Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-04-2008   #198
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük




FIRKA-I NACİYE

İslâmî akideyi en net ve sağlam şekliyle kabul eden topluluk Bu deyim iki kelimeden meydana gelmiş bir isim tamlamasıdır Terkibin birinci ismi olan fırka kelimesi için bk "Fırak-ı Dalle" Naciye kelimesi Necat kelimesinden türetilmiş olup kurtuluş, kurtulmak, refah ve saadete ermek, umduğuna kavuşmak manalarına gelir
Şu halde, Fırka-ı Naciye, kurtuluşa eren, ahiretteki her türlü azabtan beraet ederek, necatını, kurtuluşunu eline alan topluluk, zümre demektir ki, bunun bir adı da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaattir Diğer bir ifade ile Fırka-ı Naciye, Kur'an-ı Kerîm'in hükümlerini kabul ve tasdik etmekle onlara uyan, Hz Peygamberin ve O'nun büyük Ashâbının yolunu aynen takip eden büyük topluluk, Cemaat demektir
Hz Peygamber (sas) Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadislerinde: " Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacak, kurtuluşa eren fırka (Fırka-ı Naciye) dışında kalan yetmiş iki fırka Cehenneme gidecektir", buyurmuşlardır Ayrıca bu türden olan hadislerin devamında sahabîlerin, Fırkaı Naciye'den sormaları üzerine Hz Peygamber, Fırka-ı Naciye'yi: "Benim yürüdüğüm yola ve bu yolda beni takip eden ashabımın yoluna uyanlardır" diye tarif etmiştir
İşte Yüce Allah'ın Resulü Sevgili Peygamberimizin ashabının yoluna uyanlara "Sünnet ve topluluk mensubları" anlamında Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat" denilmiştir Bu anlamda Fırka-ı Naciye'yi de Allah'ın Kitabına, yani Kur'an-ı Kerim'e ve Resulünün ve ashabının diliyle nakledilmiş dosdoğru yoluna, Sünnetine uyan Cumhûrun, yani müslümanların çok büyük bir topluluğunun görüşlerini benimseyip kabul eden ve bunlarla amel eden büyük topluluk olarak anlamak gerekir
Gazalı, Fırka-ı Naciye'nin bu doğru yolunun, kurtuluşa götüren yolunun esaslarını itikadı noktadan toplu bir şekilde şu üç hükümde toplamaktadır: 1) Allah'a İman, 2) Nübüvvete İman -ki meleklere ve kitaplara imanı da içine alır- 3) Ahirete İman (İmam-ı Gazâlî, Faysalu't-Tefrika, Mısır 1325, s15)
Zira Peygamberimiz bu esaslara inanan kimsenin müslüman olarak, bu dinin nimetlerinden faydalanacağını ve mümin olacağını, birini veya tamamını-yalanlayıp inkâr edenin de ne mümin ne de müslim sayılacağına, onun kâfir olduğunu bildirmiştir Kur'an-ı Kerîm'in pek çok ayetinde bu doğru yola ve bu yolun Hz Peygamberin yolu olduğuna işaret edilmiştir: "Ey İnananlar, And olsun ki, sizin için, Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah'ın Resulü (Hz Peygamber) en güzel örnektir" (el-Ahzâb, 33/21)
" Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir" (el-Haşr, 59/7)
"Ey Muhammed! Eğer sana cevab veremezlerse, onların sadece heveslerine uyduklarını bil Allah'tan bir yol gösterici olmadan hevesine uyandan daha sapık kim vardır? Allah zalim milleti şüphesiz ki doğru yola eriştirmez" (el-Kasas, 28/50)
"Ey Muhammed! de ki, Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın Allah affeder ve merhamet eder" (Âl-i İmrân, 3/31)
İslâm Tarihi boyunca olduğu gibi, bu gün de akaid sahasında en isabetli yolu takip ettiği kabul edilen ve müslümanların büyük çoğunluğunu sinesinde toplayan Fırka-ı Naciye veya Ehl-i Sünnet, mezhebler Tarihi âlimlerinin büyüklerinden olan Abdülkâhir el-Bağdadî'ye (ö: 429/1037) göre şu sekiz sınıf, topluluktan meydana gelmiştir:
1- Ehl-i Bid'atın hatalarına düşmeyen, Râfızîler, Hâricîler, Cehmiyye, Neccâriyye ve diğer sapık fırkalar gibi düşünmeyen Sıfatiyyenin yolunu takip eden Kelâm âlimleri,
2- Hem re'y, hem de hadis grubuna mensup fıkıh imamlarından ve usulu'd-Dıne, Sıfatıyyenin Allah'a ve O'nun ezel; sıfatlarına inanışı gibi inananlardan meydana gelen Fıkıh âlimleri,
3- Hz Peygamberden gelen sağlam haberler ve sünnetlerin yollarıyla ilgili bilgilere sahib olanlar ve bunlardan sahih ile zayıfını ayırdedebilen muhaddisler,
4- Edebiyat, dilbilgisi ve söz dizimi ile ilgili pek çok şeyin bilgisine sahip olan âlimler,
5- Kur'an okuma şekilleri ve Kur'an ayetlerini açıklama yolları ve bunların sapık fırka mensublarının tevilleri dışında Ehl-i sünnet mezhebine uygun tevilleri hakkında geniş bilgiye sahib müfessirler ve Kıraat İmamları,
6- Sûfi zâhidler
7- Müslümanların sınırlarında kâfirlere karşı nöbet tutan, müslümanların düşmanlarıyla savaşan müslüman, kahraman mücâhidler,
8- Ehl-i Sünnet akıdesinin yayıldığı, onların davranışlarının hâkim durumda bulunduğu beldelerin ve memleketlerin ahalisinden, halk kitlelerinden müteşekkil topluluklar (AbdulKâhir Bağdâdî, El-Fark Beyn'il-Fırak, s289/292)
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatin üzerinde Birleştiği Esaslar:
Sünnet ve Cemaat Ehli'nin büyük çoğunluğu dinin rükünlerinden belli esaslarda ittifak etmişlerdir Dinin bu rükünlerinden her birinin hakikatını bilmek buluğ çağına ulaşmış her akıllı kimseye vacibtir El-Bağdadî'ye göre her rüknün şubeleri vardır ve onların şubelerinde, Ehl-i Sünnetin tek görüş halinde üzerinde birleştikleri meseleler vardır:
1- Kâinat vehim ve hayalden ibaret olmayıp onun bir öz varlığı ve hakikatı mevcuttur İnsan bu kâinatı tanımaya, ayrıca bilgi edinmeye muktedirdir
2- Kâinat bütün ayrıntılarıyla yaratılmış bir şeydir Onun mutlaka bir tek olan yaratıcısı vardır
3- Allahu Teâlâ'nın zatından ayrılmayan ezelî sıfatları vardır
4- O'nun isimleri, vasıfları, adaleti ve hikmeti zatının gereğidir, bunları da bilmek gereklidir
5- Yüce Allah'ın Resuleri ve Nebîleri vardır, onların mucizelerini bilmek de zorunludur
6- Yüce Allah'ın emir ve yasaklara dair hükümleri ile teklifin (mükellef olmanın) bilgisini elde etmektir Yani İslâm'ın üzerine bina kılındı beş rüknü kabul ve tasdik etmektir ki, bunlar: Allah'tan başka bir ilâhın bulunmadığına ve Hz Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğuna şahitlik etmek, Namaz kılmak, Zekât vermek, Ramazan orucu tutmak ve Kâbe'ye hacca gitmek
7- İnsanların fani olduğuna, öldükten sonra dirilecekleri Ahiret âleminin varlığına ve bu âlemin müştemilatı denilen, haşr, sual, hesab, mizân, Cennet, Cehennem gibi hususlara inanmak,
8- Ahirette Allah'ın müminler tarafından görüleceğini bilmek,
9- Kaderin hak olduğunu, fakat kulların işlerinde mecbur olmadıklarını bilmek,
10- Kelâmullahın kadım olduğunu, fakat ses ve harflerden meydana gelmediğini bilmek
Görüldüğü gibi bütün bu ve benzeri olan itikâdı esaslar Fırka-ı Nâciye'nin, yani Ehl-i sünnetin büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak edip birleştikleri noktalardır Ayrıca bu esasların herbiri Kur'an-ı Kerîm'in muhkem ayetlerine, Hz Peygamber'in sahih hadislerine dayanmaktadır
Bu itibarla Fırka-Naciye Allah'ın emirlerini bilip onları yerine getirdiği, yasaklarını anlayıp onlardan uzak durduğu ve Hz Peygamberin gösterdiği hak yolda ilerlemeye devam ettiği için bu adı almış, yani kurtuluşa eren büyük topluluk olmuştur Fırka-ı Naciye'yi ilk devirdeki topluluklara göre Ehl-i Sünnet-i Hasse denen Selefiyye, Ehl-i Sünnet-i Amme denilen Mâtûridîlerle Eş'ârîler meydana getirmiştir (Geniş bilgi için bk Ahmed b Hanbel, Müsned, II, s332; Ebû Dâvud, Sünen, II, s259; İbn Mâce, Sünen, II, s479; Gazâlı, İhyâ', I, s179; Şâtibî, Muvâfakat, IV, 48-52; Teftâzânî, Şerhu'l-Makârıd, II, s199; Abdulkâhir Bağdâdî, el-Fark Beyne'l-Fırak, Mezhebler Arasındaki Farklar, Tercüme: Doç Dr E Ruhi Fığlalı s289-335; Eş'ârî, Makalât, 277-284)

