gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
FIKH-I EKBER
Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe (ö 150/767)'nin itikâda dair kısa ve özlü eseri Fıkıh, Mecelle'de "şer'î amel; meseleleri bilmek" (madde, I) şeklinde tarif edilmişse de Ebû Hanife devrinde, çeşitli ilimlerin henüz bağımsızlığını kazanmadığı bir dönemde fıkıh, kelâm ilmi ve inanç esaslarını da içine alıyordu Eser bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber (En Büyük Fıkıh)" adını almıştır Fıkh-ı Ekber'i, Aliyyü'l-Kârı, Ebû Hanife'nin diğer eserlerindeki düşüncelerini bir araya getirerek ve Fahruddin er-Râzı, Taftazanî, Konevî gibi bilginlerin fikirlerinden de yararlanarak şerh etmiştir
Fıkh-ı Ekber'de yer alan akîde esaslarını şöyle özetleyebiliriz:
Bir yükümlüyü mümin hâline getiren iman esasları şunlardır: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak, Allahü Teâlâ zatında birdir Fakat bu birliği sayı bakımından değil, ortağı bulunmaması bakımındandır (el-İhlâs, 112/1-5; el-Cin, 72/3; Enbiyâ, 21/22) Allah'ın yarattığı şeylerden hiçbir varlık ona benzemez (eş-Şûra, n/l 1) Allâh'ın geçmişte, gelecekte zatı ve fiilî sıfatları vardır Hayat, kudret, ilim, kelâm, semî*, basar*, irade zatı sıfatlardır Yaratma, rızık verme, ilk başta yaratmak, eşsiz bir şekilde yaratmak, Allah'ın sanatı; diriltmek, yok etmek, büyütmek, üretmek eşyaya şekil vermek ise fiilî sıfatlardandır Allah'ın isim ve sıfatları sonradan yaratılmış olmayıp ezelîdir Allah'ın kelâmı olan Kur'an, yaratılmış değildir Mûsa peygamber ve başkalarının sözleri ise yaratılmıştır Allahü Teâlâ cisimsiz, cevhersiz var olan bir şeydir Allah'ın sınırı, zıddı ve benzeri yoktur (el-Bakara, 2/22; eş-Şûra 42/11), Allah'ın eli ve yüzü vardır Ancak biz bunların keyfiyetini bilemeyiz (el-Kasas, 28/88; er-Rahmân, 55/27; el-Leyl, 92/20; el-Feth 48/10; Sa'd 38/75; Yâsin, 36/83; el-Mâîde, 5/116; el-Bakara 2/1 15)
Allahu Teâlâ eşyayı, hiçbir şey olmaksızın maddesiz olarak yaratmıştır (el-Fâtır, 35/1; ez-Zümer, 39/62) Dünyada ve ahirette Allah'ın dilemesi, kader, kaza, bilgi, yazgı ve levh-ı Mahfûz'da yazısı olmaksızın hiçbir şey var olmaz Ancak Allah'ın kaderi yazması vasıf şeklinde olup, hüküm tarzında değildir Meselâ, "Hasan cehennemliktir", yazısı bir hüküm iken, "Hasan dünyada kendi iradesiyle kötü yolu tercih edip, kötü ameller işleyecek ve bunun sonucunda cehenneme girecek" yazısı, vasıf şeklinde yazmadır
Allah, insanları küfür ve imandan boş olarak yarattı, sonra onlara emir verip muhatap kıldı Küfre düşen, kendi işiyle kâfir olur Allah ondan yardımını keser İman eden de kendi fiil, ikrar ve tasdiki ile iman eder Allah ona yardım edip, imanda muvaffak kılar O, yaratıklarından hiçbirini küfür veya imana zorlamamıştır İman ile küfür kulun kendi işleridir; İnsan fiilinin yaratıcısı gerçekte Allâh'tır (ez-Zümer, 39/62; en-Nahl, 16/17; es-Sâffât, 37/962 Kulların bütün fiilleri Allah'ın dileme, bilgi, kaza ve kader ile meydana gelir Tâat ve ibâdetlerin hepsi Allah'ın emri, sevme, rıza, bilgi, dilemesi, kaza ve kader ile sabit olur Kötülükler de aynı şekilde meydana gelir Allah kötülüğü yaratmakla birlikte, ondan razı değildir (el-Kasas, 28/68; Alû İmrân, 3/32, 76, 134; el-Bakara, 2/222)
Bütün peygamberler büyük veya küçük günah işlemekten, küfre düşmekten ve çirkin işlerden korunmuşlardır Ancak peygamberlerden bir bölümünün bazı kusur ve hataları olmuştur Hz Âdem'in unutarak veya azîmeti terkederek cennetteki ağaçtan yemesi (el-Bakara, 2/35), Hz Peygamberin bir soru soran Abdullah b Ummü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve bu yüzden uyarılması (Abese, 80/1,2) bunlar arasında sayılabilir Kusursuzluk Allah'a mahsustur Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer siz günah işlemeseydiniz Allahü Teâlâ günah işleyen bir kavim yaratırdı Bu kavim günah işler, Allah'tan mağfiret diler, Allah da onları mağfiret ederdi" (Müslim, Sahîh, IV, 2106, 2749)
Hz Muhammed Allah'ın elçisidir Peygamberi ve kuludur Hadiste "Hristiyanların İsa (a s ) 'yı övdükleri gibi beni övmeyin Allah'ın kulu ve elçisi, deyin" (Buhâri, Enkiyâ, 48, Ahmet b Hanbel, I, 23) buyurulur Hz Peygamber putlara tapmamış, Allah'a kesinlikle eş koşmamış, küçük ve büyük hiçbir günah işlememiştir Sadece bazı davranış tercihlerinde uyarılmıştır Şu ayette bu manayı görmek mümkündür: "Allah seni affetti Onlara niçin izin verdin?" (et-Tevbe, 9/43)
Hz Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi Hz Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali (r anhüm)'dür Hz Peygamberin sahâbelerini yalnız hayır ile anarız Büyük günah işleyen kimse, bu günahın helâl olduğuna inanmadıkça dinden çıkmaz, Mümindir
Mestler üzerine mesh etmek sünnettir Ramazan ayında teravih namazı kılmak sünettir Fâsık imamın arkasında namaz kılmak caizdir Fâsık, mümin olarak dünyadan ayrılırsa ebedî cehennemde kalmaz Hadiste "Günahından tövbe eden, günahsız gibidir" (İbn Mâce, II, 1420; Zühd, H No 4250) "Allah, kulundan tövbesini kabul eden ve kötülüklerini affedendir" (eş-şûrâ, 42/25)
Peygamberlerin mucizeleri ve evliyânın kerâmeti haktır Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin davasını doğrulamak için gösterilir Ölüyü diriltmek, az olan suyu çoğaltmak gibi Ümmetin kerâmeti, uyduğu peygamber'in kerâmetidir Veli, taatlara devam eden, kötülüklerden sakınan, dünyevî lezzet, şehvet, gaflet, oyun ve eğlencelere dalmaktan yüz çeviren, Allah'ı ve sıfatlarını tanıyan kimsedir Hz Ömer'in Medine'de minber üzerinde iken Nihavend'te yerde askerlerini görmesi, Hâlid b Velîd'in zehiri içtiği halde, bundan bir zarar görmemesi kerâmet kabilindendir (Aliyyü'l-Kârı, Fıkh-ı Ekber Şerhi, Terceme, Y V Yavuz, İstanbul 1979, s 191) İblis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarında görülen olağanüstü hallere mucize veya kerâmet denilmez Bunlara, ihtiyaçların giderilmesi denir İblis'e yeryüzünde mesafe katetme yetkisinin verilmesi, Firavun'un emriyle Nil Nehri'nin dilediği yöne akması (ez-Zuhruf, 43/51) bu niteliktedir Cenâb-ı Hak onlara bu yardımı küfür ve azaplarının artması için yapar
FIKIH
Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir (Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut 1965, 12; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l Muhtâr, İstanbul 1982, I, 34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta'limü'l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13)
Kur'an-ı Kerîm'de: "  O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?" (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir Başka bir çok ayette kâfirler için "fıkhetmeyenler" denilmektedir (el-A 'râf, 7/179; Hûd, l l/91) Tevbe suresinde, "  bir topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır" (et- Tevbe, 9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir
Resulullah (s a s ): "Allah, kimin için dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar" (Buhâri, ilim, 10)
Allah Teâlâ (c c )'nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir Din hususunda Resulullah (s a s )'dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer'iyye, yani dört delildir Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır
Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu Usul-i Fıkıh ilmi ise, kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve tavırlar konu alan ilimdi İmam Ebû Hanife (Ö -150/767)'nin fıkhı "kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" şeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu ismi almıştı Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir Mecelle'nin 1 maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıhh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö 204/819)'nin tarifi de şöyledir: "Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış şer'i, amelî hükümleri bilmektir" (İmam Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503 vd)
Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan "İslâm hukuku" deyimi, fıkh yerine nisbî olarak kullanılmaktadır Bu terim, ibadetler dışında muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadır Halbuki fıkhın sınırı daha geniş olup, temizlik ve ibadet konularını da içine almaktadır Fıkhın konusu İslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir Bu fiiller, namaz kılmak gibi yapma ile; gasp gibi terketme ile ve yeme-içme gibi muhayyer bırakma şekilleri ile ilgili olabilir Akıllı ve ergin kimsenin şer'î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir
İbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere "şeriat" denir Bu kelime, din anlamında da kullanılır Bu takdirde itikâdi ve amelî hükümlerin hepsini içine alır Ancak şeriat, genellikle amelî hükümler için kullanılır Buna göre, ilâhı nizâmın amel ve dış yönünü temsil eder Dinin iç yönünü, özünü teşkil eden itikâdı hükümler, bütün semavî dinlerde ortak olduğu halde, ilâhı nizâmın dış yönünü oluşturan amelî hükümlerde zaman içinde değişmeler olmuştur İslâm, geçmiş şeriatların büyük bir kısmını değiştirmiş, kaldırmıştır Allah, melek, peygamberlik ve ahiret günü gibi inanç esaslarında ise, herhangi bir değişiklik olmamıştır İşte, fıkıh, İslâm dini'nin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder Yirminci yüzyılda bu kelimelerin aktüel kullanımları ise, olumsuz bir ideolojik manaya tekâbül etmektedir Ve gerek fıkıhçı, fukaha, gerekse şerîatçı terimlerinin muhtevası kasıtlı olarak yanlış anlaşılmaktadır
Hz Peygamber hayatta iken fıkıh, bugün bildiğimiz sistematik manada değildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti Bi'setten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiş ve risâlet yirmi üç yılda tamamlanmıştır Onüç yıl süren Mekke devri'nde daha çok inanç ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri inmiştir Zira İslâm devleti oluştuktan sonra uygulayacağı hukuk esasları cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arası ilişkiler olup bu devrede nâzil olmuştur
İslâm fıkhı, bir takım devirlerden sonra oluşmuştur:
1 Resulullah'ın devri: Bu devirde, fıkhın asıl kaynakları olan Kur'an ve Sünnet ortaya çıkmıştır
2- Sahabe devri: bu devir, Ahkâmla ilgili ayet ve hadislerin sahabe tarafından tefsir ve izah edildiği devirdir
3- Müçtehid imamlar devri: fıkıh meselelerinin yazılmaya başlanması ve büyük müçtehidlerin ortaya çıktıkları devirdir Bu devir, İslâm fıkhı için gelişme ve olgunlaşma devridir
4- Taklid devri: bu da fıkıh ilminde duraklama devri sayılır
İslâm fıkhı, şu özelliklere sahiptir:
a) Hükümlerin esası vahye dayanır Kitap ve Sünnet'te açıkça ifade edilen kesin hükümler hiçbir şahıs veya kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün müminler için bağlayıcıdır Bunlar, tek kânun koyucu Allah ve Resulü'nün emir ve nehiyleridir Bunların esasa ait olan hükümleri, bütün fukahanın görüş birliğiyle yani icma ile sabit olmuş, artık değiştirilmesi mümkün olmayan kurallardır Bunlara 'şer'i şerif', 'şer'î hukuk' veya 'şer'î hükümler' denmiştir
Beşeri hukuklarda kanun koyucu ve anayasalar her zaman değiştirilebilir Kanun koyucular, bazen kral, sultan, şah gibi tek kişi, bazen bir meclis vs kalabalık bir grup olabilir
b) Kur'an ve Sünnet'te açık hüküm bulunmayan, hakkında İslâm fukahasının icma'ı da olmayan hükümlerde müçtehidler, furuâ ait meselelerde farklı içtihadlarda bulunmuşlardır
İslâm hukukçularının farklı ictihadlarıyla çözümlenen bu hükümlerin dayanağı; istihsan, maslahat (kamu yararı), örf, âdet, sahâbe kavli, önceki şeriatler ve sedd-i zerâyi' (kötülüğe giden yolu kapama) gibi tali delillerdir Bu çeşit hükümleri ortaya çıkartan ve şer'i ölçülere göre tespit edenler müçtehid hukukçulardır Burada bir yönüyle kanun veya kaide koyma faaliyeti mefhumu, müçtehid imamların içtihadlarına inhisar etmektedir Bir İslâm beldesinde Ulü'l-emr yani üst otorite, içtihad yapacak güce sahipse, o da bu yasama işine dahil olur Aksi hâlde, yasama, mevcut mezhep veya içtihadlar arasında tercih yaparak uygulanır İslâm Devleti'nin en üst organının yaptığı düzenlemeler, şer'î esâslar dahilinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşrûdur Ulû'l-emr'in bu faaliyeti özellikle içtihâdı hükümlerin bağlayıcılık vasfını kazanması için gereklidir O, isterse bu meseleleri mütalaa ve müzakere etmek üzere ehli'l-hal ve'l-akd denilen uzman kişilerden oluşan şûra meclisinin görüşlerini alır (bkz en-Nisâ, 4/59; Buhâri, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39)
c) İslâm fıkhının kapsamı insanın kendisi, toplum ve yaratıcıyla olan münasebetlerini düzenler Çünkü fıkıh, hem dünyevî, hem uhrevî niteliğe sahiptir Hem din, hem devlettir, kıyamete kadar süreklidir ve bütün insanlığa yöneliktir Bu hükümlerin özelliği bütüncül oluşudur Yani iman, ahlâk, ibâdet, muameleler içiçedir, birbirinden ayrışmış hayat alanları veya lâik temellerle dini hükümlerin ayrışmışlığı sözkonusu değildir Gönül huzuru, toplum düzeni, fert ve toplum hayatı, herkesi mutlu ve huzurlu kılma düşüncesi, Allah'ın gizli-açık her şeyi kontrol etmekte olduğu esası bu hukuku güçlendiren iç motiflerdir İslâm, bu anlamda bütün beşerî sistemlerden ayrılmaktadır
Fıkh'ın yöneldiği mükelleflere ait söz, fiil, akit ve tasarruflar iki alanda cereyan eder: ibadetlere ait hükümler; temizlik, namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi insanla Rabbi arasındaki münasebetleri düzenleyen hükümler Bu konu ile, ilgili olarak, Kur'an-ı Kerîm'de yüzkırk kadar ayet vardır
kincisi, muamela hükümleridir Akit, hukuki tasarruf, suç ve ceza gibi insanların birbirleriyle ve toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümler Bunlar, beşerî hukuktaki umûmî ve hususî hukuk alanına girmektedir Bunların gâyesi; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumun diğer toplumlarla münasebetlerini düzenlemektir
Muamelat hükümleri şu dallara ayrılmaktadır:
Aile hukuku: "el-ahvâlü'ş-şahsiyye" denilen bu hükümlere Kur'an'da nikâh, talâk, iddet, nafaka, mehir, nesep, miras gibi terimlerle yer verilmiştir Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş kadar ayet vardır
Medenî hükümler: Alım-satım, kira, kefâlet, ortaklık, borçlanma, borcu ödeme gibi fertler arasındaki mâli ilişkileri düzenleyen ve hak sahibinin hakkını koruyan hükümler, bu niteliktedir Bu hususta da Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş ayet vardır
Ceza hükümleri: Bunlar, mükellefin işlediği suçlar ve bunlara uygulanacak müeyyidelerle ilgilidir Amaç, can, mal, ırz ve hakları korumak, suçlu ile mağdur ve toplum arasındaki ilişkileri düzenlemek ve güveni sağlamaktır Bu konuda otuz kadar âyet-i kerime vardır
Usûl hukuku: Kaza, dava, isbat yolları gibi konuları kapsar Bunlarla ilgili olarak yirmi kadar ayet vardır
Anayasa hukuku: Devlet nizâmını ve bu nizâmın işleyiş tarzını belirleyen, yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler olup, "el-Ahkâmü's-Sultaniyye" adıyla incelenmiştir
Devletler umumi ve hususî hukuku: Bu hukuk dalı, İslâm devletinin barış ve savaş zamanlarında diğer devletlerle olan münasebetlerini, müslüman ve zimmet ehli vatandaşların haklarını düzenler Bu konu ile ilgili olarak yirmibeş ayet vardır
İktisat ve maliye hukukuna dair on ayet vardır Bu ayetler, İslam devleti'nin gelir kaynakları ile harcama yerlerini gösterir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk 1984, I, 15 vd; M Ebû Zehra Usulü'l-Fıkh, s 96 vd)
Bu prensipler, fertle devlet arasındaki mâlı ilişkileri düzenler Bir İslâm ülkesindeki mallar şu kısımlara ayrılır:
1- Genel ve özel devlet malları: gânimetler, öşür, gümrük, haraç, katı ve sıvı madenler, tabii kaynaklar 2- Toplum malları: Zekât, sadakalar, adak ve krediler 3- Aile malları: nafakalar, miras ve vasiyetler 4- Fert malları: ticaret, kira ve şirket gelirleri ile diğer meşrû gelirler, mâli cezalar; keffâretler, diyet ve fidyeler
d) İslâmî amelî hükümler, helâl ve haram olarak dinî bir vasıfla nitelenir Beşerî hukukta, böyle bir değerlendirme sözkonusu değildir İslâm'da muâmelelerin hükümleri, dünyevî ve uhrevı diye ikiye ayrıldığı için, dünyevî olan fiil veya tasarrufun dış görünüşüne dayanır
Mahkeme kararları (kazâı hüküm) bu gruba girer Çünkü hâkim, gücünün yettiği şekilde hüküm verir O'nun hükmü bâtılı hak, hakkı bâtıl kılmaz Yani gerçekte haramı helâl, helâlı haram yapmaz Diğer yandan kaza, fetvanın aksine bağlayıcıdır Uhrevî hüküm ise, bir şeyin gerçeğine dayanır Bununla kişi ve Allah arasında amel edilir Buna diyânı hüküm denir Hükmün bu yönü, fetva ile ilgilidir Fetva, sorulan dinî bir meselenin şer'î hükmünü bağlayıcı olmamak üzere haber vermek demektir Hükümler arasında böyle bir ayrımın yapılması şu hadise dayanır:
"Ben, ancak bir beşerim Siz bana muhakeme ile başvuruyorsunuz Taraflardan birisi davada delillerini diğerinden daha iyi açıklayabilir Ben de dinlediğim ifadelere göre, onun lehine hüküm verebilirim Kime bir müslümanın hakkını verirsem, bu, (onun elinde) ateşten bir parçadır; onu alsın veya terketsin" (Kütübi Sitte, Mâlik ve Ahmed b Hanbel'de yer almaktadır)
Bu ayırımın faydası şudur: Boşama, yemin, borç, ibrâ, ikrâh vb konularda hâkimin görevi müftününkinden farklıdır Hâkim, olayların dış görünüşüne göre hüküm verir Eğer bu iki yön çatışırsa, iç görünüşe göre fetva verir Meselâ: Bir kimse, borçlusuna bildirmeksizin, onu borçtan ibrâ etse, sonra da mahkemeye başvurup, alacağını talep etse, hâkim, borcun ödenmesine hüküm verir Fetvaya göre ise, ibrâ ettiği için artık bu alacağını talep edemez (ez-Zühaylî, a g e , I, 2 1 -22)
d) Fıkhın, bu günkü devletler umumi hukukuna tekabül eder bölümüne 'siyer' denir
e) Usul-i Fıkıh, fıkıh metodolojisi ve fıkıh nazariyesidir Delillerin istinbat usulünü ele alır
__________________
|