gülgüzeli
|
Cevap : =>İslami Sözlük
GAZİ, GAZİLİK
Gaza eden kişi İlâhî Kelimetullah için cihada giden, savaşan, Allah yolunda, Allah rızası için mücâdele eden müslüman askerlerden savaştan dönenlere gazi denildiği gibi; savaşta büyük yararlıklar gösterenlere de gazilik ünvanı verilir lügatta "savaşa katılan kişi" hakkında kullanılmasına rağmen, savaşa katılan ve sağ olarak geri dönenler için kullanılan bir deyimdir
Kur'an-ı Kerîm'de şu buyrukla müminlere seslenilmiştir: "De ki: Bize iki iyilikten, gazilik ve şehitlikten başka bir şeyin gelmesini mi bekliyorsunuz?" (et-Tevbe, 9/52) Bu ilâhî emri asırlarca halk "Ya gazi ya Şehid", "Ölürsem şehid, kalırsam gazi" şeklinde kullanmıştır
İslâm'da zorunlu askerlik yoktur Ancak cihada katılmayanlar kınanır (et-Tevbe, 9/42-49) Savaşa katılmayıp evlerinde oturanlar müslümanlar tarafından toplumdan âdeta soyutlanır, Allah da onların kalplerini mühürlemiştir Resulullah gazveye çıkmadan önce, "Cihada istekli olanlar dışında kimse bizimle gelmesin" buyurmuştur (İbn Sa'd, et-Tabakat, II, 27) Ancak Mekke'nin fethinden sonra İslâm devletinin ilk kuruluş ve bi'setin başlangıcındaki hükümler genişlemiş; müminlerin hepsinin savaşa çıkmasının gerekmediği, bir kısmının dini korumak için geride kalması emri gelmiştir (et-Tevbe, 9/122) İslâm'da askerlik zorunlu değilse bile ilimle uğraşanların dahi gönüllü olarak savaşa gittiği görülür Hz Ebû Bekir (r a) de aynı Hz Peygamber (s a s) gibi bu konuda aynı uygulamayı yapmış ancak fetihlerin hızlanması ve İslâm devletinin sınırlarının genişlemesiyle Hz Ömer zamanında maaş alan, nizâmî bir askerlik kurumu ile Divanü'l-Ceyş kurulmuştur (Mürûcuz-Zeheb, III, 955)
Savaşa gidecek kişilerin seçilmesi Resulullah zamanında başlamıştır O, askerleri tek tek kontrol eder, sağlıklı olanları savaşa götürürdü Resulullah'ın uygulamasına göre belirli bir askerlik yaşı da konulmamıştır İhtiyar, çocuk ve hastalar dışında sağlam olan herkes cihada katılmıştır (İbnü'l-esir, el-Kâmil, II, 62) Hz Ömer ise, Divan'larda âkil, bâliğ, müslüman, sağlam, cesur olanları kaydettirmiştir İslâm ordusunun sürekli seferde kalmaması en fazla dört aylık bir seferden sonra askerlerin dinlendirilmesi ve yerlerine dinlenmiş olanların gönderilmesi usûlü ilk defa İslâm devletinde uygulanmıştır (İbnü'l-esir, el-Kâmil, II, 196)
Allahu Teâlâ müminlere zafer vâdettiği, ahirette güzel nimetlerle müjdelendiğinden hiçbir İslâm mücâhid; cihaddan geri kalmak istememiştir Allah gazilere, dünya hayatını, ahiret için satanlara büyük bir mükâfaat verecektir Savaş sırasında kaçanlar ise Allah'ın gazabına uğrarlar, onların yerleri cehennemdir Bu yüzden gazilerin esas olarak şehid olmak arzusuyla savaştıkları görülür (Bk el-Enfâl, 8/15, 16, 58; en-Nisâ, 4/74, 104)
Ayrıca Hz Peygamber (s a s) cihada katılmayanlara görevlerini ihmal etmemeleri ve kısman da olsa telafi etmeleri için: "Kim Allah yolunda cihada çıkan bir gaziyi donatırsa aynen cihada çıkmış gibi olur" (Buhârî, cihad, 38; Müslim, Cihad 135; Ebû Dâvûd, Cihad 20)