FISK, FÂSIK

İsyan, Allah'ın emrini terk, hak yoldan çıkma, günah işleme tohumun kabuğunu delip çıkması Fısk'ın çoğulu fesekâ ve füssâk'tır Istılahi anlamı ise, büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten çıkmak (Muhammed Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282) Ayette "Rabbinin emrinden, O'na itaattan dışarı çıktı" (el-Kehf, 18/50) denilmiştir Emrini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden, amel etmediği halde kelime-i şehâdet getiren ve inanan kimse anlamlarında kullanılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, X, 308; el-Cürcânî, et-Ta'rifât, fâsık mad)
Fıskın; Günahı çirkin kabul etmekle beraber, zaman zaman işlemek, devamlı olarak günah işlemek ve günahın çirkinliğini inkâr ederek işlemek (Kâdı Beydâvı, I, 58) şeklinde üç mertebesi vardır Üçüncü mertebe, küfür mertebesidir Yani günahın çirkinliğini ve kötülüğünü kabul etmeyerek haram olduğuna inanmayarak işleyen kimse dinden çıkmış olur
Fıskın sahibine Fâsık denir Fâsıkın üçüncü mertebesinde olmayan fâsık, günahkâr mümindir Ehl-i Sünnet'e göre mümin ünvanı kendisinden ahrımaz Mutezileye göre; Büyük günahişleyen fâsık, mümin değildir İnkâr etmiyorsa kâfir de değildir Küfürle İman arasında kalır Mutezile buna "El-menziletu beyne'l-menzileteyn"* der Yani küfürle iman arasında üçüncü bir mertebe Haricilire göre; Fıskın hangi mertebesinde olursa olsun fâsık kâfirdir (Abdusselam İbn İbrahim, Şerhû Cevheretu 't- Tevhıd, s 244-245)
Fısk ve fâsık terimleri ile çoğulları Kur'an da elli kadar ayette, kullanılmıştır
Ayetlerde görülen değişik anlamlara birer örnek vereceğiz: Zalim anlamında; ''Fakat zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka sekle koydular Biz de fâsık olmaları yüzünden, üzerlerine gökten azap indirdik" (el-Bakara, 2/59)
Hak yoldan çıkma anlamında: "Ayetlerimizi yalanlayanlara ise, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle azap dokunacaktır" (el-En'âm, 6/49) Yalancı anlamında: "Ey iman edenler, eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini araştırın" (el-Hucurât, 49/6) Mücâhid ve Katâde'den nakledildiğine göre, Hz Peygamber Müstalik Oğullarına, Velid b Ukbe'yi toplanan zekâtları teslim almak üzere gönderdi Ancak Velîd, oraya gitmekten korkarak yoldan geri döndü ve Hz Peygamber'in huzuruna çıkarak müstakil oğullarının dinden döndüklerini ve Medine'ye saldın için toplandıklarını, öldürülmekten korktuğu için aralarına girmediğini söyledi Bunun üzerine Allah elçisi, Hâlid b Velîd'i araştırma için müstalik oğullarına gönderdi Hâlid, oraya gece vardı ve casuslarını önden gönderdi Ezan okunduğunu ve namaz kılındığını görünce haberin yalan olduğu ortaya çıktı Bu olay üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu ve bu şekilde yalan uyduran Velîd b Ukbe ve benzerleri için "fâsık" terimi kullanıldı (İbn Kesir, Muhl İhtisaa ve tahkik, Muhammed Alı es-Sâbûnî, Beyrut 1402/1981, III, 360, 361)
Yine Kur'an'da iffetli bir kadına zina iftirası atan kimseye fâsık denilmiştir "İffetli kadınlara zina isnâd edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun Onların şahitliklerini de ebediyen kabul etmeyin İşte"onlar fâsıkların ta kendileridir Ancak, bundan sonra tövbe edip islah olanlar bu hükmün dışındadır" (en-Nûr, 23/4, 5)
Ebû Hanife (ö 150/767)'ye göre, zina iftirası ezası uygulanan kimse sonradan tövbe ederse, Fâsıklıktan kurtulur, fakat ölünceye kadar şâhitliğine güvenilmez Çünkü ayetteki "tövbe ederlerse" istisnası, yalnız cümlenin son kısmına aittir Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, istisna ayetin bütününe aittir Tövbe edince hem fâsıklıktan kurtulurlar ve hem de şahitlikleri geçerlidir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, VI, 173, 174)
Hz Peygamber fâsık âlimden uzak durulmasını (Dârimî, Mukaddime, 29), karga eti yiyenin fâsık olduğunu (İbn Mâce, Sayd 19), Fâsıkların cehennem ehli olduklarını (Ahmed b Hanbel, III, 428, 444) ve bir müslümanın diğerini fâsıklıkla itham etmemesini (Tecrid-i Sarih Tercümesi XII, 137, Hadis No: 1988) bildirmiştir Ayrıca pek çok rivâyeti bulunan bir hadiste beş hayvan için fâsık terimi kullanılmıştır Hz Âişe'den gelen rivâyet şöyledir: "Beş fâsık hayvan vardır ki, bunlar haremde de harem dışında da öldürülebilir Yılan, Akrep, Fare, Kuduz Köpek ve Karga" (Müslim, Hacc, 67, 68, 69; Nesaî, Menâsik, 113, 114,118, 119, İbn Mâce, Menâsik, 91) Burada fâsık terimi; zararlı haşarat, söz dinlemeyen, kötülük yapan anlamındadır
Ayet ve hadislerden anlaşıldığına göre fâsık tabiri kâfir ve münâfığı içine alan geniş anlamda kullanıldığı gibi, ehl-i Sünnet âlimlerine göre daha çok büyük günah işleyenler için kullanılmıştır Ehl-i Sünnete göre inkâra düşmeksizin büyük günah işleyen ne kâfir ne de münâfık olur İmandan da çıkmaz Tövbe etmeksizin ölürse, Allah'ın onu ya bir şefâatçının şefâati veya fazl ve keremi ile affetmesi, ya da suçuna göre onu cezalandırması mümkündür Sonra onu cennete sokar Çünkü Allahû Teâlâ "Ey iman edenler, Allah'a nasûh (kesin) tövbe ile tövbe ediniz" (et-Tahrim, 66/8) ayetinde, günah işleyene iman sıfatiyle hitabetmiştir Bunun gibi daha pek çok ayet vardır (bk el-Bakara, 2/178; el-Hucurât, 49/9; el-Mâide 5/106; Ebû Mansur Mâtûridî, Kitabü't Tevhid, İstanbul 1979, s354) Ayrıca İslâm ümmeti Hz peygamber asrından günümüze ehl-i kıble için büyük günah işleyip işlemediğini dikkate almaksızın salât, dua ve Allah'tan mağfiret dileyegelmiştir Yine müminlerin namazlarda ana-baba, hısımlar ve tanıdıkları için bir ayırım yapmaksızın istiğfâr etmesi meşhur olmuştur Halbuki onlar kâfir için istiğfârın caiz olmadığına inanırlar
