Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #218
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




ESÂTÎRU'L-EVVELİN

Öncekilerin Masalları "Esâtîr", "setara" kelimesinden türemiş çoğul bir kelime olup, tekili, "ustûr, ustûre veya estîr, estıra" dır Bâtıl olan, aslı olmayan uydurma hikâyeler ve "evvelîm" kelimesi ile birlikte, "İslâm öncesi milletlerin yazdıkları hikâyeler, masallar" manasına gelir
Bu terkib Kur'an-ı Kerîm de birkaç yerde geçmektedir (el-Enfâl, 8/3 1, en-Nahl, 16/24, el-Müminûn, 23/83) Bu âyetlerin hemen hemen hepsinde bu terkip Kur'an'ın ilâhı bir vahiy olmadığını iddiâ ederek, onun bir Allah kelâmı olduğuna inanmayan müşriklerin Hz Peygamber'e söyledikleri sözleri mâhivetinde nakledilmektedir Meselâ bunlardan bir ayet şöyledir: "İçlerinden kimileri de vardır ki, seni Kur'ân okurken dinler Fakat biz onların kalplerine onu zevkiyle anlamalarına engel (olmak için) kat kat örtü (kabuklar) gerdik; kulaklarına da bir ağırlık koyduk Artık onlar her belgeyi (mucizeyi) görseler de yine inanmazlar Hatta sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler ve kâfirler de, 'Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir' derler" (el-En'âm, 6/25) Böylece hakka boyun eğmeyen kâfirlerin, "sözlerin en doğrusu olan Allah kelâmını bir tür hurâfe yığını, yalanların en kötüsü olarak vasıflandırdıklarını" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (104), II 12) yüce Allah Kur'an'da bize anlatmakta ve onların bu davranışlarının sebebini açıklamaktadır
Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in ayetleri nâzil oldukça fesâhat ve belâgat ilimlerinde çok ileri gitmiş Araplar, Kur'ân'ın hârikulâdeliği, i'câzı ve üstün belâgatı karşısında şaşırmışlardır Ne yapacaklarını bilemeyerek, Hz Peygamber'i mecnun göstermeye çalışmışlar ve neticede Kur'ân'ı Kerîm'i bir nevi sihirbazların ipe sapa gelmez sözleri gibi göstermek istemişlerdir Hz Peygamber'e daha bunun gibi birçok çamurlar atarak, Kur'an'ı dinleyen herkesin onun etkisinde kaldığını gördüklerinde de âdeta çıldırmışlar ve Kur'an'ı dinletmemek için çeşitli çarelere başvurmuşlardır Kur'an'ın bir beşer sözü olduğunu iddia etmeye kalkışmışlar, fakat yüce Allah, onların bu iddiâlarına karşı meydan okuyarak, önce bütün insan ve cinler bir araya gelseler de, Kur'an'ın bir benzerini meydana getiremeyeceklerini beyan etmiş (el-İsrâ, 17/88), şayet davalarında samimi iseler, onun bir benzerini (et-Tûr, 34/52), hattâ on sûresinin benzerini (Hûd, 11/13) hattâ sadece bir suresinin benzerini (Yunus, 10/38) getirmelerini isteyerek, bu meydan okumayı, en son merhalesine vardırmıştır Sonunda da, "eğer kulumuz (Muhammed)'a indirdiğimiz Kur'an 'dan şüphe ediyorsanız ve doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka yardımcılarınızı da çağırın ve onun surelerine benzeyen bir sûre getirin Bunu yapamazsınız -ki asla yapamayacaksınız-; o halde kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakının'' (el-Bakara, 2/23-24) buyurmuştur
Kur'an'ın bütün uyarılarına, nasihat ve öğütlerine, hatta korkutmalarına rağmen ilâhı dine karşı mücâdelelerine devam eden kâfirler Kur'an'ın bir parçasının benzerini bile getirememişler, çeşitli yollardan ona saldırmaya devam etmişlerdir Kur'an'a ''esâtîru'l-evvelin" (öncekilerin masalları) demeye kalkışmışlar, "biz istesek bir benzerini getiririz (el-Enfâl, 8/31) demişlerdir Fakat onların şairleri, hatipleri bile bunu başaramamışlar; onlar da Kur'an'ın eşsiz uslûba ve hârikulâde bir beyana sahip olduğunu, ne o ana kadar duydukları bir şiire ne de bir efsuncu veya sihirbazın sözüne benzemediğini itiraf etmek zorunda kalmışlardır