Tarihte birçok müslüman devlet adamının cihad mefkûresini ifade etmek için gazi ünvanını aldığı bilinmektedir Selçuklular zamanında gazilik mefkûresini sürdüren bir zümre doğmuştur Bunlara Gâziyân-ı Rûm denilirdi (Aşıkpaşazade, Tevârih-i Âli-i Osman, s 222) Müslüman olmadan önce sık kullanılan cengaver ve yiğit anlamına gelen Alp kelimesinin de sonralan İslâmî bir içerik kazandığı ve hatta gazi kelimesinin bunun yerine geçtiği görülür Gaziler Anadolu'nun İslâmlaştırılması için Anadolu insanını tekkelere kapanmaktan çok düşmanla cihad yapabilecek yerlere sevketmiştir Bu sebeple teşkilatlanan zümreye Gâziyân-ı Rûm veya Alp-Erenler denilmiştir Bunlar, Osmanlı Devletinin kurulmasında da büyük rol oynamışlardır (Aşıkpaşazâde a g e , s 222, Fuad Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s 216) Anadolu'nun İslâmlaştırılması için savaşa çıkan komutanlara gazi ünvanı onuncu yüzyıldan itibaren verilmişti Mengücük Gazi, Melik Ahmed Gazi gibi Türk şairi Aşık Paşa (732/ 1332) Alp-Eren veya Gazi olmak için birtakım şartlardan bahseder Kuvvetli bir yürek, yani cesur, pazu kuvveti, gayret, iyi bir at, husûsî bir elbise, yay, iyi bir kılıç, süngü, uygun arkadaş" (Köprülü a g e , 208) Bizans'a yakın bir uçta küçük bir Beylik iken, cihana sözü geçiren büyük bir devlet hâline gelmesi bu gazilere dayanıyordu Bu gelenek Hz Peygamber ve ashabıyla başlamış ve Osmanlı padişahlarının savaşa iştirak etmeden gazi ünvanı almalarına kadar sürmüştür Padişahlara gazilik fetvaya istinaden verilmeye başlandı (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, s 654)
Ayrıca yeni doğan çocuklara Gazi adının verilmesi de gaziliğin kültürümüzdeki yansımalarındandır
GAZZÂLÎ
Ebu Hâmid Muhammed b Muhammed b Ahmed' (H 450/505/m 1058-1111) Tus şehrinde doğdu Yaşadığı yüzyıl siyasî bakımdan çalkantılı, fakat ilmî ve dinî hayat bakımından İslâm dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil eder Ayrıca Gazzâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslâm düşüncesi tarihinin en önde gelen düşünürlerindendir Ehl-i sünnet inancına yaptığı hizmet, kendisine Huccetü'l-İslâm lakabının verilmesine sebep oldu Fıkıhta Şâfiî, kelâmde Eş'ariyye ekolünü benimsemiş olan Gazzâlî ömrünün sonlarını tasavvufî bir hayat içinde geçirdi
Gazzâlî; Kelâmcılar, sûfiyye, bâtinîler ve özellikle yunan kaynaklı felsefe dahil, devrinin bütün düşünce şekillerini olabildiğince tahlil ve tenkitten geçirdi (De Boer, İslam'da Felsefe tarihi, Çev, Yaşar Kutlay s 109)
