini yitiren emirler de görevlerini sürdüremezler Belli bir emirliği zorla ele geçiren kişinin emirliği de hukuki olmadığı için, bireyleri bağlayıcılık niteliği taşımaz
Hz Peygamber'den sonra İslâm devlet başkanlığına seçilen Hz Ebu Bekr'e Halife-i Resulullah ya da yalnızca Halife deniliyordu Hz Ömer'e ise bu ünvanların yanısıra Emirü'l-Müminin (Müminlerin Emiri) de denilmeye başlandı Bundan sonra Emirü'l-Mü'minin ünvânı Halife ünvanının eş anlamlısı olarak kullanıldı Emirü'l-Müminin ünvanı, daha sonra Emeviler, Abbasiler ve hilafetin Osmanlılara geçişinden itibaren Osmanlı sultanlarınca da kullanıldı
Tarih boyunca, merkezi yönetimlerden bağımsız bütün devletlerin yöneticileri de bu ünvanı kullanmayı sürdürdüler Merkezi yönetime bağlı olmakla birlikte muhtar bir yönetime sahip küçük devlet yöneticileri ise Emirü'l-Müminin ünvanı yerine Emirü'l-Müslimin (Müslümanların Emiri) ünvanını kullandılar
Emir ünvanı Hz Peygamber döneminden başlayarak askerî ve idarî alanlarda da kullanıldı Başlangıçta askerı birliklerin komutanlarına Emirü'l-Ceyş denildi Abbasîlerde Hicri dördüncü (M X) asrın ortalarından itibaren Halifeden sonraki yetkili kişiye, aynı zamanda ordu başkumandanına Emirü'l-Umera (Emirler Emiri) ünvanı verildi Donanma komutanlarına da Emirü'l-Mâ' (Su, Deniz Emiri) deniliyordu Eyâlet valilerine de Emir ünvanı verilirdi Osmanlıların ilk döneminde sultanlar bey ünvanını kullandıkları gibi Emir ünvanını da kullanıyorlardı Bir süre şehzadelere de emir denildi Sancak beylerine Emirü'l-Umera denilmesi de Osmanlılar döneminde gelenekleşti
Hac ibadetinin düzen içinde ve kurallarına uygun biçimde yerine getirilmesinden sorumlu kişilere de Emirü'l-Hac deniyordu İslâm'da Emirü'l-Hac atanan ilk kişi, Mekke'nin fethinden sonraki ilk haccı yöneten Hz Ebu Bekr (r a) oldu Sonraki dönemlerde hep halifelerce atanan Hac emirleri, Abbasîlerin siyâsi hâkimiyetlerini yitirmesinden hilâfetin Osmanlılara geçişine kadar süren dönemde Osmanlılar ve Mısır Memluklularınca ayrı ayrı atandı Hilafetin Osmanlılara geçişinden sonra Hac emirliği, Sürre Eminliği adıyla sürdürüldü
__________________
|