Ayet ve hadislerde günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır Kur'an'da; "Eğer yasaklandığımız büyük günahlardan sakınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir makama koyarız" (en-Nisâ, 4/31), "O, iyi amellerde bulunanlar; küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçmışlar" (en-Necm, 53/32) buyurulur
Büyük günah (kebire) şöyle tarif edilebilir; ayet ve hadislerde büyük günah olarak belirtilen, hakkında nassı ile bir ceza konulan veya bir tehdîd unsuru bulunan fiiller ile, nass'larda belirtilmediği halde kötülüğü bunlar seviyesinde bulunan fiillerdir İmam Mâtûridî (ö 333/944) büyük günahları itikat ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayırmaktadır Birincisi küfür ve şirk türünden olup, amelle ilgili olanı kişiyi küfre götürmez (Maturidî, 187 age, s338)
Hadislerde bazı büyük günahlar sayılmıştır; Allah'a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, yalancı şahitlik, sihir, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, cihâd alanından kaçmak, iffetli mümin bir kadına zina iftirasında bulunmak, zina yapmak, Mescid-i Haram'da günah işlemek bunlar arasındadır (Bıharı» Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Tirmizî, Tefsır, 5; Şehadatı 3; Birr, 4; Ebû Davûd, Vesaya, I0; Nesâî, Tahrım, 3; Ahmed b Hanbel, III, 131, V, 36, 38; Dârimî, Diyât, 9) Hz Ali (ö 40/661) buna hırsızlık ve şarap içmeyi de ilave etmiştir (Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, Istanbul 1326/1908, s140 vd)
Ancak işleyeni fısk derecesine düşüren bu günahlar, hadislerde örnek kabilinden ve hadisin vârid olduğu sıradaki şartlara göre söylenmiş olmalıdır Çünkü ez-Zehebî (ö 784/1 347) ' nin yazdığı "Kitabü'l-Kebairı de büyük günahların sayısı yetmişe ulaşırken, el-Heytemî (ö 974/1566)'nin "ez-Zevacir an İktirafeıl-Kebairı adh eserinde bu sayı 467'ye kadar çıkar
Hanefilere göre büyük günah işleyen fâsık, hâkimlik görevine tayin edilmişse, vereceği hüküm ihtiyaç sebebiyle geçerli olur Fakat hâkimin, fâsığın şahitliğini kabul etmemesinde olduğu gibi kendisininde bu göreve atanmaması gerekir Ancak iffetli kadına zina iftirası suçundan hüküm giyen kimse hakimliği ve şâhitliği geçerli değildir (Vehbe ez-Zühaylî age, VI, 745)
Fâsık kendisi ve çocukları üzerinde velâyet hakkına sahiptir O, malını saçıp savurmaması şartiyle sırf fıskı yüzünden hacredilmez Çünkü tasarruf ehliyetini kısıtlama (hacr) israf ve saçıp savurmayı önlemek için meşrû kılındı Ayrıca ilk müslümanlar büyük günah işleyenlerin ehliyetlerinde kısıtlama yapmadılar (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtar, V, 102)
Fâsık, yahudi, hristiyan veya mecusiye zimmî yahut harbî olsun sadaka vererek maddi yardım yapmak mümkün ve caizdir Ayette: ''Onlar yemeğe ihtiyaç ve istekleri olduğu halde, onu, yoksula, yetime ve esire yedirirler" (el-İnsan, 76/8) buyrulur Burada "Esir" harbî durumunda sayılır Yine Hz Peygamber, susuz köpeği sulayan kimse hakkında "Her canlı hayvan için ecir vardır" (Buharı Mezalim 23 Edeb, 37, Müsakat, 9, Müslim, Selam 153) buyurmuştur "Senin yemeğini, Allah'tan sakınan kimseden başkası yemesin" (Tirmizi, Zühd, 56; Ebû Dâvud, Edeb, 16; Ahmed b Hanbel, III, 38) hadisi ise, yardım konusunda tercih önceliğini bildirir (ez-Zühaylî, age, II, 920)
Fıskın zıddı adl; fâsık'ın zıddı adil'dir Adâlet; dini istikamet üzere bulunmak, dini görevleri yerine getirmek, zina, şarap içmek, ana-babaya asi olmak ve benzeri durumlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrardan sakınmaktır Şâfiîler, bir aile reisinin çocukları üzerinde velâyet hakkına sahip olması için onun adâlet sahibi olmasını şart koşmaktadırlar Delilleri Hz Peygamber'in şu hadisidir: "İki adâletli şahid ve rüşde ermiş veli bulunmadıkça nikâh olmaz" (Ebû Dâvûd, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, II; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 31) Çünkü nikâh velâyeti görüş ve takdir hakkını kullanmayı gerektirir Fâsık ise, mal velâyetinde olduğu gibi, bu konuda da isabetli karar veremez
Hanefi ve Mâlikilere göre velâyetin sabit olması için adâlet şart değildir Veli, adil olsun, olmasın kendi kızını veya erkek kardeşinin kızını evlendirebilir Çünkü onun fâsıklığı yanında bulunan kimselere karşı şefkat göstermesine ve hısımlarının maslahatını gözetmesine engel olmaz
Velâyet hakkı geneldir Ne Hz Peygamber devrinde ve ne de ondan sonra hiçbir velinin fıskı sebebiyle çocuklarına velâyetten menedildiği nakledilmemiştir Tercihe şayan olan görüş budur Yukarıda zikredilen hadisi hanefiler zayıf görmüştür
Hanefilere göre fâsık, velâyete ehil olduğu gibi şahitliğe de ehildir Adâletli veya adâletsiz şahitliğe de ehildir Adâletli veya adâletsiz şahitlerin önünde yapılacak akitler geçerli olur Şia da aynı görüştedir Onlara göre şâhitlik akdin sıhhati için gerekli bir şart olmayıp, mendûbtur (ez-Zühaylî, age, VII, 75, 197)




