Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #216
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




EZELİ

Başlangıcı olmayan Ezeli ve ebedi olan yalnız Allah'tır
Allah'a iman, O'nun zâtına, kemal sıfatlarına inanmayı ve vasfedilmekten münezzeh bulunduğu noksan sıfatlarını icmâli ve tafsîli olarak bilmeyi gerektirir (İ Hakkı İzmirli, Yeni İlmi Kelâm, II, 87)
Allah'ın sıfatlan ezelidir, zatı ile kâimdir, ne ayrıdır ne gayrıdır O'nun ezeli sıfatları; ilim, kudret, hayat, kuvvet, semi, basar, irade ve maşiyet, fiil ve kelâmdır İslâm tarihinde özellikle kelâm sıfatı etrafında Hz Peygamber'den sonraki devrede yoğun münâkaşalar olmuştur Allah'ın ezeli sıfatlarını reddeden Cehm b Safvan (128/745)'ın ortaya çıkmasıyla, Ehl-i Sünnet de Allah'tan başka varlıkların ezeli olduğunun söylenmesini küfür olarak nitelemiştir (Teftazâni, Şerhu'l Mekâsid, II, 269) Sünnet ehlinin inancı tamamen Kur'an ve Sünnet'e dayanır Kelâm, Allah'ın ezeli sıfatıdır ve buna nazm denir Bu nazm, kelimelerden mürekkeb olan Kur'an'ın ismidir Kelâm, harf ve ses cinsinden değildir Allah kendisinin sıfatı olan bir kelâmla mütekellimdir; kelâm, zatı ile kâim sükût ve afete aykırı bir sıfattır ve Allah, kelâmıyla emredici, nehyedici ve haber vericidir Allah'ın kelâmı olan Kur'an-ı Kerîm, mahlûk değildir (Taftazanî, age, 167)
Allah'ın isimleri vardır Bunlar ister ismi fail olsun, ister sıfatı müşebbehe olsun, ister mastardan menkul surette olsun, hepsinde vasıf anlamı gözetildiğinden bunlara sıfat denilir (Metin Yurdagür, Allah'ın Sıfatları Esmaû'l-Hüsnâ, İstanbul 1984, 46) Allah'ın isimleri mahlûkatıyla kıyas edilemez, onun isimleri aynı zamanda sıfatlarıdır ve bunlar tetâbuk halindedirler Onun isimleri ezelîdir, hâdis (sonradan olma) değildir Allahu Teâla, vâcibü'l vücûddur Âlemin yaratıcısıdır, muhdis ve mucide ancak hâdis olanlar muhtaçtır; o hiçbir şeye benzemez; hiçbir şey O'nun ilminin, kudretinin dışında olamaz; O kadım, ezeli ve bakidir; O, başlangıçsız ve sonsuz kadım, ezelî ve ebedidir, hem evveldir, hem âhirdir (el-Hadıd, 57/3)
nsanlar Allah'ı ilmen ihâta edemezler (Tâhâ, 20/110) Ancak O'nun nimetlerini ve kudretinin eserlerini düşünmeye takâtleri yeter, O'nun zatının mahiyetini bilemezler (Cürcani, Şerhu'l-Mevakıf, II, 337 vd) Teklife muhatap olan insanlar O'nu isimleri, sıfatları ve eserleri yoluyla idrak ederler
Kelâm ilminde Allah'ın selbî sıfatlarından kıdem sıfatıyla muttasıf olarak O'nun ezeli, kadîm olduğu anlatılır Âlem, bütün parçalarıyla mahluk, hadis ve muhdestir Varlıklar ya a'yandır ya a'râzdır, ya kadîmdir ya muhdestir A'yân, bizâtihi ve kendi başına kâimdir Kendi kendine kâîm olan da ya mürekkebtir yahut cevherdir Allah'ın zatı ve sıfatları dışında bütün varlıklar muhdestir A'raz, bizâtihi ve kendi kendine kâîm olmayan şeydir Cisim ve cevherler hâdis olur; renkler, oluşumlar, tatlar, kokular böyledir Âlemin muhdisi, mûcidi, mübdii, muhterii, sânii, hâliki Allahu Teâlâ'dır (Taftazanî, Şerhu'l-Akâid, Haz Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, 123-124) Allah; a'raz, cisim,cevher, sûret, sonlu, çoklu, bölümlü, parçalı, mürekkeb, olmaktan münezzehtir O'na mâhiyet ve maîyet, keyfiyet ve kemîyet izâfe edilemez Mekân, yön, cihet, zamanlılık mahlûkâta mahsustur
Ehl-i Sünnet kelâmında Mâtûridîye ile Eş'ariye arasında fer'i meselelerde birtakım görüş ayrılıkları bulunmaktadır Ezelîlik ile ilgili olarak Mâtûridîye; ezelde yok olana ilâhı hitap taalluk etmez, Allah ezelde mütekellim değildir derken; Eş'ariye, ilâhi hitabın ezelde yok olana taalluk edeceğini, Allah'ın ezelde mütekellim olduğunu savunmuştur


FÂCİR

Azan, günâha dalan, yemin ve sözünde yalancı çıkan hakîkatten yan çizen kişi Allah'ın emrinden çıkan, günâhkâr, İslâm'ın emirlerini çiğneyen, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket eden kimse
Kur'an-ı Kerîm'de fâcir kelimesi bu ıstılâhı anlamda yedi yerde geçmektedir:
"Yoksa inanıp yararlı iş işleyenleri, yeryüzünde bozguncular gibi mi tutarız? Yoksa Allah'a karşı gelmekten sakınanları, yoldan çıkanlar gibi mi tutarız?" (Sâd, 28/28);
"Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler" (Nûh, 71/27);
"İşte bunlar inkârcı olanlar, Allah'ın buyruğundan çıkanlardır" (Abese, 80/42);
"Allah'ın buyruğundan çıkanlar cehennemdedirler" (İnfitâr, 82/14)
Bu son ayette geçen "fuccâr" kelimesi, "Rabbına karşı terbiyesizlik edip aşırı isyân ve muhâlefete sapanlar" anlamındadır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5642)
"Sakının; Allah'ın buyruğundan dışarı çıkanlar, muhakkak "siccîn" adlı defterde yazılıdır" (Mutaffifin, 83/7);
"Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki" (eş-Şems, 91/8)
Bu ayette takva ve fücûr kelimeleri yeralmaktadır Buradan hareketle fücûr, bir bakıma takvânın zıt anlamı olarak kabul edilebilir
"Ama, insanoğlu gelecekte de suç işlemek ister de, 'Kıyamet günü ne zamanmış' der" (el-Kıyâme, 75/5-6)
Yukârıdaki âyetlerde görüldüğü üzere "fâcir" kelimesi, yoldan çıkmak, ahlâksız, Allah'ın buyruğundan çıkmak, kötülük kabiliyeti ve suç işlemek anlamlarını taşımakta; çoğu yerde de "küfür" kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır
Yukarıda geçen Şems sûresi sekizinci âyetindeki "kötülük kabiliyeti" diye tercüme edilen "fücûr"; haktan sapmak, hak yolunu yarıp nizamından çıkmak, fısk ve isyâna düşmek, bilhassa zinâ etmek, yalan söylemek, daha açıkçası edepsizlik etmek olarak izâh edilip bu tür şer ve ma'siyet olan fiillere de denilebildiği ifade edilmektedir (Elmalılı Hamdi Yazır, age, VIII, 5857)
el-Kıyâme suresi beş ve altıncı ayetlerde ise fücûr; "suç işlemek" anlamında geçmektedir Yani, insan suç işlemek, zevk ve sefâda bulunmak için yaşamayı ister; şehvetlerinden, ma'siyetlerinden, lezzetlerinden ayrılmamasını, ilerde onlara devam etmesini ister ve hattâ ebediyyen fısk ve fücûr ile Rabbına karşı terbiyesizlik etmek ister; fücûr içinde bulunmayı, sâlih ve sâlim bir hayata tercih eder de istihzâ ederek, "kıyamet günü ne zamanmış" der Lâkin kıyamet başladı mı gözü açılır, dünyanın başına yıkılmakta olduğunu görür, dehşetler içinde kalır; fakat iş işten geçmiştir, son pişmanlık fayda vermez (Elmalılı Hamdi Yazır, age, VII, 5476-5477)
Bu ayette geçen fâcirin durumu bil başka şekilde de şöyle izâh edilir: O kişi önce günâhı işler, daha sonra da, "yarın tövbe edeceğim ve bir daha bu işi yapmayacağım" der Fakat, tevbeyi gerçekleştirmez ve o işi yapmaya devam eder; neticede bu böyle devam eder ve o kişi daima fısk ve fücûr içinde kalmış olur
Ayrıca, fücûr kelimesi, "yalan" anlamına da geldiğinden yalancıya da fâcir denir (Râgıb el-İsfahânı, el-Müfredât, İstanbul 1986, s562)
Verilen bu bilgilerin ışığında şöyle bir genellemeye gitmek mümkündür: Fâcir, kâfir anlamına gelmez; ancak küfre götüren ve küfre en yakın bir durum olarak kabul edilebilir Her kâfir fâcirdir ama her fâcir Allah'ın hükümlerini inkâr etmediği sürece kâfir değildir
Kısacası fâcir, İslâm dininin kabul etmediği, yasakladığı iş ve hareketleri yapan; aşırı isyâna dalan; özellikle büyük günahlardan olan zinâ etmek, yalan söylemek, adam öldürmek, içki içmek, hırsızlık yapmak gibi fiilleri işleyen, günâhta ısrar eden; başka öz bir ifadeyle, Allah'ın emir ve yasaklarını çiğneyen kimseye denir Eğer bunları yaparken bir inkâr sözkonusu ise o zaman kişi küfre girmiş olur
Fücûr bir bakıma fısk ile eşdeğer sayıldığı gibi bir başka açıdan da fısktan daha ileri bir noktada ele alınabilir


FAHŞÂ, FÂHİŞE

İslâm şerîatının yasakladığı çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış Fahşâ; "Dünyada had cezasını, ahirette ise azâbı gerektiren şeydir" (Cürcânı, et-Ta'rifât)
"Kötü ahlâklı; gerçekten cimri; sınırı aşan her şey; söz ve cevapta taşkınlık etme; çok çirkin olan zina olayı Allah'ın yasakladığı her şey, konuşurken ve cevap verirken haddi aşan erkek ve kadın ve alışılagelen ölçüyü aşan şey" (Şartûnî, Akrabu'l-Mevârid) Fahşâ, genellikle 'zina' anlamına gelmektedir Buna göre zinaya ve zina eden kadına fâhişe adı verilmektedir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, 111/415)
"Hakîkate ve normal ölçülere uymayan her işe fâhişe denilir İbnu'l Cinni'ye göre bu kelime, cehâletin bir çesidi olup, hilmin karşıtıdır" (İbn Manzur, Lisânu'l-Arab) Râgıb el-İsfahânî'ye göre, fuhş, fahşâ ve fâhişe kelimeleri son derece çirkin söz ve fiiller olarak tanımlanmıştır (el-Müfredât, Fahşa mad)
Fâhişe kelimesi, Kur'an-ı Kerîm'de onüç yerde geçmektedir Ayrıca dört yerde de çoğulu olan "fevâhiş" zikredilmektedir Âl-i İmrân suresi 135 ayette fena bir iş olarak nitelenmiştir ibn Abbâs'tan gelen bilgiye göre, hurma satan birine güzel bir kadın geldi Kadın, alışverişini yaptıktan sonra, adam onu kucaklayarak öptü Ancak hemen bu davranışına pişman oldu ve Hz Peygamber'e gelip durumu anlattı Bu olay üzerine sözkonusu ayet indi (Vahidi, Esbâbu'n-Nüzül, 105)
Fahşâ ve fâhişe kelimesi, zinadan kinaye olarak kullanılmıştır (en-Nisâ, 4/19) Ayrıca buradaki fahşâ sözcüğünün ''Kadının serkeşlik etmesi, kocasına asi olması ve geçimsizlik yapması" anlamlarına geldiği; buna göre kocanın onu isterse evinde tutacağı, isterse kendisinden boşanabileceği ve bunun helâl bir davranış olduğu; İbn Abbâs'ın rivâyetine göre de "buğz ve serkeşlik etme" anlamlarına geldiği açıklanmıştır Diğer bir rivâyete göre de, söz dinlememek ve bununla birlikte isyan etmek anlamındadır Bu isyânı kadın yapmış ise, Allah, kocasına ondan ayrı kalmasını ve onu hafifçe dövmesini; bundan sonrada kadın durumunu değiştirmezse, kocasının fidye isteyebileceği ifade edilmiştir (İbn Cerir et Taberî, el-Câmiu'l-usul, V/31S311)
İmam Fahrûddin er-Râzi'nin açıklamasına göre, sözkonusu ayette geçen fâhişe kelimesi, kadının kocasına ve onun yakınlarına eziyette bulunması anlamındadır (er-Râzı, Mefâtihu'l-Gayb, X/II)
Fahşâ ve f****şe kelimeleri, Kur'an-ı Kerîm'de birbirine yakın olmakla birlikte, değişik anlamlarda da kullanıldığı görülmektedir
Şeytanın emrettiği kötü davranış ve hayasızlık; "Babalarınızın nikâhladığı kadınlarla evlenmeyin; ancak (câhiliye devrinde) geçen geçmiştir Şüphesiz o bir hayasızlık (fâhişe)dir O ne kötü bir sözdü ve ne kötü bir yoldu" (en-Nisâ, 4/22) el-Bakara, 2/169 ayeti de aynı anlamdadır
Fahşâ, evlilikten sonra fuhuş yapma anlamında kullanılmıştır: "O halde fuhuşta bulunmayan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere yakınlarının izniyle nikâhlayın" (en-Nisâ, 4/25) Çıplak olarak Kâbe'yi tavâf etme ve şirk koşma anlamında: (el-A'râf, 7/8); Hz Lût Kavmi'nin yaptığı çirkin fiil (homoseksüellik) anlamında: "Sizden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Çünkü siz, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz"(el-A'râf, 7/80-81, ayrıca bk el-Ankebût 31/28) fahşâ, zinâ fiili olarak da kullanılmıştır: "Zinaya yaklaşmayın; çünkü o fahişedir ve ne kötü bir yoldur" (el-İsrâ, 17/32)
Bunlardan başka "insanlar arasında yayılan kötülük ve fuhşiyât" anlamında da kullanılmıştır: "Şüphesiz müminler arasında fuhşiyâtın yayılmasını sevenler için dünyada rezillik ve ahirette çok acıklı bir azâb vardır" (en-Nûr, 24/19)
Ayrıca f****şe kelimesinin çoğul sekli olan "fevâhis" ile had cezasını gerektiren şeylerin kasdedildiği rivâyet edilmiştir (el-En'âm, 6/151; el-A'raf, 7/33; eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32)
Gazalı ise fâhişe kelimesini çirkin söz anlamına almış ve onu dilin bir afeti olarak kabul edip, şöyle demiştir:
"Hz Peygamber, Bedir günü müslümanların müşrik ölüleri hakkında kötü sözler söylemesine müsaade etmemiş, böyle bir hareketin çirkin olduğunu anlatmıştır Bu hususta "müminin; kötüleyen, lânetleyen ve ağız bozan fâhiş veya fâhişe biri olamayacağını söylemiştir Bir hadislerinde de, ağız bozan-fâhiş söz söyleyen-kişiye cennetin haram olduğunu açıklamıştır
Bir sözün fâhiş olması veya fâhişe olarak nitelendirilmesi, o sözün çok açık kelimelerle çirkin bir şekilde dile getirilmesi ile göze çarpar Bu tür sözler, genellikle gıybet konusunda kullanılır Fesat çıkarmak isteyenlerin açık seçik kullandıkları çirkin sözler vardır Dürüst kimseler, bu çirkin fâhişe sözleri kullanmazlar, onları gizlerler; onların yerine mecazlı ve rumuzlu ifadeler kullanırlar İbn Abbâs (ra) şöyle demiştir: "Allah (cc) hayâ sahibidir, bağışlayandır ve sözlerinde kinâyeli davranır Meselâ "cimâ" konusunda lems (dokunma), duhûl (girme) ve muhabbet gibi fâhiş olmayan kinâyeli ibâreler kullanmıştır" (Gazâlî, el-İhyâ, III/152-153)
Bazı sözleri, delâlet ettikleri anlamlarının üzerine basarak ve bizzat isimleri ile aktarmak fâhiş harekette bulunmaktır Edebe uymayan sözler yerine mecaz ve kinâyeli sözler kullanmak İslâm ahlâkına daha uygundur
Ayrıca fâhişe kelimesinin namuslarını satan zâniye kadınlar hakkında da kullanıldığı bilinmektedir
İnsan, ahireti kazanma melekeleriyle donatılmış, ama bu kazanma başarısını dünya hayatında gösterecek, toprağa, yere bağlı bir yaratıktır O, dünya hayatını yasaması için kendisine verilen birtakım sevgi ve tutkuları ahiret yönünde kullanmak zorunda olduğu gibi, fıtratı ve aynı zamanda dünyevi saadeti de bunu gerektirmektedir Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle, ''Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı kuvvetli bir tutkunun kendisi için bezenip, süslediği insan " (Âlu İmrân, 3/14), bu tutkusunu dünya hayatını yegane amaç haline getirmeden ve başkalarının aleyhine ve zararına doyurmaya çalışmadan, Allah'ın çizdiği yoldan giderme çabasında olduğu sürece, hem madde-mana dengesini kendinde kurarak şahsiyetinin oluşmasını sağlayacak, hem ferdî, hem toplumsal hayatı, hem de yeryüzündeki genel insanı hayat ve insan-tabiat ilişkisi tam bir âhenk ve sulh içinde sürecektir Ne var ki, insanın ilim, madde ve mânâ açısından tekâmül edip, tüm yaratıkların üzerinde kendisine tanınan şerefli mevkiini alabilmesi için yaratılışına ekilen ve karşısına çıkarılan birtakım kötü güçler, onu sürekli biçimde tutkularının kölesi yapmaya ve onları doyurma yolunda sınır tanımadan kendisi, hemcinsleri ve tüm yeryüzü için hayatı çekilmez bir hâle getirmeye uğraşır Bunun sonucunda, insanın arzularını giderme uğraşında normal, insanı ve-fıtrî çizginin dışına taşıp, sapık yollarda tatmin araması; sözgelimi nikâhsızlık, zinâ ve benzeri ilişkilere girmek, bu tür ilişkileri normal ve hattâ özendirici hâle getirmek, kadınları birer basit tatmin aracı derecesine düşürmek, kısaca nikâh muâmelesi ve iffet duygusuyla fitrî ve vasat çizgide tutulması gereken şehvet güdüsünü her türlü ahlâksız ilişkiye vasıta kılmak, Kur'an'ın 'fahşâ' kelimesiyle niteleyip, şiddetle yasakladığı bir durumdur Şeytan, fahşâyı emrederken (el-Bakara, 2/169, 268), Allah, açığı ve gizlisiyle her türlü fahşâyı haram kılmıştır (el-A'râf, 7/33) ve namazın insanı fahşâdan uzaklaştırıcı bir amel olduğunu da vurgulamıştır 'Fahşâ', toplumları yıkıma götüren en feci faktörlerden birisi olagelmiştir


FAKÎH

Bir şey bilen, fıkıh ilmine sahip olan kimse, fıkıh âlimi, İslâm hukukçusu Çoğulu fukahâ'dır Bu kelime fıkıh usûlü ilminde müctehid* anlamına gelmektedir Müctehid, şer'î hükümleri delillerinden çıkarma yetkisi ve ilmine sahip olan kimsedir Müctehid olmayan bir fakîhe, diğer müctehidlerin söz ve fetvâlarını nakil ve hikâye etmesi sebebiyle mecâzen müftî, sorulan İslâmi bir meseleye fakîh bir kimsenin verdiği cevaba ise fetvâ denir Fetvâ, ictihada göre daha özel bir anlam taşır Çünkü ictihad; herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmaktır Gerçek fetvâ, ictihad şartları ile birlikte, diğer şartları da kendinde toplayan müctehid tarafından verilir
Kur'an ve sünnette açık seçik hükme bağlanan konularla, İslâm hukukçularının ittifâkı (icmâı) ile çözümlenen meselelerde ictihada ihtiyaç olmaz Bunun dışında kalan fer'î amel; problemler istihsan, maslahat, örf, âdet, zerâyi' * eski şerîatler gibi tâli delillere dayanılarak çözümlenir ki, iste ictihad ve fetva daha çok bu alanda cereyan eder İslâm hukukunda şûrâ heyetinin teşri' faaliyeti de bu fer'î meseleler üzerinde cereyan edebilir İnsanlar arasındaki anlaşmazlıkları Kur'an ve sünnetten alınan şer'î hükümlere göre çözümleme faaliyetine ise "kaza" denir Kaza işini yürütene kâdı (hâkim) adı verilir
İslâm'da teşrîin kaynağı Allah ve Resuludür Hz Muhammed, icrâ ve kaza (yargı) işini de bizzat yürütüyordu Ancak İslâm Devleti'nin sınırları genişleyince çevreye gönderilen valiler (emirler), o beldede icrâ ve yargı yetkisine, hatta kitap ve sünnette çözümü bulunmayan meselelerde ictihad yetkisine sahip kılınmışlardı Hz Muhammed tarafından Muâz b Cebel'in Yemen'e hem vali, hem hâkim ve hem de ictihadla yetkili olarak gönderilmesi buna örnek gösterilebilir (bkz en-Nisâ, 4/65; Ahmed b Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, III, 616; İmam s-Sâfı, el-Ümm, VII, 273)
Arapça'yı iyi bilmeleri Hz Peygamber'le beraberlikleri sayesinde Allah ve Resulu'nün maksadını çok iyi anlamaları sebebiyle sahâbe neslinden müctehid fakîhlerin sayısı bir hayli çoktur Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen müctehid sahâbe sayısı yüz otuz kadardır Bunlardan yedi tanesinin fetvâları birer kitap olacak kadar çoktur Bunlara el-Fukahâu's-Seb'a* denir ki bu yedi fakih şunlardır: Ömer b el Hattâb (ö44/664), Ali b Ebı Tâlib (ö60/680), Hz Âişe, Zeyd b Sâbit (ö45/665), Abdullah b Mes'ûd (ö32/652), Abdullah b Abbâs (ö68/687) ve Abdullah b Ömer (ö73/692)
Medine'de sahâbenin elinde yetişen yedi meşhur, tâbiin devri fakihleri de şunlardır: Saîd b el-Müseyyeb (ö94/713), Urve b ez-Zübeyr (ö94/713), el-Kasım b Muhammed (ö106/724), Ebû Bekir b Abdirrahmân (ö94/713), Ubeydullah b Abdillah (ö98/716), Süleymân b Yesâr (ö107/725), Hârice b Zeyd b Sâbit (ö99/717)
Gerek sahâbe ve gerekse tâbiîler devrinde yetişen bazı fakihler çeşitli konulardaki fetva ve ictihadlarıyla birer fıkıh ekolü (mezhep) çığırı açacak güçte idiler Hz Âişe, Abdullah b Ömer, Abdullah b Mes'ud ve benzerleri böyleydi Tâbiılerden Medineli yedi fakih ve Nâfi' (ö117/735) Kûfe'den Alkame b Kays (ö62/682), İbrahim en-Nehaî (ö96/714) Hammad b Ebı Süleyman (ö120/738) Basra'dan, el-Hasanü'l-Basri (öI 10/728) bunlar arasında sayılabilir
Abbâsilerin (750-1258 M), ilk 200 yıllık devresi, fıkhın tedvin edildiği, geliştiği ve büyük İmam ve müctehidlerin yetiştiği devredir Bu dönemde bazı fakihler görüşlerini tedvin etmiş ve onların görüş ve ictihadları başkalarınca taklid edilmeye başlanmıştır Bunlar şu fakihlerdir: Mekke'de, Süfyân b Uyeyne (ö198/813); Medine'de, Mâlik b Enes (ö179/795); Basra'da, el-Hasenü'l-Basri (ö110/728); Kûfe'de, Ebû Hanife (ö150/767) ve Süfyan es-Sevri (ö161/778); Şam'da, el-Evzâi (ö176/792); Mısır'da, es-Şafii (ö204/819) ve el-Leys b Sa'd (ö175/791); Nişabur'da, İshâk b Râhûye (ö238/852); Bağdat'ta, Ahmed b Hanbel (ö241/855), Dâvud ez-Zahiri (ö270/883) ve ibn Cefir et Taberî (ö 3 10/922) Bunların herbirinin farklı ictihad sistem ve metodları ve bunlarla varılmış reyleri vardır Bunların çoğu tabileri kalmadığı, İslâm hukukunu bir bütünlük içinde, bir hukuk sistemi olarak ortaya koyamadıkları veya Zâhirilerde olduğu gibi kıyası redd ettikleri ve diğer mezheplere karşı şiddetli davrandıkları için tarihe karıştılar
Ancak İmam Ebû Hanife, İmam Şâfîi, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b Hanbel'e nisbet edilen mezhepler varlığını sürdürdü ve büyük halk kitlelerinin kabulüne mazhar oldu Diğer yandan bazı Şia kollarıyla, mutedil Hâriâ mezhepleri de varlığını sürdürdüler Bahsi geçen bu mezheplerin büyük fakihlerinden bazıları şunlardır:
a) Ebû Hanife Numân b Sâbit* H 80 yılında Kûfe'de doğdu Hanefi mezhebinin kurucusudur H 150'de Bağdat'ta vefat etti Seçkin âlimlerin çoğundan hadis ve fıkıh ilmini aldı Hocası Hammâd Ebi Süleyman'dan on sekiz yıl süreyle özel anlamda ders okuyarak fıkıh ilminde uzmanlaştı Onun ilmi, hocası Hammâd vasıtasıyla İbrahim en-Nehâi (ö95/714), Alkâme (ö62/681) ve Esved (ö95/714) yoluyla, Abdullah b Mes'ud (ö32/652), Hz Ali (ö40/660) ve Hz Ömer (ö23/643) gibi sahâbe müctehidlerine dayanır Birçok öğrenci yetiştirmiştir İçlerinde ictihad yapacak güçte olanlar vardır Dört tanesi meşhurdur Ebû Yûsuf Ya'kub b İbrahim el-Kûfi (ö182/798), Hârun er-Reşîd devrinde baş kadı olmuştur Hanefi mezhebi esaslarının tedvininde ve dünyaya yayılmasında onun payı büyüktür Muhammed b él-Hasen es-Seybânî (ö189/805) ilk ilmini Ebû Hanife'den aldı; Ebû Yûsuf'tan eksiklerini tamamladı; Hanifi'lerin en güvenilir ilk kaynak eserleri olan Zahiru'r-Rivâye kitaplarını kaleme aldı Ebu'l-Huzeyl Züfer b el-Huzeyl b Kays (ö158/775) İsfahan'da doğdu Basra'da vefat etti Aynı zamanda hadis bilginiydi Sonra re'y ictihadında üstün oldu Kıyası başarıyla uygulardı Mutlak müctehittir el-Hasen b Ziyad el-Lü'lüî (ö184/800) önce Ebû Hanife'nin, daha sonra Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'in öğrencisi oldu Hadis ve Ebû Hanife'nin görüşlerini rivâyetle tanırdı Ancak onun rivâyeti İmam Muhammed'e ait olan Zahiru'r-Rivaye kitaplarının dışında kalır
b) Mâlik b Enes*, H 93'te Medine'de doğdu ve 179'da orada vefat etti Mâliki mezhebinin kurucusudur Hadis ve fıkıhta önder idi el-Muvatta' isimli kitabı hem hadis hem de fıkıh eseridir İctihad metodunda; sünneti, Medinelilerin uygulamasını, mesâlih-i mürsele*yi, senedi sağlam olduğu takdirde sahâbeye ait sözleri ve istihsanı delil olarak kullanması en dikkati çeken özelliklerdir Meşhur öğrencileri şunlardır: Abdurrahmân b el-Kasım (ö132/749), Mâlik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh okudu; el-Leys b Sa'd dan (ö175/791) ilim aldı, Mâliki mezhebinin meşhur el-Müdevvene isimli eserini nakletti Bu eseri Sahnûn (ö240 H) O'ndan alarak, fıkıh tertibi üzere düzenledi Yahyâ b Yahyâ el-Leysî (ö234/849), Mâliki mezhebini Endülüs'te yayan bir hukukçudur Eşheb b Abdülaziz (ö204/819), Mâlik ve el-Leys'in yanında fıkıh ilminde uzmanlaştı İbnü'l-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkhın önderi oldu İçinde İmam Mâlik'in fıkhının nakledildiği yine el-Müdevvene adlı bir eser yazdı Buna Müdevvenhetü Eşheb denir Ali b Ziyâd (ö184/800), Afrika'nın fakîhi idi Abdülmelik b el-Mâcişûn (ö213/828), kendi devrinde Medine'nin müftisi sayılıyordu Hatta el-Muvatta'ı İmam Mâlik'ten önce onun yazdığı nakledilir
c) İmam Şâfii* (ö204/819) Ebû Abdillah Muhammed b İdrîs el-Keruşî el-Hâşimî Hz Peygamber'in dördüncü dedesi Abdi Menâf'ın dokuzuncu göbekten torunudur Filistin'deki Gazze'de H 150 tarihinde doğdu, 204'de Mısır'da vefat etti ve oraya defnedildi Küçük yaşta Kur'an'ı hıfzetti Mekke'de bâdiyede oturan ve çok fasih arapça konuşan Huzeyl kabilesi içinde şiir ve edebiyat sanatlarını öğrendi Mekke, Medine ve Irak'ın önde gelen bilginlerinden ilim aldı İmam Mâlik'ten Muvatta'ı dinledi ve dokuz gecede onu ezberledi Süfyân b Uyeyne'den (ö198/813) hadis rivâyet etti Şâfîi mezhebinin kurucusudur er-Rısâle, el-Hucce ve el-Ümm adlı eserleri vardır Onun öğrencisi ve müntesibi olan âlimlerden bazıları şunlardır: Yûsuf b Yahyâ el-Buveyti (ö231/845), el-Hasen b Muhammed ez-Za'ferâni (ö260/874), İbrâhim b Yahyâ el-Müzenî (ö264/877), er-Rabi' b Süleymân (ö270/883), Yûnus b Abdi'l-A'lâ (ö264/877)
d) Ahmed b Hanbel * eş-Şeybân; Hanbel; mezhebinin kurucusudur H 164 yılında Bağdat'ta doğdu, orada yetişti ve 241/855'te vefât etti Özellikle hadis ilmi için Kûfe, Basra, Mekke, Medine, Şam, Yemen ve el-Cezire'yi dolaşmış, uzun süre İmam Şâfîi'nin öğrencisi olmuştur Buhârî, Müslim ve hadiste onların tabakasında bulunan kimseler ondan hadis rivâyet ettiler O, fıkıh konusunda herhangi bir kitap telif etmedi Öğrenci ve arkadaşları onun mezhebini, söz, fiil ve sorulara verdiği cevaplardan aldılar el-Müsned adlı bir eseri vardır ki, kırk bin hadis ihtiva eder Ahmed b Hanbel'e talebelik yapan ve onun ilmini yayan alimlerden bazıları şunlardır: Salih b Ahmed b Hanbel (ö266 H), İbn Hanbel'in en büyük oğludur Fıkıh ve hadis ilmini babasından ve zamanının diğer bilginlerinden aldı Babasının fıkıhla ilgili görüşlerini nakletmiştir Abdullah b Ahmed b Hanbel (ö290 H) İbn Hanbel'in diğer oğludur Daha çok hadis rivayetiyle meşgul olmuştur Ebû Bekir el-Ersem (ö273 H), Ahmed b Muhammed b el-Haccâc (ö274 H) ile İbrahim b İshak el-Harb; (ö285 H) diğer öğrencileridir (bkz el-Mekkî, Menâkıbu'l-İmam Ebı Hanife, Haydarâbâd 1903, I, 74-78; Zehebî, Menâkıb, nşr el-Kevserî, Daru'l-Kitâbi'l Arabî (ty), s20-21; İbnü'l-Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, nşr MM Abdülhamid, Mısır 1955, I, 25, 77, 227 İbn Hazm, el-ahkâm, nşr A M Şâkir, Mısır (ty), 929; Kâtip Çelebi, Keşfüz-zünûn, s1515, 1619; el-Hudârî, Tarihu't-Teşriî'l-İslâmî H Hatiboğlu s244 vd; ez-Zuhaylî el-Fıkhü'l-İslâmi ve Edilletüh, Dimaşk 1985, 1, 27 vd; Hamdi Döndüren Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s70 vd)
e) Dâvûd b Alî ez-Zâhirî (ö270/883)H 202'de Kûfe'de doğdu ve Bağdat'ta vefat etti Zâhir; mezhebinin kurucusudur İbn Hazm el-Endülasi (ö456/1063) daha sonra bu mezhebi devam ettirdi İbn Hazm'ın en önemli eserleri fıkıhta el-Muhallâ ile fıkıh usûlü sahasındaki el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm'dır Zâhiriye mezhebinin esası; kitap ve sünnetin açık anlamı ile amel etmek, ayet, hadis olmayan konuda yalnız sahâbenin icmâmı almak, nass ve icmâ bulunmayınca da istishâb deliliyle amel etmektir İstishâb; her şeyin aslının mübah oluşu demektir
f) Zeyd b Al; Zeyne'l-Âbidîn (ö122/740), Zeydiye mezhebinin kurucusudur Kur'an ilimleri, kırâat ve fıkıh konularında derinleşti Fıkıhta el-Mecmû adlı eseri en eski müdevven eserdir İtalya'da basılmış, Şerefuddin el-Hüseyn b el-Haymî (ö1221 H) tarafından dört cilt hâlinde şerh edilmiştir Şerhin adı; er-Ravdu'n-Nadır Şerhu Mecmûl'i-Fıkhı'l-Kebir'dir İmam Zeyd'in 15 kadar eseri vardır Hadiste, el-Mecmu' bunlardandır Zeyd, Hz Ali'yi diğer sahâbelerden üstün sayıyordu Hz Ebû Bekir ve Ömer'in hilâfetini kabul etmişti Zâlim idarecilere başkaldırmayı gerekli görür, Hz Ebû Bekir ve Ömer'i hilâfetlerinden ötürü suçlayanlara karşı çıkardı
Muhammed b el- Hasen b Ferrûh el-Kummî (ö290/903), fıkıhta İmâmiye mezhebinin kurucusudur İmâmiye, oniki masum imamın imâmetine inanır Bunların ilki Ebu'l-Hasen Alı el-Murtezâ, sonuncuları ise Muhammed el-Mehdi'dir el-Mehdi'nin gizlendiğine ve mevcut İmam olduğuna inanılır İbn Ferrûh İran'da İmâmiyye Şiasını "Beşâiru'd-Derecât fi Ulûmi Âli Muhammed ve Mâ hassahümüllâh bihi" adlı eseriyle kurdu Musâ Kâzım'ın (ö183/799), ''el-Helâl ve'l-Haram" adlı eseri daha önce yazılmıştı Alı Rızâ'nın "Fıkhu'r-Rızâ"sı, el-Küleynî'nin (ö328/940) "el-Kâf fî İlmi'd-Dın" eseri İmâmiyye'nin önemli kaynaklarındandır Bu sonuncu eserde ehl-i beyt vasıtasıyla rivâyet edilen 16099 hadis bulunur (ez-Zühaylî, age, I, 42-44)


FAL-FALCILIK

Gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi sahibi olmak için başvurulan çeşitli yollar Baht, uğur ve talihi anlamak için birtakım garip yollara başvurma, atılan boncuk ve baklaya, tesadüfen açılan bir kitabın bir satırına, koyunun kürek kemiğine kahve fincanına vb şeylere bakıp bunlardan anlam çıkarma işi Gelecekte olacak şeyleri anlamak maksadıyla yapılan eylemler hakkında kullanılan bir tabir "Kamûs-u Osmanî'de: "Kısa fikirlilerin ümid ettikleri bir maddeyi çıkarmak maksadiyle; kitap açmak ve kitaba, baklaya bakmak gibi değişik yöntemlerle yapılan teşebbüsü ve bu teşebbüsün gösterdiği netice" olarak tarif edilmiştir