Eserleri, İslâm dini ve düşüncesinin hemen her alanı ile ilgili olduğu gibi, her zihin seviyesindeki insana hitabedecek şekilde de hem yaygın hem yüksek bir özelliğe sahiptir Başlıcaları; İhyâ'ü-Ulûmi'd Dîn: Şam'da inzivada bulunduğu sırada yazdığı, İnanç, ibadet ve tasavvufa dair konuları içine alır El-Munkız'u-mine'd-Dalâl: Düşünce hayatını ve kendisinin geçirdiği ruhâ-manevî merhaleleri anlattığı eseridir Bu eser değeri bakımından Augustin'in "Les C onfessions" (itirafla) ına; Descardes'in "Metod üzerine Konuşma" sına ve Rousseau'nun "itiraflar" ına benzetilir (Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi-Kaynakları ve Tesiri, İstanbul, 1967, s 120) Mekâsıdu'l-Felâsife: Felsefenin mahiyetini ve filozofların delillerini sergiler Daha sonra tenkit edeceği İslâm meşşaî (Aristocu) felsefesinin güzel bir tanıtımı mahiyetindedir
Mi'yâru'l-İlm ve Mihakkü'n-Nazar: Bu iki eser, klâsik mantığın temel problemlerini sergiler ve mantığın öneminden bahseder
el-İktisad fi'l-i'tikad, İlcamu'l-Avân an ilmi'l-Kelâm, Mizânu'l-Amel, Mişkâtu'l-Envâr, Cevâhiru'l-Kur'ân, er-Risâletü'l-ledunniyye Faysalu't-Tefrika, Kimyayı Saadet, Mearicü'l-Kuds, el-Mustasfa isimli eserleri ise Kelâm, tasavvuf ve ahlâka dairdir Gazzâlî, sözü geçen eserleriyle İslâm inanç ve düşünce hayatının günümüze kadar gelen meselelerinin hemen hepsiyle ilgilendiğini göstermektedir
Bütün endişesi İslâm akidesini, buna bağlı olarak da İslâm ahlâkını ve düşüncesini savunup yaymak olan Gazzâlî, din ile doğrudan ilgili bulunmayan diğer ilimleri de İslâm dinini esas alarak değerlendirmiştir Bu sebeple de devrinin geleneğine uyarak bütün ilimleri, İslâm inancını esas kabul ederek bir sınıflamaya tâbi tutmuştur
Buna göre, ilimler önce;
a-Şer'î (dinî) ilimler: Usûl, yani Tevhid ilmi ve furu' amelî ilimler
b-Aklî ilimler: Rîyazî ve mantıkla ilgili olanlar; Tabiî ilimler, metafizik (varlık ilmi) diye ana bölümlere ayrılır Daha sonra, İlâhiyât, Siyâset ve Ahlâk da ayn ilimler olarak yer alır (Gazzâlî, Makasıdu'l Felâsife Nşr Süleyman Dünya, Kahire,1960, s 134 vd)
Gazzâlî'nin ilimleri değerlendirişi, din-ilim ve din-felsefe ilişkileri gibi, günümüz insanını yakından ilgilendiren hususlara ışık tutacak mahiyettedir Ona göre, matematik, Geometri ve Astronomi gibi ilimlerin olumlu veya olumsuz denebilecek şekilde din ile ilgili bir yönü bulunmamaktadır Bu ilimlerin meseleleri, aklî delillerle ispat edilen konular olup, öğrenildikten sonra inkâra mahal bulunmayan hususlardır Din adına bu gibi ilimlere karşı çıkmak, dine zarar verir (Gazzalî, el-Munkız'u-mine'd-Dalâl, çev Hilmi Güngör, İstanbul 1948 s 18) Mantık ilmi de dinin esaslarıyla ilgili bulanmadığından, onun reddedilmesi doğru değildir Şayet, yukardaki bu söz konusu ilimler din adına reddedilecek olursa, reddedenin aklında hatta dininde bir kusur olduğu şüphesi uyanabilir (Gazzâlî, a g e , s 20-21)
Tabiatı kendine konu edinen ilimlere gelince, bunlar, âlemdeki cisimlerden yani, gökler, yıldızlar, yerdeki su, hava, toprak, ateş gibi basit cisimlerden, hayvanlar, bitkiler, madenler gibi bileşik cisimlerin değişme ve gelişmelerinden bahseder Din, tıp ilmini olduğu gibi, bu çeşit tabiata dair ilimleri de inkâr etmez Ancak, felsefeciler (felâsife) ilâhiyata dair ve metafizikle ilgili konularda yanılmışlardır der (Gazzâlî a g e , s 22-25)