FİTEN

Azgınlık; sapıklık; azap; fikir karışıklığı, ayrılığı Birşeye tutkunluk; günah, küfür, rüsvaylık, göz alıcı güzellik; mal ve evlat Fiten, fitnenin çoğulu Fitne, ilk önce imtihan, deneme ve sınama anlamında kullanılmış, daha sonra kapsamı genişlemiştir Fitne kelimesi fetene-yeftinu'den mastar Kur'an-ı Kerîm'de altmış kadar ayette bu kelime ve türevleri çeşitli anlamlarda kullanılır
Değişik anlamlar için şu ayetleri örnek verebiliriz: "Fitneden sakının Çünkü o, içinizden, sadece zulmedenlere dokunmakla kalmaz (onun musîbeti) günâhsızlara da dokunur" (el-Enfâl, 8/25) Ashab-ı kirâmdan Zübeyr b el-Avvâm şöyle demiştir: "Biz bu ayetin kimler ve ne tür olaylarla ilgili olarak indiğini önceleri anlayamamıştık Hz Ali'nin hilâfeti sırasında vukûbulan Cemel Vak'ası'nda müslümanlar birbirlerine karşı cephe alınca, ayetin sahâbe hakkında indiğini anladım (Sahîh-i Buhâri Muhtasarı Tecrid-i Sarîh Tercemesi, XII, 291, 292)
"Yeryüzün de hiçbir fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın Eğer kötülükten vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür" (el-Enfâl, 8/39)
"Onları bulduğunuz yerde öldürün Sizi yurtlarınızdan çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür" (el-Bakara, 2/191)
"Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmalarından sakın" (el-Mâide, 5/49)
"Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşâbih ayetlere uyarlar" (el-Bakara, 2/7)
"Bilin ki, sizin için mallarınız ve evlatlarınız ancak bir imtihandır" (el-Enfâl, 8/28)
Hz Peygamber'in fitne mefhumunu tefsir eden sözleri, hadis kaynaklarının "Kitâbü'l-fiten" kısımlârında yeralmıştır
Hz Âişe (ranhâ)'dan rivâyet edildiğine göre Resulullah (sas) namazın sonunda şöyle dua ederdi: "Allah'ım, kabir azabından, Mesih, Deccal'in fitnesinden, hayatın ve ölümün fitnesinden sana sığınırım Allâh'ım, hayatın ve ölümün fitnesinden, günâh ve borçtan da sana sığınırım" Bir kimse "Borçtan dolayı çok sığınmanızın sebebi nedir?" diye sorunca; "İnsan borçlanınca konuşur ve yalan söyler Söz verir ve sözünde duramaz" cevabını verdi (Buhâri, Vudû, 37,Ezân, 149, Cenâiz, 86-88, Cihad, 25, Deavât, 38, 39, 44-46; Müslim, Mesâcid, 128, 130, 132, Zikr, 49, Cenâiz, 86)
Hadisteki, kendilerine karşı Allah'tan korunma isteğinde bulunulan altı fitne; kabir azabı, mesih-deccâl, hayat, ölüm fitneleri ile günâh ve borçtur
Kabir azabından sözedilmesi onun varlığına delildir (bkz mad Kabir azabı) Mesih, Hz İsa için de, Deccal için de kullanılır Fakat ikincisi daima "Deccâl"' ilâvesiyle birlikte bulunur Deccâl'a Mesih denilmesi; hayır yönünün kalmaması, tek gözlü olması veya çıktığı zaman yeryüzünü çok kısa sürede dolaşabilme özelliğine sahip olmasıdır İlâhlık davasında bulunması, hakkı bâtıl göstermesi, hilekârlık, yalancılık onun vasıflarındandır
Hayatın fitnesi" dünyaya aldanmak, şehevi arzuları meşrû olmayan şekilde kullanmak, cehâletin arkasında koşmak ve en kötüsü ölüm sırasında imtihana tabi tutulmaktır Ölümün fitnesi ise; ölen kimseye görevli meleklerce sorulan, "rabbin kimdir?" sorusuna, şeytanın, bu kimsenin karşısına geçip; "Şüphesiz rabbin benim" diyerek onu yanıltmaya çalışmasıdır (Tirmizî)
Huzeyfe b el-Yemân şöyle demiştir: "Bir gün halîfe Ömer'in yanında oturuyorduk Ömer, "Resulullah (sas)'in fitne hakkındaki sözlerini hanginiz hatırında tutmuştur?' diye sordu "Ben bilirim' dedim Ömer "Bu sırrı açığa vurmada cesursun' dedi Ben de, "İnsanın ailesi, malı, çocukları ve komşusu yüzünden mâruz kaldığı fitneye namaz, oruç, sadaka, iyiliği emretme, kötülüğü menetme keffâret olur' dedim Ömer "öğrenmek istediğim fitne, deniz dalgalanıp kabardığı gibi kabaran ve kuduran fitnedir' dedi Bunun üzerine Huzeyfe şöyle dedi: "Ey müminlerin emiri, bu fitneden sana bir zarar yoktur Çünkü seninle onun arasında kilitli bir kapı vardır, dedi (Buhârî, Mevâkît, 4, Fiten, 17; Müslim, İman, 231; Tirmizî, Fiten, 71; Ahmed b Hanbel, V, 386, 401, 405) Bir kimsenin ailesi yüzünden fitnesi, onlardan dolayı meşrû olmayan işler yapması, sözler söylemesi; malı yüzünden fitnesi, haram yoldan kazanıp, meşrû olmayan yerlere sarfetmesi; çocukları yüzünden fitnesi, onlara olan aşırı düşkünlüğü sebebiyle birçok hayır işlerine fırsat bulamaması, onların geçimi için haram yoldan kazanç sağlamaya kalkışması; komşusu yüzünden fitnesi ise, iyi ve varlıklı olan komşusuna karşı kıskançlık duymasıdır (Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, II, 469)
Sonuç olarak İslâm'da kişinin fitne ve fesattan uzak, temiz bir hayat sürmesi, mânevî olgunluğa ulaştıracak amellere sarılması amaçlanmıştır Bu konuda Hz Peygamber'in müslümanı tarif eden şu hadisi bize ışık tutmaktadır "Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir" (Buhârî, İman, 4, 5, Rikâk, 36; Müslim, İman, 64, 65; Ebû Dâvûd, Cihad, 2; Tirmizî, Kıyâme, 52)