Gerçi Kur'an-ı Kerîm'de, geçmiş peygamberlere ve milletlere dair bazı hikaye ve kıssalar mevcuttur Fakat bunlar ustûre, aslı olmayan yanlış ve batıl şeyler değil, hakikat olan yaşanmış veya gerçek hayattan alınmış ibret sahnelerinden ibarettir Bu tür ibret dolu hâdiselerin Kur'an'da yeralması, müslümanların o milletlerin başma gelenlerden ibret alıp tarihi bir daha tekerrür ettirmemeleri ve aynı hatalara düşmemek için üzerinde düşünmeleri içindir Zaten Kur'an ne kronolojik bir tarih kitabı, ne de mev'ıza kitabıdır Bundan dolayı "Kur'an'da yer alan kıssaların asıl gayesi ahlâkı ve terbiyevî olmasıdır Bunlar Kur'an'ın kendine has uslûbu ile anlatılmışlardır (İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara 1979, s172)
Esas itibarıyle "esâtîr"in, Yunanca, "isturya" kelimesiyle ilişkisi olduğu açıktır Avrupalılar da buna "histoir" demişlerdir Biz bugün bu kelimeye karşılık olarak 'tarih' sözcüğünü kullanmaktayız Bunun için, "esâtîr" kelimesi Arapça'dır, fakat "usture"nin Arapça olup olmadığı araştırma konusudur diyenler vardır Dolayısıyle bu dillerdeki sözkonusu kelimelerin, aynı değilse bile, ortak bir köke sahip oldukları söylenmiştir Araplarda esasen ''mestûrâtu'l evvelin" demek olan, "esâtıru'l evvelin", Türklerin "masal", Yunanlıların "misus", Avrupalıların "mit" dedikleri, eski kahramanlık hikâyeleri, tarih öncesi efsaneleri, destanları olarak mülâhaza edilmiş ve uydurma, hurâfeler manasında kullanılmıştır Bu yönüyle gerçek tarihden ayrılır Fakat tarih de belli bir zamana kadar mestûrâta dayanmak durumundadır Çünkü ilk tarihi bilgiler, önce dillerde dolaşan sözlü kaynaklara dayanılarak tesbit edilmeye çalışılmaktadır
Daha sonra bu bilgiler satırlara geçmeye başlamıştır
Bazı düşünürler bu durumu göz önüne alarak, birçok milletlerin ilk efsâne ve destanlarını; insanların düşünce tarzlarını, inançlarını anlamak için delil ve ilmin ilk çıkışı sayarak, tarih, felsefe ve dinlerin bunlardan çıkmış olduğunu kabul ederler Tarih felsefesinde, dinler tarihinde mitolojiye önemli bir esas nazarıyle bakarlar Bazıları da buradan hareketle bütün dinlere "esâtiru'l-evvelîn" veya hurâfat nazariyle bakarak, bu konuda mücâdele ederler Bu görüşleri de kalplerinin hurâfelerle dolu olmasından ve bu engeller içinde hakkı anlamak kabiliyetini yitirmiş bulunduklarından doğar İşte Kur'ân'ın haber verdiği ve Kur'ân'a "esâtîr" gözüyle bakan kâfirler de, bunlardan veya bunların pirlerindendir Onlar bunu söylemekle şunu kastetmiş oluyorlar: "Kur'an ilahı vahiy veya Allah kelâmı değildir; Muhammed bunu eski kitaplardan alıp alıp yazdırıyor Üstelik bunda hurafelerden başka hiçbir hakikat da yoktur" Bu görüşleri gösteriyor ki, Hak kelâm ile esâtîri birbirinden ayıramayacak kadar temyiz kabiliyetine sahip değillerdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1979, III 1904 1907, sadeleştirerek ve özetle) Fakat yüce Allah Kur'an'daki birçok aklı delillerle ve icazıyle bu tür görüşte olanları susturmuş ve Kur'an'ın gerçek, ilâhı kaynaklı olduğunu açıkça ispatlamıştır


ESBÂBU'N-NÜZÛL

Kur'an-ı Kerîm ayetlerinin iniş nedenleri
Bazı ayetler, Hz Peygamber (sas)'e yöneltilen bir soru yada vukûbulan belli bir olay üzerine inerdi Ayetlerin inişinde etken olan soru ya da olaya 'nüzûl sebebi' denir