Gazzâlî, İslâm dünyasının siyasî çalkantılı döneminde ve İslâm inancının çeşitli düşünce akımlarıyla mücadele ettiği bir sırada yaşadığından, inanç konularını ele alıp savunun kelâm ilmini, aklî meseleleri işleyen felsefeyi ve dini hayatı bu ikisinin üstünde ve dışında tamamen ruhî bir yaklaşım içinde görmeye çalışan tasavvuf ekollerini ciddi bir tenkit ve tahlilden geçirme ihtiyacı duymuştu Onun birinci gayesi, İslâm inancına ve ehl-i sünnet akidesine gelebilecek her çeşit hücuma karşı koymaktı (Mâcit Fahri, İslam felsefesi Tarihi, Çev Kasım Turhan, İstanbul 1987, s 174) Bu sebeple, günümüz müslümanlarına da ışık tutacak bazı temel ilkeler tesbit etmişti Buna göre,
Kelâmcılar, İslâm dininin inanç esaslarını bid'at ehline yani, ehl-i sünnet ve'l-cemaat yoluna uymayan her çeşit inanç ve düşünceye karşı savunurken, onların delillerini ve mantığını da kullanmak durumunda kalmışlar, sadece karşılarındakilerin fikirlerinin yanlışlığıyla uğraşmamışlardır Oysa Gazzâlî'ye göre bu usûl ile halkı bile ikna etmek mümkün değildir Yine, kelâmcılar bu ilmin amacı dışına çıkmışlardır Çünkü, herkes için yararlı olmayacak olan bu ilmi çok yaygınlaştırmışlardır Gazzâlî, İslâm inanç esaslarını bir savunma aracı olan kelâm ilmini, şüpheye düşmüş zeki kimselerin şüpheden kurtulmak gayesi ile ve İslâm inancını savunan bilginlerin' dini savunmak için öğrenmesinin uygun olacağını söyler '
Gazzâlî'nin en mühim yönlerinden biri de, felsefe ile olan ilişkisidir Onunun felsefe çalışması, İslâm düşüncesinde ve ilâhiyet alanında kendisinden sonra gelen düşünürlerin ve düşünce alanlarının herbirinde etkili olmuştur Bu konuda kullandığı metot ise, felsefesine karşı olduğu, Aristo mantığını kabul ederek ve felsefeyi yakından tanıyarak, felsefe tenkitçiliği şeklinde ortaya çıkar (W Montgommery Watt, İslâmî Tetkikler, İslâm Felsefesi ve kelâmı, çev Süleyman Ateş, Ankara 1968, s 108 vd )
Gazzâlî'nin bir felsefe tenkitçisi olarak İslâm dünyasında derin etkisine ek olarak, onun "şüphe, hakkı götürür " prensibiyle Fransız düşünürü Descartes'e "Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık yoktur" düsturu ile David Hume'a ve "Aklın bütün meseleleri kavrayamadığını" ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant'a öncülük ettiği söylenir (Cavid Sunar, İslâm Felsefesi Dersleri, Ankara,1967, s 115)
Gazzâlî'nin felsefe'den amacı, dinin felsefeden üstün olduğunu göstermektedir Uaşmak istediği şey de, her türlü şüpheden uzak kesin (yakînî) bilgidir O, aradığı kesin bilgiyi dünya ile ilgilerini kesmiş olan kalbin safiyetinde bulur bu tavrıyla da genelde tasavvufa meyleder Allah hakkında bir bilgiye sahip olmanın şartı; mal, evlat, makam, mevki, vb dünya ile ilgili bağlardan kurtulma, dilin daima Allah'ı zikretmesi ve nihayet dildeki zikrin kalbe intikâl edip, hatta kişinin kalbinden de lâfız ve kelimelerin silinip, sadece onları manasının kalmasıdır Kişi ruhu temizleme yoluna girip, bu yolun gerektirdiği şeyleri uygulamaya başlayınca, kendisinde Allah'ı tanıyıp bilmeye yarayan keşifler ve müşâhadeler zuhûr etmeye başlar (Gazzâlî, ihya, III, s 19)