FITRAT

Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti, Kâlb-i selim, adetullah Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (ty), V, 55)
Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar Fıtrat; ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir Kâinatın Allah'ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1889 vd; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, 198 vd)
Fıtratın geniş anlamları Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde açıklanmaktadır:
"Sen Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver Zira Allah'ın yaratmasında değişme olmaz İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30)
"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir'' (en-Nahl, 16/78)
"Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın " (el-Fâtır, 35/43; Ayrıca bk el-İsrâ, 17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Mümin, 40/85; el-Feth, 48/23)
"Nefse ve onu şekillendirene Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır Semûd, azgınlığından yalanlandı Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti" (eş-Şems, 91/7-14)
"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (el-Beled, 90/10)
"Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur" (el-İnsân, 76/3)
"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir" (Tâhâ, 20/50)
"Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir'' (el-A'lâ, 87/14)
"O (adamın) tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese, 80/7)
"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir"? (el-İsrâ, 17/84)
"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zariyât, 51/21)
"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah'ın kanununda bir değişiklik bulamazsın" (el-Fâtır, 35/43)
"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer" (el-Kasâs, 28/68)
"De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl başlamış?" (el-Ankebût, 29/20)
"Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (el-Mü'minûn, 23/14)
"Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez" (er-Ra'd, 13/11)
Kur'an-ı Kerîm'deki bu ayetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar Hz Peygamber (sas)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde genişletmektedir:
"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" (Ahmed b Hanbel, Müsned, V 251-252)
"Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur" (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 23-25; İman, 264; Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 233, 435)
"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak" (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49; Ebû Dâvûd, Tereccül, 16; Tirmizî, Edeb, 14)
''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lailaheillallah olsun " (Abdurrezzak Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)
"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" (İbn Hibban Hakîm)
"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de " (Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 194)
"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" (Dârimî, Buyû, 2) "Ameller niyete göredir" (Buhâri, Itk, 6)
"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" (Hanbel, Nesâî, Taberânî), "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" (Müslim, Birr, 14)
"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim" (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 162)
Bütün bu açıklamalar fıtratın anlamını belirlemektedir:
Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar
Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır
Bütün insanlar Hanif üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır
Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir
Allah'ın yaratılış kanunu kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen bir yasadır
İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir Bozulmamış, fıtratım korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın ayetlerini de akıl veya kalble kavramaya meyillidir Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar
İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği şarttır
-İnsanlar fert olarak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki her çeşit, sayısız nimetleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler
Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır "En güzel ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır
Bütün yaratılmış varlıklar bu kâinatta Allah'ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yasamaktadırlar İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti yerine getirmekle sorumlu tutulmuştur: Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şahidiz"(el-A'râf, 7/132) Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan, yüzünü hanif olarak Allah'a çeviren, kendisini fatr edene ibadet eden kurtulacaktır (bk el-İnsân, 76/3; et-Tîn, 95/4; el-Beled, 50/10; en-Nisâ, 4/28; el-İsrâ, 17/51; el-Mülk, 67/3; el-İnfitâr, 82/7-8)
Yine Kur'an-ı Kerîm'deki kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki ayetleri düşünmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken, meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden gelen bir fırtınada deniz orasında acz içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan, hemen Allah'a dua etmektedir Bu, insanın fıtraten Allah'ın bilincinde olduğuna bir delildir Bu manevî hak duygusu her ferdde mevcuttur ve İnsanı yoldan çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır (Münâvî, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, V 34; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1978, VI, 3822)
Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi, vb yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir Halbuki Allah: "Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir Allah'ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır Allah'ın yaratması değiştirilemez İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30) buyurmaktadır
Buna göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, ayetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşüleceği gibi, bu sebeple Allah'ın azabına da müstahak olurlar Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan' yavrularının kulağını keserlerdi Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi Kâbe'de Allah'a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu Hiç kimse Allah'ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azabla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı
İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır Yeryüzündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve ideoloji bunu sağlayamamıştır Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye karşı "doğal-pozitif akıl lâiklik" karşıtlığıyla oldukça, basit ve insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir yola sokmak istemişlerdir Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir Bu boşluk Allah'ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (et-Talâk, 65/1) Bu boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak hepsi de fıtrata aykırı muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar İslâm'dan başka kurtuluş olmadığını anlamaktadırlar Çünkü: "Kalpler ancak Allah'ı sanmakla huzur bulur" (er-Ra'd, 1 3/28)



FUCÛR

Azmak, günaha dalmak, doğru yoldan ayrılmak, yemin ve sözünde yalancı çıkmak Allah'ın emirlerinden çıkmak, dinî ölçü ve prensiplere aykırı hareket etmek, fısk ve isyana düşmek
Kur'an-ı Kerîm'de, bu kelime benzer kalıplarıyla yedi yerde geçmekte, fakat "fücûr" kalıbı halinde sadece bir yerde geçmektedir O da eş-Şems suresi 8 Ayet-i Kerîmedir ki, meâlen şöyledir: "Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki" (Diğer ayetler için bkz "Facir" maddesi)
Bu ayette "fücûr" kelimesi "takvâ" kelimesinin zıddı olarak ifade edilmekte ve "takvâ", "iyilik kabiliyeti" olarak, "fücûr" ise, "kötülük kabiliyeti" olarak ele alınmaktadır Buradan da "takva" ve "fücûr"'un zıt anlamlar taşıdığını ve her ikisinin de insanda yerleşmiş birer durum olduklarını çıkarmak mümkündür
Bilindiği üzere "takvâ", insanın Allah'tan hakkıyla korkup, O'na hakkıyla inanıp, bağlanmak, nefsini O'nun himayesi altında tutup kötülüklerden koruma anlamlarını taşımaktadır ki, buna bağlı olarak "fücûr" da, Allah'ı hakkıyla tanımamak, O'ndan hakkıyla korkmamak, tam anlamıyla bağlanmamak ve dolayısıyla O'nun himayesi ve tasarrufunun dışında günah işleyerek, kötülük içinde bulunmak anlamlarına gelmektedir
Yine aynı ayette "fücûr" kelimesi,
"takva" kelimesinden önce zikredilmiştir Bu da genel bir kuralı hatırlatmaktadır ki, o da, iyi bir hasletin yerleşmesi için, kötü hasletin terki esas tır Her ikisinin bir arada bulunabileceğini düşünmek doğru değildir Bir insan hem fısk-u fücûr içinde bulunup hem de takva üzere yaşamış olamaz Takva için esas şart, fücûr halini terketmektir Önce, günaha dalmaktan, Rabbına karşı gelmekten ve asi olmaktan uzaklaşıp, daha sonra da O'nun emrettiği şeyleri tam bir ihlasla yapıp, O'na tam anlamıyla bağlanmak, yani "takva" ya ulaşmak sözkonusudur
fücûr, her ne kadar Allah'ın emir ve yasaklarını çiğnemek durumlarını ihtivâ etmiş olsa da, bu durumlarda eğer kesin bir inkar görülmüyorsa, fücûru küfürle aynı sayamayız Küfür ancak açık bir inkâr ve Allah'a ortak koşma söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır Kısaca söylemek gerekirse, her küfür fücûr sayılmış olsa da, her fücûr, inkâr olmadığı sürece küfür olarak ele alınamaz