Ayetlerin nüzûl sebepleri, ancak bu olaylara şahit olmuş kimselerden yani sahâbeden nakledilen sahih rivâyetlerle tesbit edilir İctihâd ile nüzûl sebebini tesbit etmek mümkün değildir Hadis kitaplarının tefsirle ilgili bâblarının büyük çoğunluğunda nüzûl sebepleri kaydedilmektedir
Nüzûl sebebini bilmenin tefsir ilminde büyük önemi vardır Nüzûl sebebini bilmek, ayeti doğru anlamayı kolaylaştırır (İbn Teymiyye, Mukaddime fi't-Tefsir,DImaşk 1936, s31) Âlimler, nüzûl sebepleriyle ilgili pekçok bağımsız eser meydana getirmişlerdir Bu konuda ilk müstakil eser veren kişi, Buhâri'nin hocası Ali b el-Medinî'dir Bu alanda en çok şöhret yapmış olan eser ise, Vâhidî'nin "Esbâbu'n-Nuzûl" isimli eseridir (Suyûtî, el-İtkân JF Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1978, 1, 380; Zerkeşi, el-Burhan fi ulûmi'l-Kur'ân, I, 22)
Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri, teşri edilen hükmün hikmetini bilmeye yardımcı olmasıdır Hiç şüphesiz Allah hiçbir şeyi boşuna emretmemiş ve yasaklamamıştır; her emir veya yasağının bir hikmeti vardır Biz bu hikmetleri bazen aklımızlâ idrâk ediyor ya da başka ilimler yardımıyla öğreniyoruz Bu konuda bize rehberlik eden ilimlerden biri de nüzûl sebebidir
Meselâ, Ashâbdan bize gelen bilgilerde anlatıldığına göre, "Ey inananlar, sarhoşken namaza yaklaşmayın ki ne dediğinizi bilesiniz" (en-Nisâ, 4/43) âyeti şu olay üzerine nazil olmuştur: Sahâbeden bir grup Abdurrahman b Avf'ın dâvetlisi olarak evinde toplanmışlardı Yemeklerini yeyip içkilerini içtikten sonra namaz vakti geldiğinde onlardan biri, sarhoş bir vaziyette onlara namaz kıldırmış; namazda Fatiha'dan sonra Kâfirûn suresini okumuş ve surenin lâfızlarını birbirine karıştırmıştır (Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, Mısır 1968, s87); "Ey kâfirler, sizin taptığınıza tapacak değilim" âyetini, "Ey kâfirler, taptığınıza taparım" şeklinde okumuştur
Bu olay üzerine yukarıda sözkonusu ettiğimiz ayet inip ayık olmadan namaza yaklaşılamayacağını bildirdi Bildiğimiz gibi içkinin yasaklanması tedrici bir sûrette olmuştur Bu ayet, yasaklamaya doğru ikinci aşamayı teşkil etmektedir
Nüzûl sebebini bilmenin yararlarından biri de, ayetin manasındaki kapalılığın giderilmesine yardımcı olmasıdır
Meselâ, "Doğu da, batı da Allah'ındır Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" (el-Bakara, 2/1 1 5) âyetinden hareketle namazlarda Kâbe'ye yönelmenin şart olmadığı kanaatına varmak mümkündür Ama nüzûl sebebini araştırdığımızda ayetin, yolculukta bir bineğe binmiş nâfile namaz kılan ya da kıblenin hangi tarafta olduğunu bilmeyip bir değerlendirme yaptıktan sonra bir tarafa yönelip namaz kılan, sonradan da yöneldiği tarafın kıble olmadığını gören kimse hakkında inmiş olduğunu öğrendiğimizde durum açığa kavuşmaktadır (Zerkanî, Menâhilu'l-İrfan fî Ulûmi'l kur'ân, Mısır (ty), I, 102-103)
Yine, "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur" (el-Mâide, 5/93) âyetine bakarak içkinin mübah olduğunu söyleyenlerin çıkması mümkündür Ama âyetin, içkinin yasaklanmasından önce içki içmiş ve ölmüş müslümanların durumlarının ne olacağına dâir tereddütleri yok etmek için indiğine nüzûl sebebiyle ilgili rivâyetlerden öğrendiğimizde; ayetin, sadece bu kimseler hakkında olduğuna hükmediyoruz (Zerkeşî, el-Burhan Fi Ulûmi'l-Kur'an, Kahire 1957, I, 28)