Hayatının sonlarında yazdığı ve bir otobiyografik eser olan el-Munkız'u mine'd Dâlâl'de Gazzâlî kendi zihnî ve ruhî durumunu anlatır Burada derin ve hakikati arayan bir şüphe sergilenir O, bu yıpratıcı şüpheden Allah'ın lütfu ile kalbine attığı bir nur yardımıyla kurtulur Böylece, apaçık hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı olmaksızın yani delilsiz ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün olmuştur (Gazzâlî, el-Munkız, s 8), Allah'ın kereminden gelen bu nur ile gerçeğe ulaştıktan sonra, kendi zamanındaki hakikat araştırıcılarını bu sahip olduğu ölçüye göre dört sınıfa ayırır ki, bu tasnif, İslâm düşüncesindeki ana ekollerin bir eleştirisi demektir
a) Kelâmcılar: Bunlar, dinin esaslarını mantıktan çıkardıkları delil ve kaidelere göre savunmaya çalışırlar Fakat bunlar, "Hâl gözüyle" keşfedilmemiş apaçık dayanaklardan çıkmadığı iç in yeterli gayretler değildir
b) Felsefeciler (felâsife): Kendi gayretleriyle araştırdığı felsefede Gazzalî filozofları üç ana grupta toplar:
1- Dehriyyûn (Materyalistler): Allah'ın varlığını ve ruhu inkâr eden; âlemin ezelî ve ebedî (başlangıçsız ve sonsuz) olduğunu ileri sürenlerdir Bunlar, kâfir ve zındık bir guruptur
2- Tabîiyyûn (Natüralistler): Gazzâlî'ye göre bunları da inkârcı (zındık) saymak gerekir Çünkü onlar, âlemi tanıyınca, Allah'ın varlığını kabul ettiler fakat, ruhun ölmezliğini ve ahiret hayatını inkâr ettiler
3- İlâhiyyun: Gazâlî'ye göre bu gurubun da iman esaslarına uygun bulunan yönlerinin yanında, imanla uyuşmayan tarafları da vardır Felâsife (felsefeciler) zümresini teşkil eden bunların önde gelenleri, Eflâtun ve Aristoteles'in düşüncelerini İslâm dünyasında devam ettirenlerdir Gazzâlî'ye göre felsefecilerin en mühim yanlışları, ilâhiyyat konusudur Aristocu (meşşâî) diye bilinen bu filozoflar, gurubunun Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların tutarsızlığı) adlı ünlü eserinde üç meselede küfre, onyedi meselede de bid'at ve sapıklığa düştüklerini ileri sürer (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Felasife (Filozofların tutarsızlığı) çev H Bekir Karlığa, İstanbul 1981 s 14-16) Buna göre felâsife; Kıyamet günü haşrın beden ile olmayacağını yani sadece ruhen vücud bulacağını, Allah'ın âleme ait teferruatı değil de sadece Küllî (genel kanunları bildiği), Üçüncüsü de, âlemin kadîm (ezelî) olduğunu ileri sürdükleri için Gazzâlî'ye göre küfre girmişler yani, İslâm dini açısından inkârcı durumuna düşmüşlerdir
c) Bâtinîler: Gazzâlî'nin ehl-i sünnet inancı karşısında değerlendirdiği ve reddettiği diğer bir grup da, kendi döneminde İslâm akidesi için büyük tehlike teşkil eden bâtinîlerdir Bunlar, herşeyin zahirî (dış) ve bâtınî (içderûnî) manaları bulunduğunu iddia edenlerdir Bunlara göre, bütün farzların ve sünnetlerin zahirleri birer işaret ve remizden ibarettir, gerçek manalar ise, bâtında gizlidir Bâtınîler bu iddialarından yola çıkarak Ayetler Hadisler ve din ile ilgili her hususu bâtınî bir yoruma (te'vile) tabî tutarlar Halbuki bu durum İslâm dinine uygun değildir