FUKAHAY-I SEB'A

Medine'de aynı asırda yaşayan tabiîlerden yedi fakih
Emevilerin iktidarda bulunduğu yıllarda bazı sahâbe çocukları ve tabiînden kimselerin bu iktidar ve yönetime karşı gelip toplumda çeşitli karışıklıkların çıkması yüzünden bir kısım sahâbîler, tabiîler hükümet merkezinden uzak şehirlere çekilip İslâmi ilimlerle uğraşmışlardı
Onların ilmî çalışmaları ve çevrelerinde toplanan öğrencilerinin gayretleri daha sonra tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin teşekkül ve tedvinini doğurmuştur
Tabiatiyle birbirinden uzak ve değişik toplumsal şartlara sahip olan bu şehirlerdeki bilginler arasında görüş farkları gittikçe belirgin hâle geliyor ve her şehirde kendisine göre bir fıkıh ekolü doğmaya başlıyordu Bunların en etkili olanları Hicaz ve Irak ya da diğer adıyla Medine ve Kûfe ekolleriydi Kur'an, sünnet ve sahâbîlerin icmâlarıyla hükmü belirtilmemiş olan meseleleri Iraklı bilginler, akıl ve ictihad ile çözmeye çalışıyorlardı Hicazlılar ise daha ziyâde hadis ve geleneklerden hareket ediyorlardı Dolayısıyla bunlara "Hadis" veya "Eser" ehli adı veriliyordu
İşte Hicaz ekolünü Fukahây-ı Seb'a denilen yedi fakih temsil etmektedir Bunların basında Saîd b el-Müseyyeb gelir Bunlar, hakkında nass bulunmayan konularda ictihad yaparlarken en çok maslahata önem verirler ve genellikle ortaya çıkmamış problemler üzerinde durmaz ve bu gibi konularda görüş beyan etmezlerdi
Fukahay-ı Seb'a'ya bu ismin verilmesinin sebebi, sahâbeden sonra fetva işinin bunlara kalması, ilim ve fetvanın daha çok bunlardan etrafa yayılması ve bununla şöhret bulmaları içindir Nitekim onların yaşadığı asırda Salim b Abdullah b Ömer ve benzeri birçok tâbiî âlimler olmasına rağmen fetva işi en çok bu yedi fakihten soruluyordu (İbn Hallikan, Vefeyâtu'l-A'yân, I, 117)
Bu yedi Fakih şunlardır:
1- Saîd b el-Müseyyeb (ö 94/712): Tâbiîlerin reisi idi Hadis rivâyeti, zühd, ibâdet ve takvayı nefsinde toplamıştı Aynı zamanda rüya tâbirini de çok iyi biliyordu Sa'd b Ebı Vakkas ve Ebû Hureyre gibi bir grup sahâbîden ve Peygamber efendimizin hanımlarından hadis dinlemiştir Ebû Hureyre'nin kızı ile evli idi ve hadislerin çoğunu da Ebû Hureyre'den rivâyet etmiştir Kendisi der ki: Elli seneden beri cemâatle namazda imamın ilk tekbirini kaçırmadım ve elli seneden beri namazda bir adamın kafasına bakmadım (ilk safta durduğu için) Ayrıca elh yıl sabah namazını yatsı abdestiyle kıldığı söyleniyor Kendisi şöyle diyordu: Allah'a ibâdet gibi insanı şerefli kılan ve Allah'a karşı günâh işlemek gibi insanı küçük düşüren bir şey yoktur
Emevi yöneticilerinden Abdülmelik b Mervan'ın oğulları Velid ve Süleyman'ın veliaht olmalarına bey'at etmediği için Abdülmelik'in emriyle Medine valisi Hişâm b İsmail tarafından kendisine elli değnek vurulup Medine sokaklarında teşhir edildi Zâlimlerle ilgili şunu söylüyor: Zâlimlerin çevresindeki yardımcılarına ancak kalben nefret ederek bakın, ta ki amelleriniz yok olmasın Said b el Müseyyeb Medine'de vefat etmiştir
2- Ebû Bekr b Abdirrahman b Hâris b Hişâm (ö 94/712): Tâbiîlerin ileri gelenlerindendir Kureyş Rahibi diye adlandırılırdı (İbn Hallikan, age, I, 117)
3- Kasım b Muhammed b Ebı Bekr es-Sıddîk (ö 107/725): Tâbiîlerin ve zamanının en üstün şahsiyetlerindendi İmam Mâlik, "Kasım bu ümmetin fakihlerindendir" diyordu Kendisi bir grup sahâbîden rivâyet etmiş, kendisinden de tâbiîlerin büyüklerinden bir cemâat rivâyet etmiştir Mekke ve Medine arasında bulunan ve Kudeyd denilen bir yerde vefat etmiştir (İbn Hallikan, age, IV, 60)
4- Urve b Zübeyr b el-Avvâm (ö 94/712): Alim ve sâlih bir zat idi Kur'an-ı Kerîm kıraatlarıyla ilgili kendisinden rivâyetler yapılmıştır Kendisi teyzesi olan Hz Âişe'den hadis dinlemiş, ondan da İbn Şihâb ez-Zührî ve diğer bazı âlimler rivâyet etmiştir Medine'de kendi adıyla anılan Urve kuyusunu kendisi kazdırmıştır Medine yakınında Fur' denilen bir köyde vefat etmiştir (İbn Hallikan, age, III, 255-258)
5- Süleyman b Yesâr (ö 107/725): Âlim, âbid ve güvenilir bir zat idi Kendisi, İbn Abbâs, Ebû Hureyre ve Ümmü Seleme'den hadis rivâyet etmiş, ondan da İmam Zührî ve büyük hadisçilerden bir grup rivâyet etmiştir (İbn Hallikan, age, lI, 399)
6- Hârice b Zeyd b Sâbit (ö 104/722): Kadri yüce âlim ve zâhid bir tâbiî idi Zührî kendisinden hadis rivâyet etmiş, Medine'de vefat etmiştir (İbn Hallikan, II, 223)
7- Ubeydullah b Abdullah b Ute b Mes'ud (ö 98/716): Belli-başlı tâbiîlerdendi Kendisi İbn Abbâs, Hz Âişe ve Ebû Hureyre'den hadis dinlemiş ondan da Ebu'z-Zenad, Zührî ve diğer bazıları rivayet etmiştir Zührî, "Dört denize ulaştım" diyor ve onların arasında Ubeydullah'ı da zikrediyor Ömer b Abdilaziz, 'Ubeydullah'ın bir gecesi bana bütün dünyadan daha sevimlidir'; O'nun bir gecesini beytulmâlin parasından bin dinara satın alırım" diyordu Medine'de vefat etmiştir (İbn Hallikan, age, III, 125)