Bir ayetin belli bir olay ya da Peygamber (sas)'e yöneltilmiş bir soru üzerine inmiş olması, o ayeti o olay ya da soruya özgü kılmaz Ayet o olay hakkında geçerli olduğu gibi benzeri diğer olaylar için de geçerlidir Sebebin özel oluşuna değil ayet lâfızlarının kapsamına giren hususlara itibar edilir
Rivâyetlerde Nüzûl sebebini bildiren ifade kapıları
Eğer Râvî: "Bu ayetin nüzûl sebebi" şeklinde bir ifâde kullanıyorsa, bu, olayın nüzûl sesebi olduğunu ifade eden açık bir ifâdedir Yine olayı ya da soruyu zikrederek "Hz Peygamber (sas)'e şöyle soruldu da bu ayet nâzil oldu" Yahut "şöyle bir olay oldu da bu ayet nazil oldu" şeklinde bir ifade kullanıp" (nüzul) kelimesinin başına u harfini getirmişse, bu ifade kalıbı da nüzûl sebebi hakkında açık bir ifade kabul edilir
"Bu ayet şu hususta veya şu kimse hakkında nazil oldu" şeklinde bir ifade kullanıyorsa, bu ifade şekli kapalıdır Bununla nüzûl sebebini kastediyor da olabilir, zikrettiği hususun, âyetin hükmü kapsamına girdiğini kastediyor da olabilir
Bir ayetin nüzûl sebebiyle ilgili birden fazla rivâyetin bulunması durumuna gelince; önce rivâyetlerin rivâyet derecesine bakılır, sıhhat bakımından üstün olana itibar edilir
Rivâyetlerin hepsi sahih ise, ifade kalıplarından nüzûl sebebini sarîh olarak ifade eden tercih edilir
Rivâyetler her iki açıdan aynı seviyede ise, hepsinin rivayet sebebi olduklarına hükmedilir


ESER

İz, belirti, bir şeyden arta kalan, bakiyye Hz Peygamber'in mübarek emânetlerine de eser denilir Çoğulu âsâr'dır Hadis ve haberle eş mânâda kullanılan bu terim, ıstılahta Hz Peygamber, sahâbe ve tâbiûna âit söz, fiil ve takrirler demektir (Abdühayy el-Leknevî, Zaferü'l-Emânı, 4-5)
Nitekim Nevevî; 'haber ister merfû, ister mevkûf, ister maktû' olsun hadisçiler nazarında hepsi de eserdir' (T Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101) demek suretiyle mezkûr târifi benimser Yine bu anlayışa göre "hadisi rivâyet ettim" mânâsında "esertü'l-hadise" ifadesinin kullanıldığı ve hattâ esere nisbetle kendilerine "esefi" de denildiği kaynaklarda yer alır (Suyûtî, Tedrib, 4)
Ancak, İbn Hacer gibi bazı muhaddislerin, eser tabirinden hadisin mevkûf veya maktûunu kastetmeleri (T Koçyiğit, Hadis Istılahları, 101) Horasan fakihlerinin ise 'mevkûf'a eser, 'merfû'a haber demeleri, (Suyûtî, Tedrib, 4) eser teriminin değerlendirilmesinde bu tür özel mânâları da göz önünde bulundurma gereğini ortaya koymaktadır Son zamanlardaki ilmî yayınlarda eser, mevkûf ve maktu' haberler için özellikle kullanılmakta, merfu'ât da "hadis terimi ile değerlendirilmektedir (Ayrıca bk HADİS) Felsefede âsâr, 'müessir'den yani Allah'tan sudur eden tesirlere denilmektedir
Muhaddisler, merfû ve mevkûf hadislere eser adını verirler Hâfız Tahâvî'nin bu konu ile ilgili kitabının adı, ''Şerhu Meâni'l-Âsâri'l Muhtelifeti'l-Me'sûre" dir Taberî, ''Tehnibu'l-Asâr'' adıyla bir kitab yazmıştır Hz Peygamber'den gelen dualara da ''el-edviye-tü'l-me'sûre" denilmiştir
Horasanlı fukahâ ve muhaddisler ise, hadis kelimesini merfû olanlara isim; eser kelimesini de sahâbe ve tâbiîne isim yapmışlardır Bunlar mevkûf hadise eser demişlerdir
Muhaddis, esere nispetle "esefi" ismini alır, "Esertü'l-hadise" cümlesi, onu rivâyet ettim anlamındadır Tarihle meşgul olana "ahbafi" denilmiştir Ehl-i eser: Burada eser, hadis ve ashâb-tâbiûn fetvâları anlamındadır (Şahveliyyulah, Huccetullah, I, 12) Tarihte ehl-i re'y-ehl-i eser ihtilâfı tâbiûn zamanında ortaya çıkmıştır Ehli eser, re'y ve kıyası zayıf saymış, zorunlu kalmadıkça fetvâ vermemişlerdir Yine ehl-i eser, farazî olaylara farazî fetvâlar vermemişlerdir Onlar sadece hadis toplama ve yazma işine ağırlık vermişlerdir Zâhiriyye mezhebi aşırı eserci bir mezhep kabul edilir Çünkü kıyası, sahâbe ve tâbiûn fetvâlarını delil olarak kabul etmezler
"Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak" (er-Rûm, 30/50) ayetindeki gibi, yüce Allah'ın âlemdeki bütün eserlerine âsâr denilir


EŞHURU'L-HURUM

Haram aylar, hürmete lâyık aylar (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb) Bu aylarda savaş yapmak yasak olduğu için bu adı almıştır
Câhiliye devrinde Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı Yalnız haram aylarda savaş yapılmazdı Bu aylarda panayırlar kurulur, şiir yarışmaları yapılır; yahudiler, hristiyanlar ve puta tapıcılar dinlerini yayarlardı Eğer bu barış aylarında savaş olursa, yasak çiğnendiği için "Ficâr savaşı" denirdi Peygamberimiz (sas)'in yirmi yaşlarında iken, Kureyşlilerle Hevâzin kabilesi arasında yapılan Ficâr savaşlarına katıldığı rivâyet edilmektedir Peygamberimiz (sas) bu savaşta kimsenin kanını dökmemiş, yalnız atılan okları toplayıp amcalarına vermiştir
Haram aylar, Arapların Hz İbrahim'den beri kullandıkları, kameri aylardandır Yani ayın hareketine göre düzenlenen takvimin aylarındandır Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası olduğu için hicretin yapıldığı ay olan Muharrem ayı Hz Ömer zamanında takvim başlangıcı olarak kabul edilmiştir Böylece hicretin yapıldığı yıl birinci yıl olmak üzere hicri kameri yıl ortaya çıkmıştır Muharrem ile başlayıp Zilhicce ile sona eren hicrî-kamerî senenin ayları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîulâhir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şâban, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce
Kur'an'da haram aylardan Tevbe suresinde bahsedilir:
''Gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre Allah'ın katında ayların sayısı onikidir Bunlardan dördü haram (ay)lardır İşte doğru din budur O aylar içinde (konulmuş yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin ve Allah'a ortak koşanlar nasıl sizinle topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın ve bilin ki Allah (günahlardan) korunanla beraberdir Haram ayı içinde savaşmak yasaklanmıştı Bu ayda savaşmak için haram ayını başka bir aya ertelemek, küfürde daha ileri gitmektir İnkâr edenler onunla saptırılır O (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl haram sayarlar ki, Allah'ın haram kıldığının sayısını çiğneyip, Allah'ın haram kıldığını helâl yapsınlar Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine süslü gösterildi Allah kâfirler toplumuna yol göstermez '' (et- Tevbe, 9/36-37)
Bu ayette geçen "nesî" (geciktirme)'nin nasıl olduğuna ve Arapların bu sûretle haram ayı nasıl helâl saydıklarına gelince; Ay senesi (354 gün) ile güneş senesi (365 gün) arasında on bir günlük bir fark olduğu için kamerî aylar her sene on bir gün evvel geliyordu Buna göre Hac mevsimi bazan kış ortasına gelir, bazan yazın en sıcak zamanlarına rastlardı Bu durum müşriklerin hoşuna gitmiyordu Çünkü yazın sıcağında kışın soğuğunda bedevîler Kâbe ziyaretine gelemiyor, ticaret hayatı da aksıyordu Bundan dolayı her üç yılda bir defa bir meclis toplanır, o senenin aylarına bir ay eklenerek ay senesi on iki aydan on üç aya çıkarılırdı Hac mevsimi ise devamlı olarak, dört mevsimden işlerine gelen (mesela ürünlerin yetiştiği) mevsime bırakılırdı Bu suretle Hac mevsimi değişmiyor fakat aylar yer değiştirmiş oluyordu Muharrem ayı Saferden başlayarak sırasıyla onikinci ay olan Zilhicce'ye kadar bütün on bir ayın yerini alırdı Böylece haram aylar helâl ayların yerine geçmiş olurdu Hac ayı (Zilhicce) de, her sene on bir ay sonraya bırakıldığı (yani nesî' yapıldığı) için hakiki Hac ayı olan Zilhicce'nin dokuzuncu günü ancak otuz üç senede bir defa esas kendi yerini buluyordu Nitekim Hicretin onuncu yılı Zilhicce'si aslı yerine gelmişti