Gazzâlî zamanında Hasan Sabbah gizli bir teşkilat kurup, etrafındaki fedâilerle dehşet saçarı hareketlere girişmişti, kendini de ma'sum (hata etmez ve günahsız) İmam diye tanıtmıştı Bu durum, İslâm dini için hem inanç bakımından hem de siyasî olarak bir tehlike oluşturmuştu Onların temel ilkeleri, birliği te'min etmek için bir İmam-ı masum'â bağlanmak ve bütün bilgileri ondan öğrenmek gerektiği şeklindeydi (Gazzâlî, Munkız, s 31, vd ) Gazzâlî, onlara karşı, müslümanların İmam-ı masum'u Hz Muhammed (s a s)'dir Biz, Allah tarafından ona indirilen Kur'an-ı Kerîm'e ve onun sünnetine bağlıyız diyerek, bâtınîliği kesinlikle reddeder (İbrahim Agah Çubukçu, Gazzâlî ve Bâtınîlik, Ankara 1964 s 51, 70)
d) Mutasavvife: Tasavvuf ehli
Gazzâlî, yukarda sözü edilen üç zümreyi İslâm dini karşısında tenkit ettikten sonra, derinlemesine sûfileri tenkid eder Ona göre sûfiler, ilmin yanında amelin de lüzumuna inanmış olan gurubu teşkil eder Onların gayesi, nefsi kötülüklerden temizlemek ve zikir yoluyla kalpten, Allah sevgisinden başka her şeyi atmaktır Düşünce ile fiili (ameli) birleştiren tek yol buydu Ona göre büyük sûfilerin arzu ettikleri şey, tatmak ve yaşamaktı Nefsin arzularını yok etmek, kalbin dünya ile alâkasını kesmek, gurur, kibir, şöhret ve gelecek endişelerini aşmak onların başlıca faziletleridir Bu faziletler gerçekleşince insanda kalp gözü açılır Gazzâlî'nin kalbin mahiyeti ve Kalp Gözü hakkındaki açıklamaları İhya, Mizânu'l-Amel, munkız, Risâletü'l-Ledunniyye ve Mikatü'l Envâr isimli eserleri başta olmak üzere, diğer eserlerinde de yayılmış durumdadır Burada onun kalp ve kalbî bilgi hakkındaki düşüncesi şöyle özetlenebilir:
Kalp, Allah hakkındaki bilginin doğduğu yerdir O, bir çeşit cevherdir, insan hakikatı onunla kavrar Kalp, insan ruhunun keşf ve sezgi gibi en yüksek derecesini teşkil eder Ve bir ayna gibi eşyanın aslını kavrar Kalp, akıllı kimseyi hayvandan, küçük çocuktan, deliden, ayıran bir mana taşır, maddî göz yani beden gözü dışı (zahiri) görür fakat içi görmez başkasını görür, kendisini görmez, sonluyu görüp kavram sonsuzu kavrayamaz Kalp gözündeki nur ise bir olgunluk (kemâl)'tur, yukarda maddî göz için söylenen eksiklikler onda yoktur O, başkasını idrak ettiği gibi, kendini de idrak eder Ona, uzak-yakın birdir, eşyanın sırlarına nüfûz edebilir Kalp gözüne Akıl, Ruh, İnsanî nefs gibi isimler verilir (Necip Taylan, Gazzâlî'nin Düşünce Sisteminin Temelleri, Bilgi-mantık-iman, İstanbul, 1989, s 91 vd )
Gazzâlî bu fikirleriyle, soyut düşünce ve mantığa karşı, yaşanmış tecrübeyi ve zevki koyarak, bunu hakikate ulaştıran bir yol olarak görmüştü Ona göre tasavvufun asıl değeri de akıl üstü (irrasyonel) âleme açılmış bir kalp gözü olmasından, nazârî olan ile amelî olanı birleştirmesinden, hakikatı bizzat yaşanan tecrübeden çıkarmasından ve ahlâkî hayat için bir örnek olmasından geliyordu
Görüldüğü gibi Gazzâlî, sûfîlerin zevk ve dînî tecrübe metotlarını benimser, fakat burada yanlış bir hükme varanları da tenkit eder, meselâ; Allah ile birleştiğini, ona hulûl ettiğini, dînî cezbe ve istiğrak (ekstaz) halinde, kendilerini her türlü dînî emrin üstüne çıkmış diye kabul eden bazı sûfilerin bulunduğunu, oysa, bu gibi durumlarına dine tamamen aykırı şeyler olduğunu söyler (Gazzâlî el-Munkız, s 44, vd ; Necip Taylan, a g e s 108 vd )
Gazzâlî'nin üzerinde durduğu çok önemli kavramlardan biri de Akıl kavramı ve aklın din ile olan ilişkisidir O, aklı çeşitli anlamlarda kullanmıştır Meselâ; nazarî bilgileri kavramak için insanın yaratılıştan sahip olduğu kâbiliyettir İnsan, hayvandan bu hususiyeti ile ayrılır Bazan, tecrübeden elde edilen bilgilere de akıl denir Nitekim, tecrübeli kimseye akıllı kişi denilmektedir Aynı şekilde devamlı olan mutluluğu kazanma kabiliyetine de akıl denir Bundan hareketle Gazzâlî'ye göre aklî ilimleri şer'î (dinî) ilimlere aykırı diye görenler câhillerdir Akıl, doğru yolu şerîatsız bulamadığı gibi, şerîat (din) da ancak akıl ile anlaşılıp açıklığa kavuşabilir, Bu anlamda akıl göze, şerîat da ışığa benzer Başka bir ifadeyle, din binadır, akıl ise, onun temelidir Binasız temel anlamsızdır, temelsiz bina ayakta duramaz
Akıl ile Nakil (nass) ilişkisinde yorum (te'vil) yapanın durumunu da Gazzâlî şöyle tesbit eder Te'vil yapanlar şöyle gruplandırılabilir: 1- Yalnız nakle değer verenler, 2- Sadece Akla değer verenler 3- Aklı esas tutup nakli, akla tabi kılanlar 4- Nakli esas alıp, aklı nakle tabi kılanlar, 5- Hem nakli hem aklı esas alıp ikisine birden değer verenler Gazzâlî'ye göre en doğru yolu bu beşincisi bulmuştur Kısaca Gazzâlî'ye göre akıl ve din birbirini tamamlar Aslında bu iki taraf, birbirine aykırı da değildir Din aklın değerini inkâr etmediği gibi, onun önemini vurgulayan ve insanı düşünmeye yönlendiren bir çok Ayet-i Kerime ve hadisler vardır Böylece Gazzâlî akıl-din ilişkisini karşılıklı bir ihtiyaç ve uzlaşma tarzında yorumlayarak, aklî ilimler ile dinî ilimleri, din ile dine aykırı düşmeyen düşünceyi uzlaştıran bir yol tesbit eder
Gazzâlî'nin yaşadığı dönemin dinî bakımdan olduğu gibi siyasî bakımdan da önemli olduğunu biliyoruz, o, siyasetle ilgili düşüncelerini et-Tibri'l-Mesbuk fi Nasaihi'l-Mülûk, el-Munkız, ihya, Kimyay'ı-Saadet, el-İktisad fi'l-İ'tikad gibi eserlerinde ilgisi oldukça belirtmiştir İlimler sınıflamasında siyasete ayrı bir yer vermiş ve siyasetin insan ve toplum hayatı için gereğini belirtmiştir
Gazzâlî'ye göre siyaset, insanı iyi yola yönlendiren bir ilim olan ahlâkın yanında yer alır İnsan hayatı için bu dünyada belirlenmiş davranış ilkeleri gereklidir Çünkü, onlar aynı zamanda ahiret hayatına hazırlığın da bir gereğidir Sağlam bir dünya teşkilatı ve çalışması olmadan ahiret hayatı içinde istikrar içinde çalışamaz Bir yerde kanun ve nizamın temin edilememesinden dolayı siyasî bir istikrarsızlık varsa, orada Allah'a hizmet edebilecek zihnî bir sükunet de olamaz onun için insan dünya-ahiret uyumunu kurmalıdır
Gazzâlî, insanın tek başına yaşayamayacağı yani daima hem cinsine muhtaç olduğu ilkesinden hareketle islamî yönetimi yani devletin gerekliliğini belirtir Bu durum, neslin devamının şartı olduğu gibi, ihtiyaçların karşılıklı ilişkilerle temin edilmesinin de şartıdır Fakat insanlar toplum halinde yaşarken, karşılıklı ilişkiler içinde bulunacaklarından, aralarında bazı kavga ve anlaşmazlıklar da tabiî olarak çıkacaktır Bunu önlemek için bir hukuk sistemi ve hükümet gerekli bulunduğu gibi, bu siyâsî nizamı sağlıyacak bilgi, basiret ve önderlik vasıflarına sahip kimselerinde bulunması gereklidir
Gazzâlî, İslam devlet başkanlığı için altısı yaratılıştan, dördü müktesep on özelliğin bulunması gerektiğini belirtir Bunlar, bulûğ çağına gelmiş olmalı, akıllı, hür, erkek, duyu organları sağlam olmalı, cesaretli ve otoriter olmalı, adil olmalı, çıkacak yeni durumlara göre en uygun yolu seçebilmeli, takva sahibi, cömert ve bilgili olmalı (Harun Han Şirvanî, İslâm da siyasî Düşünce ve İdare, s 97 vd)
Gazzâlî'nin düşünce sisteminin orjinal kabul edilen yönlerinden biri de, kendisinin bu konuda batılı filozoflarla karşılaştırılmasına gerek duyulan sebeplilik (nedensellik) meselesidir Tehâfütü'l-Felâsife isimli eserinde filozofları tenkit ettiği en önemli felsefe problemlerinden biri olan bu konu, sebep-sonuç arasında görülen ilişkinin mutlak ve zarurî olmadığı şeklinde özetlenebilir Oysa, sebep-sonuç münasebeti felsefe ve mantıkta birbirine kesin ve zarurî olarak bağlı görülmektedir Gazzâlî, böyle bir düşüncenin mucizeyi inkâr etmek olacağı anlayışından hareketle, sebep-sonuç ilişkisinin neticesini bir zarûret (vucûb) değilde olabilir (caiz) olarak görür Çünkü sözkonusu iki taraftan birinin varlığı, diğerinin de var olmasını gerektirmez ve böyle bir gereklilik anlayışı alışkanlıktan kaynaklanır Meselâ; susuzlukla su içmek, bunun kesilmesiyle ölüm, ilâç ile şifa bulmak, gibi ilişkilerin sonuçları kaçınılmaz değildir Bunların birbirine bağlılığı, Allah'ın takdirinden dolayıdır Ve Allah kendi kudretiyle isterse bunları yaratmayabilir (Gazzâlî, Tehâfütü'l-Falâsife, s 85)
Eserleri ortaçağda Lâtinceye çevrilen Gazzâlî, el-Gazel adıyla meşhur olmuştur Özellikle yukarda değindiğimiz sebeplilik konusunda Ockhamlı William, Nikola ve Peter gibi hristiyan filozofları etkilemişti Bunun yanında Gazzâlî, bilhassa Endülüslü iki filozof olan İbn Rüşd ve İbn Tufeyl tarafından ciddi şekilde tenkit edildi Ancak Gazzâlî, onbirinci yüzyıldan günümüze kadar ehl-i sünnet akidesinin sağlam bir şekilde devam edip gelmesinden ve tasavvufta ilmî otoritesiyle kendini daima hissettirmiştir Zamanımızda da Kelâm, Fıkıh, İslâm Hukuku, Tasavvuf, Ahlâk ve Felsefede önemli yerini muhafaza etmektedir
__________________
|