FURKÂN

Hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran
Furkân ism-i masdardır: Masdar değildir Fark kelimesinden daha anlamlıdır Çünkü furkân sadece hak ile bâtılı birbirinden ayırma manasında kullanılır Fark ise, daha umumî olup, ayırmanın mümkün olduğu bütün nesneler hakkında kullanılır (Abdu'r-Rauf el-Mısrî, Mu'cemü'l-Kur'an, Beyrut 1367/1948, II, 77)
Furkân, Kur'an-ı Kerîm'de değişik anlamlarda kullanılmıştır:
1- Zafer anlamında: "Hani Musa 'ya doğru yola gelirsiniz diye, o kitabı (Tevrât'ı) ve Furkân'ı (zaferi) vermiştik" (el-Bakara, 2/53)
2- Dinde insanı sapıklıktan ve şüphelerden çıkarma anlamında: "(O Kur'an ki) insanlara tam hidayettir, doğru yolu ve hak ile bâtılı ayırdeden (dalâletten kurtaran) hükümlerin nice açık delilleridir'' (el-Bakara, 2/185)
3- Kur'an ile eş anlamda: "Furkân'ı, âlemlerin (ilâhi azap ile) korkutucusu olsun diye, kuluna (Hz Muhammed 'e) indiren (Allah'ın şânı) ne yücedir" (el-Furkan, 25/1) (Ebu'l-Ferec Abdurrahman ibnü'l-Cevzî (V 597/1200), Nüzhetü'l-A'yfini'n Navâzir fi İlmu'l-Vücûh ve'n-Nazâir, Beyrut 1405/1985, s459-460)
Müfessir Zemahşeri el-Bakara suresinin 53 ayetini tefsir ederken Furkân'la ilgili olarak daha değişik anlamlar vermekte ve şöyle demektedir: "Yani Musa'ya Tevrat'ı verdik O Tevrat ki, hem ilâhı bir kitaptır, hem de hak ile bâtılı birbirinden âyırdedendir Veya ayette geçen Furkân; hüccet, âsâ, yed-i beyzâ (ışık saçân el) ve diğer mucizeler demektir Yani Hz Musa'ya bunlar verilmiştir Furkân, helâl ile haramı birbirinden ayırdeden ilâhı kanunlar anlamına da alınabilir Başka bir görüşe göre de furkân, Hz Musa ile düşmanlarını biribirinden ayırdeden Zafer anlamındadır Nitekim el-Enfâl, suresinin 21 ayetinde geçen "Furkân Günü" Bedir'de kazanılan zafer anlamına gelmektedir" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, 1397/1977, I, 69)
Zamahşen de el-Bakârâ, suresinin 185 ayetinde geçen furkan, "hak ile bâtılı, hidayetle dalâleti birbirinden ayıran" manasına alır (el-Keşşaf, I, 111)
Bazı bilginlere göre furkân masdardır Kur'an-ı Kerîm hak ile bâtılı birbirinden ayırdettiği için "Furkân" diye isimlendirilmiştir
Veya Kur'an, bölüm bölüm, parça parça indirildiği için Furkân olarak adlandırılmıştır (Zemahşerî, age, IV, 139)
4- ''Bundan evvel Tevrat ve İncil'i de indirmişti (ki onlar) insanlar için birer hidayet idi O hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri de indirdi" (Âl-i İmrân, 3/4) Ayet-i kerimede geçen Furkân'dan maksat, bütün semâvî kitaplardır Çünkü bunların hepsi hak ile bâtılı birbirinden ayırdeder Veya furkân'dan maksat, ayette geçen Tevrat, İncil ve Kur'an'dır Veya dördüncü kitaptır ki, o da Zebûr'dur; yahut Allahu Teâlâ evvelâ Kur'an-ı Kerîm'i cins bir isimle (kitab olarak) zikretti, sonra şanını yüceltmek ve faziletini izhar etmek için onu bir vasıfla, yani hak ile bâtılı biribirinden ayırdeden bir sıfatla tekrarladı (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1397/1977, I, 161-162)
5- "Ey İman edenler; eğer Allah'tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek olanı verir" (el-Enfâl, 8/29) ayet-i kerimesinde gecen furkân zafer manasında olabileceği gibi, beyân ve zuhûr manasına da gelebilir: "Allah size furkân verir" Yani sizi üne kavuşturur; sesiniz her taraftan duyulur; eserleriniz yeryüzüne yayılır Veya "Size furkân verdi'' demek, sizi başarıya ulaştırır, kalplerinize huzur verir Ayrıca Furkân'dan maksat, dinî ve dünyevî üstünlükler demektir Buna göre "Size furkân verir" demek, sizinle diğer dinlerin mensuplarını birbirinden ayırdeder; hem dünyada ve hem ahirette size üstün meziyyetler ihsan eder demektir (Zemahşerî, age, II, 164)
Seyyid Şerif Cürcânî, Furkân'ı şöyle tarif eder: "Furkân, hâk ile bâtılı birbirinden ayırdeden tafsîli ilimdir" (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s166


FURKÂN SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibeşinci suresi Mekkî surelerdendir Ayetleri yetmişyedi, kelimeleri bin sekizyüzyetmişiki ve harf sayısı üçbinyediyüzotuzüçtür Sure; adını birinci ayette geçen ve "ayırmak, ayırdetmek, mühim davaları çözüme kavuşturan kesin delil, mûcize gibi manalara gelen "furkân" kelimesinden almıştır "el-Furkân", aynı zamanda Kur'an-ı Kerîm'in isimlerinden birisidir
Sure, Mekke kâfirlerinin Kur'an, Hz Muhammed (sas)'in peygamberliği ve getirdiği öğretilere karşı yükselttikleri şüphe ve itirazları ele almaktadır Her itiraza uygun cevap verilmekte ve insanlar, gerçeği reddetmenin sonuçları hakkında uyarılmaktadır Surenin sonunda, Müminûn suresinin başında olduğu gibi Resulullah'a iman eden ve onun getirdiği öğretileri izleyen insanların üstün nitelikleri, ahlâkî ve mânevî üstünlükleri tasvir edilmektedir
Sure, bütünü itibariyle Resulullah (sas)'i teselli edici, tatmin ve takviye edici, ruhunu okşayan ifadelerle doludur Bir yanıyla Allah'ın, kulu ve Resulü Hz Muhammed'e tatlı, sevimli ve ruh okşayıcı ifadelerini ihtiva etmekte; bir başka yanıyla da Allah'a ve Resulüne karşı direnen sapık insan yığını ile yapılan savaşı tasvir etmektedir
Konuyu ele alış tarzı bakımından sureyi dört ana bölümde incelemek mümkündür:
I Bölüm: İnsanları uyarmak için Allah'ın, Kur'an'ı kuluna indirmesinden dolayı hamd ve tesbihle başlıyor Göklerin ve yerin tek sahibi, kâinatı hikmet ve takdirine göre idare eden, oğul ve ortak koşmaları reddeden Allah'ın birliğini anlatıyor:
"Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve herşeyi yaratıp ona bir nizam veren, mahlukâtın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (1, 2)
Sonra müşriklerin tek Allah'a inanmayı reddedip O'nunla beraber başka tanrılar edindikleri, bu tanrıların kendileri yaratılmış olduğu halde onlara tapınmaları eleştiriliyor:
"O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler" (3)
Bunun ardından, onların Peygamber'in getirdiği gerçekleri yalanladıklarını ve bu gerçeklerin geçmişlerin masallarından ibaret bulunduğu, hatta bunları bir başkasının Peygamber'e yazdırdığını söylediklerini belirtiyor:
"İnkâr edenler, Bu olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' derler Böylece onlar hiç şüphesiz iftira ve zulme başvurmuşlardır" (4, 5)
İnkârcıların, Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olmasını, yemek yiyip çarşılarda dolaşmasını yadırgadıklarını belirtiyor; gerçekten bir peygamberse ona bir meleğin inmesi gerektiğinden söz ettiklerini naklediyor; bu aşırılıklarını yüzsüzlüğe çevirerek Hz Peygamber'in büyülenmiş birisi olduğunu iddiaya kadar vardırdıklarından söz ediyor:
"Ve dediler ki; "Bu ne biçim peygamberdir? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?O zâlimler "Siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (7, 8)
Cenâb-ı Allah, bunu açıklamakla, inkârcıların, Hz Peygamber (sas) ve onun risâleti hakkındaki sözlerini etkisiz kılmak istiyor
Ondan sonra da sapıklıklarından ve kıyâmeti yalanlamalarından söz ederek, kendilerine hazırladığı cehennem azabını beyân ediyor Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yere atılacaklarını; bu esnada yol olup gitmeyi temenni edeceklerini belirtiyor:
"Üstelik saati (kıyâmeti) de yalan saydılar Biz de saati yalan sayanlar için çılgın bir ateş hazırladık Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler Elleri boyunlarına bağlı olarak, dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler Onlara, "Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, aksine birçok defalar yok olmayı isteyin' denilir" (11-14)
Müminlerin cennetteki durumundan söz ettikten sonra, konunun derinliklerine dalarak inkârcıların mahşer günündeki hallerini gözler önüne seriyor Allah'tan başka tapınmış oldukları şeylerle yüzyüze gelmelerini ve bu tapındıkları şeylerin, Allah'a karşı koşulan her türlü şirki yalanlamaları bölümüne geçiliyor
I Bölüm: Resulullah'ı teselli ile son buluyor ve ona, kendisinin de diğer bütün peygamberler gibi bir beşer olduğunu, onlar gibi yiyip-içip çarşılarda gezindiğini belirtiyor:
"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezinirlerdi Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz Ve Rabbin herşeyi hakkıyla görendir" (20)
II Bölüm: Ahireti inkâr edenlerin Allah'a karşı dil uzatmaları ve, "Bize melekler indirilmeli değil miydik? Veya Rabbimizi görmeli değil mi idik?" (21) dediklerini belirterek başlıyor ve çabucak, melekleri gördükleri kıyamet gününden bir tablo getiriyor gözlerinin önüne: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç iyi haber yoktur Melekler iyi haberler size yasaktır, yasak' derler O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir O gün, gerçek hükümranlık Rahmân'ındır İnkarcılar için yaman bir gündür o" (22, 25, 26)
Böylece Kur'ân'a karşı gelenlerin düşeceği hâli açıklayarak Peygamber'ine teselli vermektedir Onlardan önce geçen ve peygamberlerini yalanlayan, Musa (as), Nuh (as)'ın kavminden, Âd ve Semûd kavminden, Ress halkından söz ederek başlarına gelenleri tasvîr ediyor, onların hayvanlarla aynı safta bulunduklarını, hatta onlardan aşağı olduklarını beyân ediyor: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler Belki daha da sapıktır yolları" (44)
III Bölümde, gece ile gündüzün ardarda gelmesinden, hayat bahşeden sudan ve insanların bu sudan yaratıldıkları halde, Allah'tan başka kendilerine fayda veya zararı dokunmayan varlıklara tapınmalarından, yaratıcılarına ise karşı gelmelerinden söz ediliyor:
"Onlara; "Rahmân'a secdeye varın" denildiği zaman; "Rahmân da nedir, emrettiğine mi secdeye varacağız?' derler, ve bu onların nefretini arttırır"
IV Bölümde ise Allah'a ibâdet edip secdeye kapaman ve Allah'a kulluk sıfatını hakeden "Rahmân'ın kulları" tasvir ediliyor; Rahmân'ın kullarının gittiği yoldan gitmek isteyenlere tövbe kapıları açılıyor; iman ve ibadetin mükellefiyetlerine sabredip dayananların mükâfatı tasvîr olunuyor: "İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlondırılırlar Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar" (75)
Surenin son ayeti, Allah'ı tanıyan ve emirlerine gönülden bağlanan kullar olmayacak olsa, inkârcılardan müteşekkil yol sapmalarının Allah katında hiçbir değerlerinin olmayacağını bildiren ifadelerle son buluyor



FÜRÛ'

Dallar, kısımlar, ikinci derecede önemli şeyler, ayrıntılar, teferruatlar Furû'un tekili olan fer' kelimesi "asl' kelimesinin zıddı olup "kendisinden başka birşeye bina edilen herhangi birşey" diye tarif edilir (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul 1283, s111)
Bu kelime çeşitli ilimlerde kullanılır Fakat daha çok fıkıh ve fıkıh usûlü ilminde kullanılan bir terimdir Çünkü fıkıh ilmi herşeyden önce "usûl" ve "fürû" diye ikiye ayrılır Fıkıh usulü, fıkıh ilminin köklerini (kaynaklarını) veya dayandığı delilleri konu olarak ele alan ve bu deliller vasıtasıyla hüküm çıkarma metodlarını anlatan bir ilimdir
Böylelikle "fürû'", tanımını verdiğimiz usûl-i fıkıh üzerine bina edilen ve fıkhın bölümlerinden birine isim olarak verilen bir terimdir Fıkıh usûlünde konulan metodlar çerçevesinde ayetlerden ve hadislerden çıkarılarak tesbit edilmiş hükümler furû' fıkhın konusunu oluşturur Bu sebeple fıkıh ilmini meydana getiren usûl, furû' ve kaideler birbirine sıkıca bağlı olduklarından, ayrı ayrı düşünülmesi gerekir
Fıkıh usûlüne dair birçok eser yazılmıştır Fakat bunlar usûl kitaplarından daha çok fürû' konularını içeren eserlerdir Bu gibi fürû'a dair fıkıh kitapları genellikle temizlik bölümüyle başlar; bunları ibâdet yani namaz, oruç, hac ve zekât konuları izler İbâdet bölümlerinden sonra "muâmelât" dediğimiz kısımlar gelir Muâmelât konuları ise, genellikle, alış-verişler, kefâlet, havâle, muhakeme usulleri, şahitlik, miras hukuku gibi konulardır Bu ve bunun gibi konular, Kur'an 've hadisten çıkarılan hükümler ve âlimlerin kendi görüşleri ile birlikte, en ince noktalara kadar inilerek, meseleler anlatılmış ve ortaya konulmuştur Meselâ es-Serahsî'nin (544/ 1149), Mebsut'u; el-Kâsânî'nin (587/1191) el-Bedâyiü's-Sanâyi; İmam Şâfiî'nin (204/819) El-Ümm'ü, fücû'a dair fıkıh kitaplarından birkaç örnektir
Furû'nun diğer bir anlamı da; Kişinin anne ve babası, bunların anne ve babaları sonuna kadar usûlü; buna karşılık, çocukları, çocuklarının çocukları sonuna kadar da furû'udur Kişi fürû'una zekât veremez Zira bunlara bakmakla yükümlüdür Mirasından da belli hisselere sahiptirler Bir kadı (yargıç) kendi fürû'nun davasına bakamaz (Ayrıca bk ferd)


__________________
Alıntı Yaparak Cevapla