Peygamberimiz (sas) Veda Hutbesi'nde haram aylar konusunda şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar, harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki küfürde çok ileri gitmektir Bu, kafirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir Bir sene helâl olarak kabul ettikleri bir ayı öbür sene haram olarak için ederler Cenâb-ı Hakk'ın helâl ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yapıyorlar Onlar Allah'ın haram kıldığına helâl, helâl kıldığına da haram derler Hiç şüphe yok ki zaman, Allahu Teâlâ'nın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür Sene oniki aydır; dördü haram aylardır; üçü peşpeşe gelir: Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Şaban'la Cemâzilevvel arasındaki Mudar kabilesinin Receb'i (Mudar kabilesi Receb ayına çok hürmet ettikleri için böyle denilmiştir) (et-Tâc, II, 149)
Bu aylarda savaş yasağı neshedilmiş (kaldırılmış)tır "Nefislerinize zulmetmeyiniz'' ayetindeki "zulüm" günâh işlemek olarak tevil edilmiştir Dolayısıyla bu aylarda günâh işlemenin cezası diğer aylara göre daha çoktur


ESÎR, ESÂRET

Savaş sırasında ele geçirilen düşman askerleri Esir, erkek olabileceği gibi kadın da olabilir İslâm'da, müslüman savaşçının, harp öncesi, harp sırasında ve harp sonrası uyacağı kurallar belirlenmiştir Esâret hükümlerine, daha çok cihad sonrası ihtiyaç olur Cihad, kafirlerle veya âsilerle çarpışmak için olanca gücünü, kuvvetini sarfetmek demektir İbn Mes'ud Allah Resulu'ne hangi amelin daha faziletli olduğunu sormuş; "Vaktinde kılman namaz, sonra ana-babaya itaat, sonra da Allah yolunda cihad 'dır", cevabını almıştır Mekke devrinde henüz müslümanlar yeterli güce sahip olmadıkları için cihada izin verilmedi Resulullah'a ve sahâbeye sabır, va'z-ü nasihatla mücâdele emredildi Ayetlerde şöyle buyurulur:
"Şimdilik sen aldırış etme, onlara karşı güzel ve tatlı muâmelede bulun " (el-Hicr, 15/85)
"Müşriklere aldırış etme" (el-Hicr, 15/94)
"İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et Onlarla en güzel şekilde mücâdele et" (en-Nahl, 16/125) Bundan sonra cihada izin verildi
"O haram aylar çıktığı zaman, müşrikleri nerede bulursanız öldürün" (et-Tevbe, 9/5)
Daha sonra bütün zaman ve yerlerde savaş serbest bırakıldı:
"Fitneden eser kalmayınca, din de yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın" (el-Bakara, 2/193)
Allah Resulu, savaş sırasında İslâm komutanlarının uyacağı hükümleri belirlemiştir:
Süleyman b Bürde'nin babası şöyle demiştir: "Resulullah (sas) bir orduya veya müfrezeye kumandan tayin ettiği zaman ona yakınları hakkında Allah'tan korkmasını tavsiye eder: Yanında bulunan müslümanlara da hayrı tavsiyede bulunur; sonra şöyle tâlimat verirdi:
"Allah yolunda, Allah'ın adıyla savaşın Allah'ı inkâr edenlerle çarpışın Savasın, fakat ganimet hususunda hıyânette bulunmayın; hem zulmetmeyin, kimsenin bir uzvunu kesmeyin, hiçbir çocuğu öldürmeyin Ey komutan; düşmanla karşılaştığın zaman, onlan üç şeye davet et; bunlardan herhangi birini kabul ederlerse, onları serbest bırak I) Onları İslâm'a davet et; Sana olumlu cevap verirlerse, hemen kabul et 2) Sonra, onları göç etmeye çağır; eğer kabul etmezlerse, kendilerine haber ver ki, müslümanların yerlileri gibi olacaklar, kendilerine ganimet ve yağmadan bir şey verilmeyecektir Ancak, müslümanlarla birlikte mücâhede ederlerse, o başka 3) Eğer İslâmiyeti kabul etmezlerse, kendilerinden cizye (gayr-i müslimlerden alınan vergi) iste Olumlu cevap verirlerse, onlardan kabul et Bunu da kabul etmezlerse, artık Allah'tan yardım dileyerek, kendileriyle harp et" (el-Askalânî, Buluğu'l Meram, Çev: A Davudoğlu, IV, 100-101)
Bu duruma göre, düşman önce İslâm'a davet ediliyor Kabul ederse, savaşa son veriliyor Çünkü Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar insanlarla çarpışmaya emrolundum " (el-Askalânî, age, IV, 90)
Düşman, İslâm'a girmeyi kabul etmezse cizye ödemeye davet edilir Hanefilere göre cizye iki çeşittir I) İki tarafın anlasması ile konulur Nitekim Hz peygamber Necran hristiyanları ile yılda ikibin takım elbise (hûlle) vermeleri şartı ile anlaşmıştır 2) Malları düşmana bırakılarak, İslâm komutanınca re'sen cizye vergisi konulur Bunun miktarı zengin, fakir ve orta halli için ayrı ayrı yıllık belirlenir; aylık tahsil edilir
Düşman cizye teklifini de kabul etmezse savaş yapılır Savaşta kadınlar, küçük çocuklar, savaşa katılmayan din adamları, akıl hastası gibi yükümlü olmayanlar, yaşlı, kör, kötürüm, sağ eli kesilmiş olanlar öldürülmez Müslümanların yararına olursa, düşmanla barış anlaşması yapmak caizdir Cenâb-ı Hak buyurur: "Eğer (düşmanlar) barışa meyl ederlerse, sen de ona yanaş" (el-Enfâl, 8/61) Hz Peygamber Hudeybiye yılında Mekkelilerle, aralarında on yıl savaş olmamak üzere barış yapmıştır Savaş sonucunda müslümanlar galip gelmiş ve esir almışlarsa komutanın esirler için izleyeceği yol alternatiflidir:
1- Öldürme: Harp esirlerini öldürmenin caiz olduğu konusunda İslâm hukukçuları görüş birliği içindedir Çünkü Allah Resulu'nün bazı savaş esirlerinin öldürülmesini emrettiği tevâtür yoluyla sabittir Mekke'nin fethi günü Hilal b Hatel, Abdullah b, -Ebi's-Serh ve Mukays b Hubâbe hakkında Hz Peygamber; "Onları Kâ'be'nin perdelerine sarılmış olarak bulsanız bile öldürünüz" buyurmuştur (el-Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, III, 391)
Hasan el-Basri'ye göre esirler dâru'l-harpte düşmanın gözünü korkutmak için öldürülebilir Dâru'l-İslâm'da öldürülemez Bu mekruhtur Hammad b" Süleyman ise, savaştan sonra, artık dâru'l-harpte de olsa esirleri öldürmenin mekruh olduğunu söyler Çünkü, ayette, "Onlar sizinle savaşırlarsa, onları öldürünüz" buyurulur (el-Bakara, 2/191) Savaş bittiğine göre artık öldürmeye gerek kalmamıştır Esir olmazdan önce İslâm'ı kabul eden ne öldürülür ve ne de köle edinilir Esirken müslüman olan öldürülmez Çünkü artık, İslâm onların şerrinden emin olmuştur (İbn Hazm, el-Muhalla, (Nşr AMŞakir) VII, 309)
2- Köle edinme: Harp esirlerinin köle edinilmesi veya müslümanlarâ zımmî olarak bırakılması mümkündür Ebû Hanife ve İmam Mâlik'in görüşü budur Eskiden savaş esirleri işkencelerle öldürülür; bazı milletlerde de çok ağır işlerde kullanılır, bütün insanlık haklarını kaybederdi İslâmiyet esâret müessesesini bu şekilde buldu Esirlere işkenceyi yasâklâdı; onlara şefkat ve merhametle muamele yapılmasını emretti; bu arada esirlerden köle ve câriye edinilenlerin her fırsatta hürriyetlerine kavuşturulmasını büyük bir tâat saydı Bazı Hanefi hukuksularına göre esirleri köle olarak kullanma hükmü neshedilmiştir (Muhammed, 47/4; Enfal, 8/67; el-Cassas, age, V, 268-272)
3- Fidye ile salıverme: Ayette, ''Esirleri meccânen ya da bir fidye karşılığı salıverme vardır" (Muhammed, 47/4) buyurulur Fidâ; esirleri, alınan bir şey karşılığında serbest bırakmak anlamına gelir Bu bedel; mal, nakit para, harp malzemesi veya birtakım menfaatler olabilir Nitekim Bedir gazvesi esirleri fidye karşılığı serbest bırakılırken, bazıları para temin edemeyince, Resulullah (sas) müslümanların çocuklarından on tanesine okuma yazma öğretmelerini emretmiş ve onları bunun karşılığında salıvermiştir (Sâbûnî, Tefsıru Ayâti'l-Ahkâm, II, 451-452) Hanefîlere göre esirlerin mal karşılığı salıverilmesi prensibi neshedilmiştir Çünkü bu, düşmanın gücünün artmasına yol açar Fidye ayeti (Muhammed, 47/4)'nin hükmü, şu ayetlerle kaldırılmıştır: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 9/5) "Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen kimseleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/29)
Şâfiî, Mâliki ve Hanbeli mezheblerine göre, kurtuluş fidyesi ile salıverme caizdir Bedir esirleri hakkındaki uygulama delildir İmam Muhammed de, müslümanların mal ve paraya ihtiyacı varsa, fidye karşılığı salıvermeyi kabul eder
4- İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de dahil olduğu, İslam hukukçularının büyük çoğunluğu esir mübâdelesini caiz görür Yalnız Ebû Hanife aksi görüştedir Ancak ondan, mübâdeleyi caiz gördüğü görüşü de nakledilmiştir
mrân b Husayn'dan rivâyete göre, Allah Resulu müslümanlardan iki kişiye karşılık bir müşrik fidye vermiştir (Tirmizî, Müslim) Diğer yandan (Muhammed Sûresi, 47/4)'deki kurtuluş fidyesi (fidâ) mutlak olarak zikredilmiştir
5- Meccânen salıverme (menn): Esirlerin hiçbir şey alınmaksızın dâru'l-harbe salınmasına "menn" denir Ebû Hanife Mâlik ve Ahmed b Hanbel'e göre meccânen salıverme caiz değildir Çünkü bu, düşmanın gücünün artmasına sebep olur Ayrıca, mücâhidlerin hukukuna da bir çeşit tecâvüz sayılır İmam Şâfiî ise meccânen salıvermeyi caiz görür ve Resulullah'ın Yemame halkının büyüğü Sümâme b Üsâl'i meccânen salıvermesini delil getirir (Bilmen, Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamus, III, 402)
Harpte esir alınan kadınlarla, zerân denilen çocukları öldürmek ittifakla câiz görülmemiştir Bunlar hakkında diğer hükümler uygulanır Esir alınan karı-koca, birlikte İslâm ülkesine getirilmişlerse, nikâh bağı devam eder Yalnız kadın gelmişse bu bağ kalmaz (Bilmen, age, III, 402) İslâm'da esirlere işkence ve zulüm yapılmaz; güçlerinin üstünde iş yükletilmez Bir aile ferdine gösterilen ilgi, şefkat ve yardımın bunlara da gösterilmesi gerekir
Kafirlere esir düşen bir müslüman, onlara bir fidye ödemek üzere anlaşıp da esaretten kurtulur Daru'l-İslâm'a geri gelirse, kafirlere bir ödemede bulunması caiz değildir Ancak fidye ödemeden ellerinden kurtulması mümkün değilse o zaman fidye ile kurtulması câiz olur Müslüman bir erkek esir düşüp de ne zaman kurtulacağı bilinmiyorsa onun mirası, malı ve hanımının nikâhı hakkında devlet başkanı veya kadı (hâkim) gerekli hükmü verir Ayrıca müslüman esirleri kurtarmak için İslâm devletinin ve bütün müslümanların gerekli her çareye başvurmaları lâzımdır


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla