Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #208
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




FELÂK SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yüzonüçüncü suresi
Kur'an'ın son sûresi olan Nâs suresi ile birlikte bu iki sûreye "Muavvizeteyn"* (sığınma sureleri) denilir Bunların Mekkî mi Medenî mi olduklarına dair herhangi kesin bir rivayet yoktur
Felâk suresi beş ayettir Konusu, yaratıkların şerri, hased ve sihirdir Nüzûl sebebi hakkında da değişik bilgiler verilmiştir Bunlardan en yaygın olanında; Lebid b Asam adlı bir yahudi büyücü Hz Peygamber (sas)'e onu yok etmek için büyü yaptı Melekler Allah Resulu'ne büyüyü bildirdi Cebrâil de Muavvizeteyn sûrelerini Cenab-ı Allah katından getirerek, onu büyüden kurtardı Mu'tezile mezhebi, Hz Peygamber'e büyü tesir etmez diyerek bu görüşü reddetmektedir
Felâk suresinin fasılası Dal, Be, Kaf harfleridir "Be", ortada yalnız olarak tam manasıyla bir fâsıla harfidir
"De ki: Sığınırım tanyerini ağartan Rabb'a " (1)
"De" emri sadece Resulullah'a değil, bütün mükelleflere şâmildir Veya "ey Resulum, kendine ve herkese şöyle dua etmelerini söyle" demektir: "Tanyerini ağartan Rabb'a sığınırım "
"Sığınma" fiili, müminlerin bir şeyden korktuklarında bunların şerrinden ancak Allah'a sığınmalarını ifade eder Hz Meryem, Hz Nuh, Hz Musa'nın da dualarında Allah'a sığındıkları başka ayetlerde zikredilmiştir (Meryem, 19/1 8; Hud, 1 1/47; el-Bakara, 2/67) Hadis-i şeriflerde de her tehlike ve şerre karşı Allah'a sığınmaya dair ma'lûmat pek çoktur Hz Âişe'nin rivayetiyle bunlardan en meşhuru şöyledir: "Allah'ım cehennemin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım''
Felâk'ın manası, yaygın tefsire göre sabah demektir Araplar, günün doğmasına "felakü's-subh" derler Yırtmak, yarmak en fazla kullanılan anlamlarıdır Lugatlarda "felâk" kelimesinin anlamları şöyle belirtilmektedir: Âdemden yarılıp çıkan bütün yaratıklar, tan, sabah, aydınlık, fecr, iki tepe arasındaki düzlük, suçluların hapishanede ayaklarına vurulan tomruk (falaka), cehennem veya cehennemde bir kuyunun ismi, çanak dibinde kalan süt artığı, ekşiyip kesilmiş süt, subuh, enhar, mutlak yaratma, bütün mahlukatın içinde bulunduğu şeyi yırtarak çıkması, eksik ve muhtaç oluşuyla Rabb'e sığınma zorunluğu
Bu birinci ayeti tefsir eden ayet şudur: ''Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır İşte Allah budur, nasıl yüz çevirirsiniz? Tanyerini ağartan {Fâlikü'e Esbâh) geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı vakit ölçüsü kılandır Bu, Aziz ve Alım olanın nizâmıdır" (el-En'âm, 6/95-96) "Rabb" Allah'ın sıfat ismidir Terbiye eden, yetiştiren anlamında kullanılması, sığınma olayının uygun düşmesi içindir Müfessirlerin çoğunluğu "felâk" kelimesine sabah manasını vererek âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: Felâk'da, zulmet sonrasında nur, darlıktan sonra genişlik, kapanmadan sonra açılma manalarına işâret etmek üzere ancak Rabbe sığınarak O'nun bütün şerlerden kurtarıp koruyacağına dair bir ilâhı va'di hatırlatarak havf ve recâyı takviye ve Rabbe itaat ile ona iltica ettiren bir şevklendirme vardır Felâkın zikri, sabahın kıyamet gününden bir misal olmasıdır ki, ölümün kardeşi olan uykudan uyanılan kabir benzeri evlerden alelacele çıkarak rızık için sabahları yeryüzüne dağılan insanların halini tasvir etmektedir
''Yaratıkların şerrinden'' (2)
Bütün yaratıklar şer(kötülük) işleyebilirler Allah bütün yaratıkları üzerinde galib olduğundan, bizim bilmediklerimizi bildiğinden ancak O'na sığınarak, hiçbir şeyin karşı çıkmasına güç yetiremeyeceği yüce bir Hakîm'e sığınılmış olmaktadır
Ser kelimesi, zarar, noksan, eziyet, keder için de kullanılır Hastalık, açlık, savaş ve ölüm, ateşte yanmak, evlâdın ölümü, gibi somut ve âfâkî veya küfür, şirk, her çeşit günah ve zulüm gibi şerlerle her çeşit ruhî ve nefsî olan enfüsî şerlerden Allah'a sığınırım demektir Bu âyette genel olarak şerler zikredildikten sonra, en fazla sakınılacak bazı şerlere geçilmektedir:
"Ve ortalığı kaplayan karanlığın şerrinden," (3)
"Gâsık" kelimesi de, "felâk" kelimesi gibi birçok mana ile tefsir edilmiştir Esas manası karanlık demektir Bunun masdarı olan "gâsak, gusûk, gâsekan" kelimeleri lügatta şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk, korkaklık manâlarında verilerek dolmak, akmak, dökülmek manalarına tekabül etmektedir Bu suretle gecenin zulmeti hücum edip dolarak pek karanlık olmaya masdar gâsak, gâsakan, gûsuk denildiği gibi, ilk koyu karanlığa da isim olarak gâsak denilir ve gâsak felâka tekabül ettirilerek gasaktan felâka, gecenin kararmasından sabahın aydınlığına kadar anlamı çıkar Vâkab kelimesi ise, yüksek yerlerden sellerin aktığı çukurlar, dahil olmak, kaplamak demektir
Suçlar genellikle gece karanlığında işlenir, şeytan oynayacağı oyunları karanlıkta daha rahat oynar; kuruntu, vesvese, korku ve tasa geceleri kaynaşır Eziyet verici, zehirli, yırtıcı hayvanlar da gece ortaya çıkarlar Anarşistler geceyi bekler, cinayetler genelde geceleri işlenir Bu sebeple gecenin şerrinden Allah'a sığınırım Fecri getiren Allah'a Güneş battıktan sonra her tarafa dağılan şeytanlara karşı karanlık bitinceye kadar çocukların eve toplanması, hayvanların kapatılması bir sünnettir
Bazı tefsirlerde gâsak, şiddetli zulmet, gecenin şerri olarak alınarak, gece ansızın gelip çatan arıza ve hayalet gibi belâ ve musibetlere teşmil edilmiştir Bazıları da "gasık"ı kamer (ay) ve ayın tutulması ve kaybolması şeklinde almışlardır Ay tutulması ve mihak zamanını müneccimler zayıf bulur, sihirbazlar da sihirlerini o zaman icra ederler Bu manâda şerrin gecenin karanlığında ortaya çıkması kastedilir
Karanlığın bütün soyut ve somut manalarıyla şerri barındırması anlamında, maddî ve manevî şer ve zararların, gam ve kederin de kara talih ve karanlıkla vasıflandırılmasıyla "gecenin şerrinden, yıldızların kaybolmasıyla gelen karanlığın şerrinden, kamerin tutulmasında ve kaybolmasında gelen şerden* Allah'â sığınırım" demektir
"Düğümlere üfürenlerin şerrinden," (4)
Burada "Neffâsâtı fi'l-ukad" ifadesindeki ukad, ukdenin çoğuludur ve düğüm demektir Nefese; üflemek çoğulu neffâse'dir Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek", dişi siğada alırsak "çok üfleyen kadınlar" demektir Nefese'nin çoğulu "Nüfus ve cemaatler" demekte olabilir, çünkü Araplar nüfus ve cemaat kelimesini dişil (müennes) kullanırlar Burada düğüme üflemek müfessirlerin çoğuna göre "sihir" demektir Ayetin anlamı, "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabbe sığınırım" olur Zemahşerî'ye göre ise bunun anlamı, kadınların kurnazlığı ve hileleridir Kur'an, sihri küfür saymıştır (el-Bakara, 2/102) Sihir haramdır ve yedi büyük günahtan (şirk, öldürmek, fâiz, yetim malı yemek, zina iftirası, cihaddan kaçmak, sihir) biridir Neffâsât, üfleyici karılar anlamında cadılara veya kadınların hilelerine şâmildir Mana şudur: İpliklere düğümler atıp onlara üfleyen (tükrükleyen) rukye ve efsun yapan cadıların veya nefislerin veya cemaatlerin şerrinden, fitneci kadınlardan, nefsin hayvanı isteklerinden, şehvet ve gadabın şerrinden Allah'a sığınırım Sihrin aslında bir gözbağcılık olduğu başka ayetlerde açıklanmıştır Sihir, şeytânı bir oyun olarak insanları etkiler, korkutur Sihrin şerrinden Allah'a sığınırım demekle Felâk ve Nâs surelerini okumak sihre karşı durmak demektir
''Ve hased eden hasedçilerin şerrinden'' (5)
Hased, Allah'ın bazı kullarına lütfettiği nimetler karşısında kıskançlık duygularına kapılarak o kulların bu nimetlerden mahrum olmasını dilemektir Bu şer bir niyet ve fiildir Hasedçinin şerrinden Allah'a sığınırım
Sahih hadislerde Hz Peygamber'in yatarken İhlâs, Felâk ve Nâs surelerini okuyarak ellerinin içine üflediği sonra başından ve yüzünden başlayarak üç defa elinin eriştiği kadarıyla bütün vücudunu sıvazladığı bildirilmiştir Müslümanlar da onu her şeyde örnek aldıkları gibi bu sünnete uymuşlar, beş vakit namazlarda Muavvizeteyn okumuşlar ve Allah'a emrettiği şekilde bütün şerlerden sığınmışlar ve Allah onları şerlerin her çeşidinden korumuştur (Seyyid Kutub, F; Zılâli'l-Kur'an, XVI, 441-447; Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur'an, VII, 322-326; Mehmed Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, XV, 6619-6626, Ömer Nasuhi Bilmen, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meâli Alisi ve Tefsiri, VIII, 41 17-41 19; İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı Kerîm Tefsiri, XV, 8809-8824; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6367-6409)



FELEK

Yıldızların döndükleri gök Çoğulu eflâk'dır Rağıb, müfredatında aynı kelimeyi yıldızların cereyan ettikleri (aktıkları) yer olarak tarif etmiştir; fakat asıl anlatılmak istenen, yıldızların yörüngesi demek olan göktür Felek kelimesinin kendisi de yıldızları deveran eden gök için kullanılır
Felek, astronomi ile ilgili bir terim olup, müstedir (yuvarlak) hareketlerle akan dünya küresi ve bu kürenin mıntıkası, ay ve güneşle beraber seyyarelerden (gezegenler) her birinin hareket ettiği yörüngesi anlamına gelir (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I/596)
Felek kelimesi Kur'an-ı Kerîm'de iki yerde geçmektedir Bunlardan birincisi "O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandir Her biri bir yörüngede yüzmektedir'' (el-Enbiyâ, 21/33) İkincisi de "Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir Bunların her biri belli bir yörüngede yüzmeğe (akıp gitmeğe) devam ederler" (Yâsin, 36/40) şeklinde zikredilmektedir
Birinci ve ikinci ayette "her biri bir yörüngede yüzmektedir" Yani yürüyüp gitmektedir, denildiğine göre sadece güneş ve ayın değil tüm gök cisimlerinin kendi yörüngelerinde yüzdüklerini (akıp gittiklerini) durgun ve sabit olmadıklarını ifade etmektedir (Mevdûdî, Tefhim, III/279)
Yâsin suresinde de şu güzel açıklamayı görüyoruz: Burada "hepsinin aynı felekte yüzdükleri" şeklinde bir ifade kullanılmıştır Böylece dört hakikata birden işaret olunmaktadır:
1- Sadece güneş değil, ay, yıldızlar, gezeğenler, samanyolu vs hepsi de hareket etmektedirler
2- Bunların her birinin ekseni ayrı ayrıdır
3- Felekler değil yıldızlar, gezeğenler hareket etmektedirler
4- Bunlar suda herhangi bir maddenin görünüşü gibi fezada da yüzmektedirler
Elbette ki bu ayet ile âstronomi bilgisi vermek istenmemektedir Burâda insanlar sadece düşünmeye davet ediliyorlar; Yani sizler yeryüzünden gökyüzüne değin, nereye bakarsanız bakın, Allah'ın ayetlerini görürsünüz; ve hiç bir varlığın Allah'a ortak koştuğuna-dair bir emare bulamazsınız (Mevdûdî, Tefhim, IV, 524-525)
Felek sözcüğü mecâzı olarak bazı ifadelerde de kullanılmıştır
Hoş vakit geçirmek anlamına "felekten bir gün çalmak"; düşkün, talihsiz anlamına "felekzede"; ümitsizliğe düşmek için "feleğe küsmek"; her türlü zorluklara uğramış tecrübe sahibi için "feleğin sillesini yemek" gibi ifadeler kullanılmaktadır (Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I/596-597)
Neyşabûri'nin zikrettiği görüşler de gerçekten ilginçtir: Ulema feleğin hakikatında ayrı görüşler ortaya koymuşlardır el-Kelbiye göre felek, bir su küresidir ki onda yıldızlar yüzer Zira Allah bu kelimeden sonra "Yüzerler" sözünü getirmiştir; yüzme ise suda yapılır
Hukemaya göre felek küre şeklinde bir cisimdir, ne ağırdır ne de hafif (Neyşabûrî, Garaibü'l-Kur'an, XVII/19-20)
M Hamdi Yazır'ın açıklaması da şudur: Felek devreden sürekli dönen şey olduğuna göre, bazıları onu devreden bir cisim saymışlar ki bunlar zamanlarının fen anlayışına kapılmış görünüyorlar Halbuki felek, yıldızların yörüngesi diye tarif edilmiştir ki, sırf riyazî (matematiksel) bir ifadedir Burada eski fennî nazariyeyi iptal söz konusudur Çünkü eskiler güneş ve ayı felek hareket ettiriyor diyorlardı Halbuki burada her birinin döndüğü birer mihveri olduğu açıklanıyor Demek ki bugün, bu ve benzeri ayetlerde Kur'an'ın fenne karşı büyük bir zaferini okuyoruz (M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 5/3354-3355)



FENÂ Fİ'L-HAK

Hak'ta yok olmak Fenâ filhak, Arapça bir terim olarak Fenâ fillâh ile eşanlamlı olarak ta değerlendirilebilir
Hak, lügatta batılın zıddı, yerine getirilen hüküm, varlığı sabit olan, doğruluk ve adalet anlamlarına gelir Fiil olarak üç harfli kökten kullanıldığında Hak; gerçekleşmek, gerçek olmak demektir
Cenab-ı Allah'ın vasfı olarak; inkârı mümkün olmayan, varlığının kabûl olunması gereken, varlığı ve ulûhiyeti kesin olan manalarına gelir Bu manada Kur'an-ı Kerîm'de Mekkî ve Medenî ayetlerde tekrarla geçer Genellikle tek başına kullanılır Bazen esmâı hüsnâdan birine bitiştiği görülür; "el-Mehkü'l-Hak" (Tahâ, 20/1 14) gibi Hak kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'de, bundan başka birkaç vecih üzerine kullanıldığı ifade edilmektedir (Suat Yıldırım, Kur'ân'da ulûhiyet, İstanbul 1927, s216-217)
Hak kelimesini Beydâvî, tefsirinde Allah manasında olduğunda ''es-Sâbitü rübûbiyyetuhu'' yani Rablığı sabit ve gerçek olan diye tarif eder Böylece Hak, sâbit anlamında açıklanır
Hak, masdar olarak ele alındığında, enfüs ve âfâkın mutabakatını anlatır Enfüs'te, sıdk ve sevab gibi söz ve fikre sıfat olur Âfâkta ise, tahakkuk ve vukû demek olur
İşte, bundan dolayı, hak, manen ve sûreten her veçhile "vücud"diye târif olunur Hakk'ın vücudu "Vâcibü'l- Vucûd lizâtihi" halkın vücudu ise, buna bağlı olarak "Vâcibü'l-Vücud liğayrihi"dir Hak kelimesinin çeşitli manalara gelmesi, bu ikincisinden kaynaklanmaktadır Bütün hak ve hukukun mercii olan Hak Teâla, Vâcibül-Vücud lizâtihi olduğundan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet O'nun haklarındandır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2675-2676)
Hakk'ın Allah'ın ta kendisi olarak kullanıldığını Hz Peygamber (sas)'in "Allah'ım, sen'sin Hak" (el-Buhâri, Daavât, 9) hadisinden anlaşılmaktadır
Tasavvufî hak demek olan hakka'l yakînin son derecesidir Bilmek, görmekten öte, olmak demektir Bir diğer ifadeyle, abdin (kulun) Hak'ta fânı olması ve O'nun ile yalnız ilmen değil, hem ilmen, hem şuhûden, hem de halen bekası manasına gelir Basit bir anlatımla ilmel yakın, her akıllı kişinin ölümü bilmesidir Melekleri görmesi aynel yakîn, ölümü tatması da hakkal yakîndir (Elmalılı, age, VII, 4726)
Tasavvufî anlayışta, Fena fi'ş-şeyh (şeylikte yokolma) ve fenâ fi'r-Resul (Peygamberde yokolma) merhaleleri fena fi'l-Hakk'a giderken aşılacak merhalelerdendir diye kabul edilir
Tasavvufî anlayışa göre, fenâ fi'l-Hakk'a yükselenlerin yaptığı tasarrufları Hak üstlenir Hak, onları muvafık gördüğü işlerde görevlendirir Onlar, Allah'ın lâyık olmayanı işlemekten koruduğu kullarıdır Yani Tasavvufta, bu mertebeye ulaşanlar "La Yuhtı" (günah işlemez) olarak kabul edilir Halbuki İslâm'da, yalnız Peygamberler masumdur Nefslerinden fânı olduğu kabul edilen bu kimseler, Hak ile bâkı kimselerdir denir Onlar, yaptıkları işlerde kendilerine bir menfaat gözetmez, zararın def'i için de çalışmazlar Fena fi'l-hak, celb-i menfaat ve def'i mazarratı ortadan kaldırır Çünkü burada nefisle ilgili arzular, menfaat gayesi, kasıt ve niyyeti düşer Yine Mutassavıflara göre, bu mertebede olanlar için sevap arzusu ve azap korkusu yoktur (el-Kelâbâzı, et-Taarruf, Fenâ mad)
Hülasa, mutassavıflara göre fenâ fi'l-hak, sufînin tarikat yolunda marifeti geçerek, en son varacağı merhale olarak kabul edilir Hakka'l-yakın de denilen bu merhaleye kişi, gözle görmüş gibi tahkik ve ilimle tahkik mertebelerinden geçerek, hak içinde fenâ bulma (fena fi'l-hak) haline ulaşır



FENÂ FİLLAH

Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir Tasavvufta fenâ, Allah'ın zatî hariç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs gibi sıfatlarıyla muttasıf olur Kul Allah'a yönelip ona teslim olunca "Ben onun gözü ve kulağı olurum" hadis-i şerifinde belirtildiği gibi olaylara Allah'ın nazarı ile bakmaya başlar
Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir (Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul 1984, I, 1157)
Tasavvufî anlayışta kullanılan Fenâ fillah ve karşıtı olan Bekâ billah kavramları ilk devre sûfilerinde görülmemektedir Bunların ilk defa Ebû Said Harrâz (297/910) tarafından kullanıldıkları kabul edilir Ebu Saîd Harrâz'a göre "Fenâ fillah; kulun kulluğunu görmekten fânı olması, bekâ billah ise; kulun Allah'ın huzurunda bâki ve var olmasıdır"
Fenâ ve bekâ diye kısaltılarak kullanılan bu terimlere mutasavvıflar çeşitli yorumlar getirmişlerdir "Kötü huy ve davranışlardan fânı, ilimle bakî olmak; gafletten fânı, zikirle bakî olmaktır" gibi tarifler çok yaygındır
Fenâ'yı mahv, bekâ'yı da isbat ile yakından alâkalı görmek mümkündür Bunlar, Kur'an-ı Kerîm'de: "Yeryüzünde bulunan her canlı yok (fânı) olacak Ancak, azâmet ve ikrâm sahibi Rabbinin zatî bakî kalacaktır" (er-Rahman, 55/26-27)
Fenâ, manevî bir haldir Sürekli olup olmadığı tartışılmış ve sûfilerce genel olarak geçici olduğu kabul edilmiştir Bu hal, bir manevî sarhoşluk ve kendinden geçme hali olduğundan; sekr, gaybet ve cem'i ile benzerlikler göstermekte olup, bunların en üst derecesi olduğu kabul edilmektedir
Fenâ, tevhîd'in başlangıcı, seyrü sulûkun geçilme yeri ve tasavvûfî terbiyedeki yolculuktur Ebu Yakub Nehrecorı (330/941) "Fenâ; kulun, varlığını görmekten geçmesidir" der Bu tarifin Muhyiddin b el-Arabı (638/1240) ile Seyyid Şerif Cürcânî (816/1413) tarafından benimsendiği görülmektedir Hatta İbnü'l-Arabî, fenâ halinin Cibril hadisinde geçen "İhsan; Allah'ı görüyormuşçasına ibâdet etmendir Sen O'nu görmesen de, O, seni görür" kısmına uygunluğunu ileri sürer
Cürcânî, riyâzet ve mücahededen sonraki fenânın, istiğrakta yaşanan fenâdan farklı olduğunu savunur (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s161-165)
Fenâ hâli, beşerî sıfat ve özelliklerden sıyrılarak ilâhi vasıf ve özelliklere kavuşma olduğundan bu halde "Vasıfta birlik" gözetilmiş olup, zatî birlik iddia edilmemektedir (Tehânevî, age, II, 1158)
Cüneyd Bağdâdı (297/910) Fenâ'yı üç kademede değerlendirir:
1) Amel ve ibadetleri yerine getirmek için gayret etmek, nefse karşı çıkmak suretiyle kötü sıfatlardan fânı olmak
2) Tamamen Allah'a yönelerek, ibadetlerden zevk alma duygusundan da fâni olmak,
3) Nihayet, Allah'ı müşâhede etmenin farkına varmaktan da fâni olmak
Fenâ hali, bekâ halinin varlığıyla sona erer Buna Fenâü'l-Fenâ denir
Cüneyd-i Bağdadî'ye göre fenâ fillah; "Allah'ın kulunu kendinde yok etmesidir" Fenâ, Allah'ın sevdiği kulunda gösterdiği bir haldir, çalışmayla elde edilmez (el-Kelâbâzî, et-Taarruf, s128)
Fenâ fillah makamları, üç sarhoşluk (manevî) mertebelerini kapsar Bunlar, Tevhîd-i Ef'al, Tevhîd-i Sıfat ve Tevhîd-i Zât'tır Sâlik, bu mertebelerde kendi mevhum fiil, sıfat ve zatından ayrılır Tasavvuftaki bu anlayışa göre insanın fiilleri ve sıfatlan Allah'ın fiil ve sıfatlarıyla birleşir yani Tevhîd-i Ef'al ve Tevhîd-i Sıfat olur Son mertebede de Allah'ın zat-ı ile birleşir ki buna da "Tevhîd-i Zat" denir Bu mertebelere seyr-i sulûk adı verilir Bu da fenâ fillah yani Allah'ta yok olma anlamında kullanılmaktadır Şayet kulun Allah'ın fiil ve sıfatlarını ideal kabul edip onlara benzemeye çalışıyorsa yani kulun Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanması anlamında kullanılıyorsa bu İslâm akidesine aykırı bir durum arz etmez Ancak kul bu mertebede ilâhı sıfatlarla muttasıf, Allah'ın sahip olduğu özelliklere sahip olur anlamı kastediliyorsa bu kesinlikle İslâmî akide ile uyuşmaz Kişiyi sirke sürükler Ayrıca "Tevhîd-i
Zat"tan kasıt sâlikin Allah'ın zâtı ile birleşmesi ve Allah ile sâlikin zatlarının bir ve aynı olması, anlamında kullanılıyorsa bu Budizm'deki Nirvana'nın bir başka ifadesi olup şirktir Zira İslâm'da buna dair Kur'ân ve sünnette bir delil yoktur Bu tâbirlerin Hz Peygamber, sahabe ve Tabiun devrinde kullanılmadığı ve bilinmediği gayet açıktır
Tehânevî, "Mecmaus-Sulûk" adlı tasavvufi eserden yaptığı nakle göre fenâ; Allah'tan başka hiçbir şeyi görmemek, kendini ve bütün eşyayı unutmak, o zamanda her şeyi ona rabb olarak görünür Artık ondan başka hiçbir şey bilmez ve hiçbir şey görmez olur Böylelikle ondan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır, kendini de "o" sanır ve "Hak benim" der Varlık aleminde de Allah'tan başka hiçbir şeyin olmadığına inanır (Tehânevî, age, II 1158)
Böyle bir durum mutasavvıflar, sofistlerin eşyanın hakikatını inkâr ettikleri gibi Cenâb-ı Allah'ın her eşyada teccelli ettiğini zannederler ki bu da Allah'ın eşya ile ittihadı demek olup Allah'ın vahdaniyet ve muhalefetun li'l-havadis sıfatlarına aykırıdır



FER'

Birinci derecede gerekli olmayan bilgi, dal, kol, kısım, ayrıntı, teferruat Bir ana gövdeden ayrılan kollardan her biri, ağacın yukarıya ve yanlara uzanan dalları
Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah'ın hoş bir sözü, kökü sağlam dalları göğe doğru olan -Rabbinin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?" (İbrahim, 14/24) âyetinde "fer'uha" kelimesi ağacın dalı manasınadır
Kelime, kadın veya erkeğin saçı, kavme izafe edildiğinde onların efendisi, şereflisi ve kulağa izafe edildiğinde üst tarafı anlamına gelir Çoğulu: Füru'dur Füru', Usul'ün zıddıdır
İslâm'dan önceki câhiliye araplarının putlarına kurban ettikleri yeni doğmuş deve yavrusuna da "fera" denirdi Çok ve faydalı mala da "fer" denir Ayrıca şube ve kısım manalarına geldiği gibi, Fıkıh Usulu ilminde bir konuda "asl" üzerine kıyas yoluyla bina edilen tâlı meseleye Fer' denilmektedir (Râgıp el-Isfahânı el-Müfredât fi Garibi'l-kur'ân, Fer')
Fer', şer'i dehilerden kıyasın rükünlerinden birisidir Hükmü hakkında açık söz bulunmayan nesne olup, "asl"ın hükmü ile aradaki illet (hükme gerekçe olan sebep) benzerliği dolayısıyla aynı hüküm onun hakkında da geçerli kılınır Buna kıyaslanan (makis), yüklem (mahmul), benzetilen (müşebbeh) de denir (Abdülvahhâb Hallâf İslâm Hukuku Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, s241) Meselâ: Kur'an'da iki kızkardeşin bir nikâh altında birleştirilmesi yasaklanmıştır "Ve iki kızkardeşi bir arada almak suretiyle evlenmek -geçmişte olanlar artık geçmiştir- size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23) Hz Peygamber bir kadını, hala ve teyzesiyle aynı anda nikâhlamayı yasaklar (Buhâri, Nikâh, 27) Hüküm çıkarmada esas iki asli kaynak olan Kur'an ve Sünnet'te aynı anda iki kızkardeşle evlenmek meselesinde nass bulunduğundan bu, "asl", buna kıyasla birbirine mahrem olan iki kadının bir nikâh altında birleştirilemeyeceğine hükmetmek de "fer" olur (Abdülkadir Şener, Kıyas İstihsan Istılahı Ankara 1981, s69) Çünkü bunların hepsi kan akrabalığını hiçe saymak (kat-i rahm) gibi bir sonuç doğurur (Hallaf, age, s24)
Fıkıhta kullanılan "Fürû' terimi Fer'in çoğulu olup baba, dede ve validelerden oluşan Usul'a karşılık, ölen bir kimsenin ardından mirasçı olarak bıraktığı çocukları ve torunları için kullanılır (ö Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhiye Kamusu, II, 495)




FER'İ HÜKÜM

Hüküm; karar vermek, örtmek, men etmek, bir şeyi diğer bir şeye ispat (olumlu) veya nefy (olumsuz) suretiyle isnat etmektir "Bu mülk Allah'ındır" sözünde, mülk Allah'a ispat yoluyla isnad edilmiş olur "İnsanların hâkimiyette ortaklığı yoktur" sözünde ise hâkimiyette ortak olmama hususu nefy (olumsuzluk) yoluyla insana isnad edilmiştir Bir şey üzerine terettüp eden esere de "hüküm" denir
Fıkıh ıstılahına göre hüküm, "mükelleflerin işleriyle ilgili olan Şart (Allah ve Resulu)in hitabının eser ve neticesidir" Fıkıh âlimleri hükmü, "Bir iş ve muamelenin meydana getirdiği netice ve eser" manasında kullanırlar
"Satış muamelesinin hükmü mülkiyettir" cümlesindeki "mülkiyettir" sözü bir hükümdür ve bu muamelenin meydana getirdiği neticeyi dile getirmektedir
Şer'i hükümler, aslı ve fer'î olarak iki kısma ayrılır Aslı hükümler, iman esaslarına dair olan hükümlerdir Bu tür hükümler, tevile, yoruma, üzerinde ictihad etmeye gerek duyulmayan açık ve net hükümlerdir İtikadı hükümlerin dayandığı delil Kitap (Kur'an) ve mütevâtir sünnettir İmanın esası (Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak) İslâm dininin ortaya koyduğu Hz Adem'e inen ilk vahiyden beri değişmeyen aslı hükümlerdir İslâm bu hükümler üzerinde kurumlaşmıştır
Fer'i hükümler ise, namaz, oruç, hac, zekât ve benzeri ibadetlerle, nikâh, talak, radâ' (süt emişme), ticaret ve benzeri müslümanların günlük muamelelerine dair hükümlerdir Bu tür hükümlerdeki helallik ve haramlıkları, emir ve yasaklanmaları edille-i şer'iyye ile (Kitap, sünnet, icma ve kıyas) tesbit edilmiş olmakla birlikte sıralama olarak itikadı hükümlerden sonra geldiği gibi, teferruatla ilgili hususları müctehid imamların ictihadlarıyla hükme bağlanan meselelerdir Fer'i meseleleri oluşturan bu meseleler hakkında verilen hükümler İslâm fıkhı'nda "fer'i hükümler"i meydana getirir

__________________
Alıntı Yaparak Cevapla