Kur'an'da, "fal" kelimesi geçmemekle birlikte, Peygamber (sas)'in bazı hadislerinde, şekil olarak buna benzer fakat mana yönünden bizim anladığımız fal'dan daha değişik bir mana arzeden "fe'l" sözü geçmektedir Şöyle ki; "adva (hastalığın Allah'ın takdiri olmaksızın bulaşması) yoktur, tıyara (bir şeyi uğursuz sayma) da yoktur Ben hayırlı "fe'l"i (bir şeyi hayra yorma) severim" (Buhari, Tıb, 43; İbn Mâce, Tıb, 43), hadisinde geçen "fe'l" kelimesinin bildiğimiz falla aynı anlama gelmediği açıktır
Ebû Hureyre'nin, Peygamberimiz (sas)'den naklettiği başka bir hadiste; ''Tıyara yoktur, daha hayırlı olan fe'l vardır" buyurdular Ebu Hüreyre; "Fe'l nedir ey Allah'ın Resulu? diye sorunca 'Sizden birinizin işittiği salih sözdür' dedi" (Buhâri, Tıb, 44)
Hasta olan bir kimsenin; "ya sâlim" ! diye bağıran birinin sesini duyması veya yitiğini arayan birinin; "ya vâcid! " diye seslenen birinin sesini duyunca, "bununla tefe'ül ediyorum" deyip, hastalıktan kurtulmayı umması ve yitiğini bulacağını ümid etmesidir Yani bu sesleri hayra yorarak, neticenin bu şekilde olmasını beklemesidir
(İbnu'l-Manzûr, "Lisanü'l-Arab " XI V; İmam Ebi Bekir er-Râzı, "Muhtaru's-Si hah" Fe'l maddesi)
Cahiliye Arapları, bir sefere, bir savaşa, bir ticarete, bir nikâha yahut herhangi bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar (veya ok) çekerler yahut kuş uçururlardı Bu zarların (veya okların) birinde, "Rabbim emretti" yahut "yap" diye emir; diğerinde, "Rabbim nehyetti" yahut, "yapma" diye nehy kelimeleri yazılı olurdu, biri de boş bulunurdu Birisi torbaya elini sokar, zarlardan birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çekerlerdi Kur'an bunu şu ayetle yasaklamıştır: ''Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir, bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Mâide, 5/90)
Câhiliyede, bir de kuş uçurma âdeti vardı ki, bir yere gidecekleri zaman bir kuş uçururlar, sağa giderse teyemmüm (uğurlu sayma), sola giderse teşe'üm ederler (uğursuzluk sayarlar)dı Peygamberimizin, "tıyara yoktur" hadisi ile bunun da yasaklandığını biliyoruz
Bugün yaygın olan fal çeşitlerinden biri de, modern câhiliyenin itibar ettiği yıldız falıdır Gökteki burçlardan istidlâl ile yapılan bu falcılığın aslı Sâbiîlere dayanır Sâbiîler, İdris (as)'ın, mucizesi iddiasıyla sema'yı oniki burca taksim etmişler ve eflâktan yalnız tapındıkları ve heykellerini diktikleri "sebaî" gezeğenlerin durumlarına göre, yeryüzünde meydana gelecek of ayları bildireceği iddiasıyla yıldızlarla ilgili birtakım hükümler yazmışlardı Onların bu inançları günümüze kadar gelmiş bulunmaktadır (Elmalılı MHYazır, "Hak Dini Kur'ân Dili", VII 5208)
Dinimizin kesinlikle yasakladığı falcılık, bir çeşit gaybdan haber vermedir Halbuki, Kur'an-ı Kerîm; gaybı, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemiyeceğini, peygamberlerle melekler dahi, kendilerine vahyedilmedikçe gaybdan haber veremeyeceklerini açıkça bildirmektedir:
"De ki: 'Göklerde ve yerde olan gaybı, Allah'tan başka bilen yoktur" (en-Neml, 27/65) ve "De ki: Size 'Allah'ın hazineleri elimdedir demiyorum, gaybı da bilmiyorum" (el-En'âm, 6/50), "Eğer gaybı bilseydim, daha fazla hayır yapardım" (el-A 'râf, 7/188) âyetleri buna yeterli delildir
Kendilerine "arrâf" yahut "kâhin" denilen falcıları ve bu falcılara gidip fal açtıran, onlara inanan veya destekleyenleri Peygamber (sas) ağır bir dille kınamış hatta kâfirlikle nitelemiştir "Her kim bir arrafa gidip de ona bir şey sorarsa, kırk gecelik namazı kabul olmaz" (Müslim, Selâm, 125) buyurmuştur Ebû Dâvûd'da geçen bir hadis ise şöyledir: "Kim bir kâhine gider, dediklerini doğrularsa; şüphesiz ki Muhammed'e indirilmiş olanı inkâr etmiş olur" (Ebû Dâvûd, Tıb, hadis no: 3904)


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla