Yalnız Mesajı Göster

Cevap : =>İslami Sözlük

Eski 01-02-2008   #5
gülgüzeli
Varsayılan

Cevap : =>İslami Sözlük



UBÛDİYYET:
Allahü teâlânın emirlerine teslîmiyet ve boyun eğmek Allahü teâlânın işinden râzı olmak Her an Allahü teâlâyı hatırlamak, anmak
Ubûdiyyetin alâmeti, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden sakınmaktır (İmâm-ı Rabbânî)

UCB (Ucub):
Kendini başkasından üstün bilmek, ayıplarını görmeyip kendini beğenmek, yaptığı ibâdetleri, iyilikleri beğenerek, bunlarla övünmek
Üç şey insanı felâkete sürükler: Buhl (cimrilik), hevâ (nefsin arzuları) ve ucb (Hadîs-i şerîf-Beyhekî
İslâmiyet'in emirlerini bildiriniz ve yasak ettiklerini anlatınız! Bir kimse ucb eder, sizi dinlemezse, kendi hâlinizi ıslâh ediniz (Hadîs-i şerîf-Berîka)
Bütün kötülüklerin başı, kaynağı üçtür: Hased (kıskançlık), riyâ (gösteriş), ucb Kalbini bunlardan temizlemeye çalış! (İmâm-ı Gazâlî)
Ucb sâhibi, Allahü teâlânın mekrini ve azâbını unutur Başkalarından istifâde etmekten mahrûm kalır Kimse ile meşveret etmez, danışmaz Günâh işleyenin boynu bükük olur Tövbe edebilir Ucb sâhibi, ilmi ve ameli ile mağrûr olur Egoist olur Tövbe e tmesi güç olur Günâh işleyenlerin iniltileri, Allahü teâlâya, tesbîh çekenlerin övünmesinden iyi gelir Ucbun en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmektir Hep nefsine uyar, nasîhat kabûl etmez Başkalarını câhil sanır Hâlbuki, kendisi çok câhildir Bid'at sâhibleri böyledirlerBozuk, sapık îtikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır Böyle ucbun ilâcı çok güçtür (Muhammed Hâdimî)
Ucbun zararları, âfetleri çoktur: Kibre sebeb olur Günahları unutmaya sebeb olur Günâh kalbi karartır Günâhlarını düşünen kimse, ibâdetlerini büyük görmez İbâdet yapmanın da, Allahü teâlânın lütfu, ihsânı olduğunu düşünür Îsâ aleyhisselâm buyurd u ki: "Ey havârîler! Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür Ucb da çok ibâdetleri söndürmüş, sevâbları yok etmiştir" (M Hâdimî)
Yaptığı ibâdetlerin, iyiliklerin kıymetini bilerek, bunların elden gitmesini düşünerek korkmak, üzülmek ucb olmaz Yâhut bunların Allahü teâlâdan gelen nîmetler olduğunu düşünerek, sevinmek de, ucb olmaz Bunların Allahü teâlâdan gelen nîmetler olduğ unu düşünmeyerek kendi yaptığını, kazandığını sanarak sevinmek, kendini beğenmek, ucb olur Ucbun zıddına minnet denir Minnet, nîmete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuşmadığını, Allahü teâlânın lütfu olduğunu düşünmektir Böyle düşünmek, ucb teh likesi olduğu zaman farz olur (M Hâdimî)

UĞURSUZLUK:
Bir şeyi veya bir hâdiseyi şerre, kötülüğe yorumlamak (Bkz Tayere)
Uğursuzluğa inanmamalı, te'sir eder sanmamalıdır Bir hastalığın sağlam adama elbette geçeceğini kabûl etmemelidir Allahü teâlâ dilerse geçer, dilemezse geçmez Bununla berâber, tehlikeli şeylerden, şüpheli yerlerden kaçınmak vâcibdir, lâzımdır Has talığa yakalanmamak için tedbir almalıdır Kâhinlere (gizli şeyleri bildiklerini iddiâ edenlere), falcılara inanmamalıdır Bilinmeyen şeyleri bunlara sormamalıdır Bunları gaybı (gizli şeyleri) bilir sanmamalıdır (İmâm-ı Gazâlî)

UHREVÎ:
Âhiretle ilgili

UKBÂ:
Cezâ; âhiret âlemi

UKNÛM:
Hıristiyanların kabûl ettiği teslis (üç tanrı) inancındaki üç asıl veya üç esas varlıktan her birine verilen ad Üçüne birden üç uknum mânâsına ekânim-i selâse denir
Tevhîd, yâni Allahü teâlânın birliği akîdesi (inancı) bütün semâvî dinlerde başka başka olmayıp, hepsi aynıdır Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan iki yüz sene geçinceye kadar Allahü teâlânın varlığı ile birliği akîdesinde aslâ bir ihtilâf ve çekişm e olmamıştır İlk yazılan üç İncîl'in (Matta, Markos, Luka) hiçbirinde teslîs yâni baba, oğul, rûh-ül-kuds üçlü inancına dâir tek bir harf dahi yoktu Sonra ortaya çıkan Yuhanna İncili'nde Yunan felsefecilerinden Eflâtun'un fikri olan üç uknumu ihtivâ eden ifâdeler görüldü Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği şekilde inananlarla Yuhanna İncîlindeki teslis inancını savunanlar arasında pekçok münâzara ve muhârebeler oldu Mîlâdın 325 senesinde Roma İmparatoru Birinci Konstantin zamânında İznik'te topla nan ruhban (papazlar) cemiyeti, Îsâ aleyhisselâmın dîninin esâsı olan tevhîdi (Allahü teâlânın birliği inancını) bırakıp, Eflâtun taraftârı olan Büyük Konstantin'in baskısı ile üç uknum fikrini, akîdesini (inancını) kabûl ettiler (Harputlu İshâk Efendi)
Hıristiyanlığın başlangıcında üç uknum inanışı yoktu Eflâtun'un ortaya koyduğu üç uknumu, üçlü tanrı inancı şeklinde mîlâddan 200 sene sonra Sibelius adlı bir papaz teklif etmiştirSibelius'un teklifi pekçok hıristiyan tarafından şiddetle reddediler ek kiliseler arasında kanlı kavgalar baş gösterdi ve çok kan döküldü 200 senesinde yalnız baba, oğul uknumları öne sürülmüştü Daha sonra bunlara rûh-ül-kuds uknumu ilâve edildi (El-Hac Destan Mustafa)

UKÛBÂT:
Cezâlar (Bkz Had, Ta'zir,Kısas)
Fıkıh ilmi dört büyük kısımdır:
1) İbâdât, 2) Münâkehât (evlenme, boşanma, nafaka vs) 3) Muâmelât (alış-veriş bilgileri, kirâ, şirketler), 4) Ukûbât Ukûbatta had, ta'zir ve kısas olmak üzere üç kısımdır (Ahmed Zühdü, Alâüddîn-i Haskefî)
Fıkıh ilminin ibâdât kısmını kısaca öğrenmek her müslümana farzdır Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek farz-ı kifâyedir Yâni başına gelenlerin öğrenmesi farz olur Muâmelât ve ukûbât kısımlarını zımmîlerin yâni gayr-i müslim vatandaşların da öğrenmeleri lâzımdır Çünkü zımmîlerin de muâmelât ve ukûbâta uymasını İslâmiyet emretmektedir (Ahmed Zühdü)
Ukûbâtta kefâlet sahîh değildirBu sebeple birinin yerine kefîli îdâm edilemez (Ali Haydar Efendi)

ULEMÂ:
Âlimler, ilim sâhibleri; zamânın fen ve edebiyât bilgilerinde yetişmiş, Kur'ân-ı kerîmin ve binlerce hadîs-i şerîfin mânâsını ezberden bilen, İslâm'ın yirmi ana ilim ve kolları olan seksen ilimde mütehassıs (uzman), tasavvufun (evliyâlığın) en yüksek derecesine ulaşmış, yetişmiş ve yetiştirebilen, insanların ilminden faydalandığı zâtlar Âlim kelimesinin çokluk şeklidir (Bkz Âlim)

Ulemâ-i Âmilîn:
İlmi ile amel eden âlimler (Bkz Âlim)
Ulemâ-i âmilînin bulunduğu mecliste olmanın sevâbı halka görünseydi, onun için dövüşürler, hattâ onun için hükümdârlar, hâkimiyetlerini, tüccârlar da ticâretlerini bırakırlardı (Ka'bül Ahbâr)

Ulemâ-i Râsihîn:
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin ve ince mânâlarını, işâretlerini anlayan yüksek din âlimlerine verilen isim Bunlar; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn, Tebe-i tâbiîn ve her bakımdan onlara tâbi olan müctehidler, tefsîr ve hadîs âlimleri ve tasavvuf büyükleridir
Ulemâ-i râsihîn, Peygamber efendimize tam uydukları ve O'na vâris oldukları için, sevgili Peygamberimize ihsân olunan nîmetlerden bunlara da pay düşmektedir O büyüklerin gizli bilgileri, bunlara da duyurulmaktadır Bunun için; "Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir" müjdesi ile şereflenmişlerdir (İmâm-ı Rabbânî)

Ulemâ-i Sû:
Kötü âlimler; insanları doğru yoldan saptıran, ilmini dünyâ kazancına, mala ve mevkîye kavuşmaya vâsıta eden din adamları
Din adamları içinde, mevki, maaş arzûsunda olmayan, yalnız şerîatin (İslâmiyet'in) yayılması ve yalnız onun kuvvetlenmesi için uğraşan hemen hemen yok gibi olmuştur Mevki almak, sandalye kapmak arzûsu araya karışınca, din adamlarından her biri, ayrı yol tutup, kendi üstünlüğünü göstermek isterler Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar Bu sûretle devlet reisinin gözüne girmeye çalışırlarMâlesef din işi ikinci derecede kalır Allahü teâlâ müslümanları böyle ulemâ-i sû'in fitnesinden korusun (İmâm-ı Rabbânî)

ULÛHİYYET:
İlâhlık, ibâdet olunmaya hakkı olmak
Ulûhiyyete, ma'bûdiyyete hakkı olan yalnız Allahü teâlâdırŞerîki, ortağı, benzeri yoktur Vâcib-ül vücûddur Varlığı elbette lâzımdır Noksanlık ve yaratılmak sıfatları, alâmetleri O'nda yoktur (Mevlânâ Hâlid)
Ulûhiyyet sıfatları bulunana ibâdet edilir Bu sıfatları bulunmayanın ibâdet olunmaya hakkı yoktur İbâdete hakkı olanın, yalnız bir olması lâzımdır O da bir olan Allahü teâlâdır (İmâm-ı Rabbânî)

ULÛM-İ AKLİYYE:
Tecribî (deneye bağlı) ilimler His organları ile duyularak, akıl ile incelenerek tecrübe ve hesab edilerek elde edilen ilimler
Ulûm-i akliyye mantık, fizik, tabîat, kimyâ, matematik, geometri ve astronomi gibi tecrübeye dayanan bilgilerdir Bunlar his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesâb edilerek elde edilirBu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmas ına ve onların uygulanmasına yardımcıdırlar Bu bakımdan lüzumludurlar Ulûm-i akliyye zamanla artar, değişir, ilerler (M Sıddîk Gümüş)
Ulûm-i akliyyeyi İslâmiyet yasaklamamış, sınırlamamış ancak bunların dînin nakl bilgileri ile birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının dîne uygun, insanlara faydalı olarak kullanılmasını, zulm, işkence, felâket vâsıtası yapılmamasını emretmiştir Ulûm- i akliyye, İslâm bilgilerinin bir kısmıdır İslâmiyet'e lâzımdırlar İslâmiyet bunları men etmez, emr eder Müslümanlar, birçok fen vâsıtası yapmışlar ve kullanmışlardır (M Sıddîk Gümüş)

ULÛM-İ ÂLİYYE:
Yüksek din bilgileri
Ulûm-i âliyye bilgileri sekizdir 1) Tefsîr ilmi, 2) Usûl-i kelâm ilmi, 3) Kelâm ilmi, 4) Usûl-i hadîs ilmi, 5) İlm-i hadîs, 6) Usûl-i fıkıh, 7) Fıkıh ilmi, 8) Tasavvuf ilmi Bu sekiz ilimden kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini lüzûmu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her müslümana farz-ı ayndır, mutlaka lâzımdır Öğrenmeyenler ve çoluk-çocuğuna öğretmeyenler, büyük günâh işlemiş olur Cehennem'e gider, yanarlar Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen ise, dinden çıkar (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, İbn-i Âbidîn)

ULÛM-İ DÎNİYYE:
İslâm bilgileri, din bilgileri
Ulûm-i dîniyye, dünyâ ve âhirette huzûru, seâdeti kazandıran bilgilerdirBunlar da iki kısma ayrılır Bunlar ulûm-i âliyye ve ulûm-i ibtidâiyyedir Ulûm-i dîniyyenin kaynağı, edille-i şer'iyye (dört delîl; Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, kıyâs ve i cmâ') dir Bu bilgilere ulûm-i nakliyye denir (S Abdülhakîm Arvâsî)

ULÛM-İ İBTİDÂİYYE:
Âlet ilimleri; ana ilimleri öğrenmek için yardımcı olan sarf, nahiv, belâgat, mantık vs gibi ilimler

ULÛM-İ İSLÂMİYYE:
İslâm bilgileri, din bilgileri, müslümanların öğrenmesi lâzım olan bilgiler
Ulûm-i İslâmiyye'nin bir kısmını öğrenmek farz, bir kısmını öğrenmek sünnet, bir kısını öğrenmek de mubâhtır (Bkz Ulûm-i Nakliyye) (Yûsuf Sinânüddî)

ULÛM-İ NAKLİYYE:
Din bilgileri; edille-i şer'iyye denilen dînin dört temel kaynağından yâni Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâdan elde edilen bilgiler, ilimler
Ulûm-i nakliyye, yüksek din bilgileri olup, aklın, insan dimağı gücünün dışında ve üstündedir Bunlar hiçbir zaman, kimse tarafından değiştirilemez Dinde reform olmaz sözünün mânâsı budur Ulûm-i nakliyye Ehl-i sünnet âlimlerinin (Peygamber efendimi zin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda olan ve onların bildirdiklerine uyan âlimlerin) yazdıkları kıymetli kitaplardan öğrenilir (Fâideli Bilgiler)

UMRE:
Ziyâret etmek Hac zamânı olan beş günü yâni Arefe ve Kurban bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet U mreye Hacc-ı asgar (küçük hac) da denir
Umre, kendisiyle öbür umre arasında işlenilen (küçük) günâhlara keffârettir (onların af edilmesine, bağışlanmasına vesîle olur) (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
Hacc-ı ekber, farz olan hacdır Hacc-ı asgar ise, umredir (Kuhistânî)
Umre, Hanefî ve Mâlikîlere göre sünnet-i müekkede (kuvvetli sünnet)dir Şâfiîlere göre ömründe bir defâ farzdır (Alâüddîn Haskefî, İbrâhim Halebî)

UMÛMÎ VEKİL:
Yerine geçirilen kimseye mutlak halde istediğini yap diyerek verilen vekâlet
Vekil sâhibinden izin almadıkça veya umûmî vekil olmadıkça, başkasını kendine vekil yapamaz Yalnız, zekât vermek için olan vekîl, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekil yapabilirler (İbn-i Âbidîn)

UMÛR-İ ZEVKİYYE:
Tasavvufta kalb ile tadarak, yaşayarak kavuşulan haller
Umûr-i zevkiyye, kalbin temizlenmesi ile hâsıl olur Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Çok zikr edenin kalbinde nifâk (münâfıklık) kalmaz", "Her derdin şifâsı vardır Kalbin şifâsı, Allahü teâlâyı zikretmektir" (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

URÛZ:
Altın ve gümüşten başka canlı ve cansız her çeşit mal
Hayvandan başka menkûl olan, taşınabilen ve kıymetli olan yâni çarşıda benzeri bulunmayan veya bulunsa da fiyatları farklı olan mallar urûzdur Bakır tencere ve başka cins ile karışık mislî, benzeri bulunan mal urûzdur (Ali Haydar Efendi)

URVET-ÜL-VÜSKÂ:
Tutunulacak en sağlam kulp
1 İslâmiyet veya Kur'ân-ı kerîm
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Kim kendini Allahü teâlâya O'nu görür gibi teslim eder (tamâmen O'na yönelir, bütün işlerinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir ise) muhakkak ki, urvet-ül-vüskâya yapışmış olur (Lokmân sûresi: 22)
Abdullah (bin Selâm) urvet-ül-vüskâya tutunmuş olarak ölecek (Hadîs-i şerîf-Müslim)
Bizim tasavvuftaki yolumuz urvet-ül-vüskâya yapışmaktır Resûlullah'ın ve O'nun Eshâbının izinde gitmektir Bunun içindir ki, bu yolda az bir iş, büyük kazanç hâsıl eder (Behâeddîn-i Buhârî)
2 Dinde güvenilir, kendisine uyulacak büyük âlim mânâsına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üçüncü oğlu olan Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin lakabı
Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin rahmetullahi aleyh nasîhatlarından bâzısı şöyledir:
Kur'ân-ı kerîm okumak, Allahü teâlâ ile tekellüm (konuşmak) gibidir
Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk'ın dostları bu derde griftârdır (tutulmuşlardır)

USÛL:
Asıllar, kökler, temeller Asl kelimesinin çokluk şeklidir

Usûl Bilgileri:
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe ile İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'in kavillerini (ictihâdlarını, re'ylerini, sözlerini) içerisinde bulunduran El-Mebsût, Ez-Ziyâdât, El-Câmi-us-Sagîr, Es-Siyer-us-Sagîr, El-Câmi-ül-Kebîr, Es-Siyer-ül-Kebîr kitablarındaki fıkıh (din) bilgileri Bu altı kitabı İmâm-ı Muhammed yazmıştırBu kitabları İmâm-ı Muhammed'den güvenilir kimseler bildirdiği için, bunlara zâhir haberler denmiştir Usûl bilgilerini (haberlerini) ilk toplayan Hakîm Şehîd'dir Bunun Kâfî kitabı meş hurdur (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebindeki bilgiler üç ana kısımda toplanır:Birincisi, Usûl bilgileri, ikincisi, Nevâdir haberler:Bunlar da İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den gelen haberlerdir Fakat bu haberler, o altı kitabda bulunmayıp, ya İmâm-ı Muhammed'in El-Kisâniyyât, El-Hârûniyyât, El-Cürcâniyyât, Er-Rükiyyât adındaki başka kitabları ile bildirilmiştir Bu dört kitab, yukarıdaki altı kitab gibi açıkça ve sağlam gelmediğinden, bu haberlere zâhir olmayan haberler de denir Yâhut ba şkalarının kitabları ile bildirilmişlerdirMeselâ İmâm-ı a'zâm'ın talebesinden Hasan bin Ziyâd'ın Muharrer adındaki kitâbı ve İmâm-ı Ebû Yûsuf'un Emâlî adındaki kitâbı ile bildirilmiştir Üçüncüsü, Vâkıât haberleri:Üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri mes'eleler (bilgiler)dir Böyle haberleri ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî olup, bu hususta Nevâzîl kitabını yazmıştır (İbn-i Âbidîn)

Usûl ve Fürû':
1 Fıkıh ilminde usûl; baba ve dedeler, ana ve nineler; fürû', çocuklar ve torunlar
Usûl ve furû'a ve zevceye (hanıma) zekât verilmez (Mehmed Zihni)
2 Usûl, îmân bilgileri; fürû; fıkıh bilgileri

Usûl-i Din:
Kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, îmân ve îtikâd bilgileri
Allahü teâlânın gösterdiği emirlere ve kulluk vazîfelerine İslâmiyet denir İslâmiyet, iki kısımdır:Birincisi, usûl-i dîn, ikincisi, Furû'-i dîn yâni beden ve kalb ile yapılacak ibâdetler ve işlerdir Halk için, yâni tahsîli olmayanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken îmân, fıkıh (ibâdet, iş) ve ahlâk bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitablara ilm-i hâl kitabları denir Dînini bilen ve seven ve kayıran kıymetli zâtların ilm-i hâl kitablarını alıp, çoluk-çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazîfesidir (Seyyid Abdülhakîm)

Usûl-i Fıkıh:
Fıkıh (ibâdet ve amel) bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim

Usûl-i Kelâm:
Îmân bilgilerinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilim

UŞR (Uşur):
Topraktan alınan mahsûlün zekâtı (Bkz Öşr)


UŞŞÂKİYYE:
Evliyânın büyüklerinden Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî'nin tasavvuftaki yolu
Uşşâkiyye tarîkatının kurucusu olan Hasan Hüsâmeddîn Efendi, Buhârâ'da Seyyid Ahmed-i Semerkandî'den feyz aldı Daha sonra Anadolu'ya gelerek Uşak'ta yerleşti Bunun için kendisine Uşâkî denildi 1594 (H1003)'de Konya'da vefât etti Vasiyyeti üzerin e İstanbul'a getirilerek defnedildi (Hüseyin Vassâf)
Sultan Üçüncü Murâd Han zamânında İstanbul'a gelen Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî, evliyânın büyüklerinden Ümmî Sinan hazretleriyle görüştü, onun sohbetlerinde bulunduÜmmî Sinan ona Halvetiyye yolundan hilâfet verdi Hocası Şeyh Ahmed-i Semerkandî ise ona K übreviyye ve Nûrbahşiyye yolunun hilâfetini vermişti HasanHüsâmeddîn Uşâkî, bu yolları birleştirerek Uşşâkiyye yolunu kurdu Pâdişâh Sultan Üçüncü Murâd Han'ın emriyle Kâğıthâne civârında Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî Efendi için bir dergâh inşâ edildi Bu rada uzun zaman kalarak çok talebe yetiştirdi Sohbetlerinde çok kimseler kemâle (olgunluğa) ulaştı Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine halka, İslâmiyet'in emir ve yasaklarını anlatmaları için gönderdi (Hüseyin Vassâf Halvetî)

UTANMA:
Âr, hayâ (Bkz Hayâ)

UZEYR ALEYHİSSELÂM:
İsrâiloğullarına gönderilen peygamber veya velî Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini İsrâiloğullarına tebliğ etti
Peygamber olup olmadığı Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmedi Babası Şureyha, Hârûn aleyhisselâmın neslindendir Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından öldürülüp yüz sene sonra tekrar diriltildiği haber verilmiştirBu sebepten İsrâiloğulları ona " Allah'ın oğlu" diye iftirâda bulunmuşlardır
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Yâhut o kimse gibisini görmedin mi? O kimse (Uzeyr aleyhisselâm) bir karyeye (beldeye, kendi eski vatanı olan Kudüs'e) uğramıştı O karyenin ise tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı (Uzeyr aleyhisselâm bu hâli görünce pek müteessir olup üzüldü) Allahü teâlâ bu ölümden sonra nasıl diriltecek diyorduBunun üzerine Allahü teâlâ o kimseyi (Uzeyr aleyhisselâmı) yüz sene ölü bıraktı (Hayattan mahrûm etti Onun bedenini, yiyecek ve içeceğini insanların ve hayvanların gözlerinden gizledi Yüz sene sonra) onu (Uzeyr aleyhisselâmı) yeniden diriltti Allahü teâlâ (veya vazîfeli melek) ona dedi ki:"Ne kadar kaldın? (ne kadar zaman geçti) O da (Uzeyr aleyhisselâm da kendisini uykuda imiş gibi zannederek) "Bir gün veya bir günden daha az kaldım" dedi Allahü teâlâ (vahy ederek veya melek vâsıtasıyla) buyurdu ki: "Hayır yüz sene kaldın Yiyeceğin ve içeceğine bak ki onlardan hiçbiri bozulmamış Merkebine de bak (o ne hâle gelmiş, parça parça olan kemikleri vücûdundan nasıl ayrılmış) ve seni insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle öldürüp dirilttik ve (merkebin) kemiklerine bak Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz Sonra da onlara et giydiriyoruz Vaktâ ki o ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup kaybolmuş olan merkeb, Allahü teâlânın kudretiyle tekrar dirilip yürüdü (Bu hakîkat, ölülerin diriltilmesi husûsu ve Allahü teâlânın kudretinin üstünlüğü Uzeyr aleyhisselâma) tebeyyün etti (gözleriyle görüp müşâhede etti) ve dedi ki: "Ben bilirim ki şüphesiz Allahü teâlâ her şeye kâdirdir" (Bekara sûresi: 259)
Uzeyr aleyhisselâm, Hârûn aleyhisselâmın neslinden olan Şureyha'nın oğludur Küçük yaşından îtibâren Tevrât'ı öğrenmiş olan Uzeyr aleyhisselâm, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar'ın Kudüs'ü işgâl ettiği sırada esîr alınıp Bâbil'e götürüldü Bir müddet esâre tte kaldıktan sonra, kurtularak Kudüs'e dönmek üzere yola çıktı Kudüs yakınına gelince bir bahçede dinlenmek için konakladı Kudüs şehrinin harâb hâlini görüp bu şehir yeniden nasıl îmâr edilecek diye düşündü Allahü teâlâ onu öldürüp, yüz sene sonra tekrar diriltti Uzeyr aleyhisselâm yeniden îmâr edilmiş Kudüs şehrine gelip kendisinin Uzeyr olduğunu söyledi İsrâiloğulları onun Uzeyr olduğuna inanmadılar Uzeyr aleyhisselâm Tevrât'ı ezberden okuyunca; "Bu kadar uzun zamandan sonra Uzeyr'in Tevrât'ı ezbere okuması mümkün değildir" düşüncesiyle "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler Uzeyr aleyhisselâm insanları Tevrât'ın emirlerine uymaya çağırdı Onların isyân ve günâhlarından dolayı tövbe etmelerini istedi Allahü teâlânın şiddetli azâbıyla korkuttu Uzeyr aleyhisselâm vefât edinceye kadar İsrâiloğullarının arasında bulundu Onların işlerini yürüttü ve hak yola dâvet etmeye devâm etti Uzeyr aleyhisselâmın vefâtından sonra İsrâiloğullarının isyanları ve sapıklıkları iyice arttı (Râzî, Kurtubî, Taberî)

UZLET:
Yalnız başına yaşama, insanlardan ayrılarak bir köşeye çekilme
İslâm âlimleri zaman ve şartlara göre uzlet etmenin bâzan faydalı ve bâzan da zararlı olduğunu bildirmişlerdir
Mevki sâhibi olmak arzûsunu gideren en kuvvetli ilaç, uzlet etmektir (Muhammed Hâdimî)
Uzlet eden, insanların şerrinden kurtulur ve râhat olur Çünkü insanların arasında bulunduğu müddetçe, gıybet sıkıntısından ve onların sû-i zannından (kötü düşüncelerinden) uzak olmaz (İmâm-ı Gazâlî)
Kanâat eden, kimseye muhtâc olmaz, uzlet eden selâmete erer, hasedi bırakan mürüvvete kavuşur (Hasan-ı Basrî)
İnsanlara karışmakta ve haklarını yerine getirmekte bir çeşit tevâzu bulunur Uzlette ise bir çeşit tekebbür (kibirlenme) vardır Hattâ uzletten sebep, mevki sevgisi ve tekebbür olabilir (İmâm-ı Gazâlî)
Bizim yolumuzun temeli sohbettir Uzlette şöhret vardır Şöhret de âfettir (Hâce Behâüddîn Buhârî)


ÜCRET:
Bir iş, hizmet, bir şeyden faydalanma veya satılan bir şey karşılığında verilen para veya mal, karşılık
Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki:
Ey kavmim! Peygamberliği tebliğ işinden dolayı sizden bir ücret istemiyorum Benim ücretim ancak Allah'a âittir (Hûd sûresi: 29)
Allah için gazâ edip buna ücret alan, Mûsâ aleyhisselâmın annesine benzer O hem kendi çocuğunu emzirdi hem de ücret aldı (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
İşçinin ücretini teri kurumadan ödeyiniz (Hadîs-i şerîf-Et-Tergîb vet-Terhîb)
Her san'atı ve ticâreti yapmak, maaş, ücret karşılığında mubâh olan işleri yapmak, meselâ çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşâatta ve hafriyâtta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül (aşağılık) değildir Peygamberler ve velîler bunları yapmışlardır Peygamber efendimiz ücret ile çalışmış ve çalıştırmıştır (Hâdimî)
Velîsinin izni olmadan, çocuğa iş yaptıran, ücret vermeye mecbûrdur (Alâüddîn-i Haskefî)
Ücret ile okunan Kur'ân-ı kerîmden ölüye ve okuyana sevâb hâsıl olmaz (Aynî, Hayreddîn-i Remlî)

ÜLFET:
Bir topluluğun din ve dünyâ düşüncelerinde inançlarında birbirlerine uygun olmaları Dostluk, yakınlık kurmak, kaynaşmak
Allahü teâlâya en sevimli olanınız, ülfet edip, kendisiyle ülfet olunandır Allahü teâlâya en sevimsiziniz de koğuculukla gezip, dostları birbirinden ayıranınızdır (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Mü'min, geçim ehli olup, herkes ile iyi geçinendir Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan kimsede hayır yoktur (Hadîs-i şerîf-Taberânî)

ÜLÜ'L-AZM:
Şerîat sâhibi, yeni din getiren peygamberlerden altı tânesine ve en büyüklerine verilen ad Bunlar; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken çok sıkıntı çektikleri ve bu sık ıntılara sabr ettikleri için kendilerine bu isim verilmiştir
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabr et Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele etme (Ahkâf sûresi: 35)
Peygamberlerin aleyhimüsselâm sayısı belli değildir Yüz yirmi dört binden çok oldukları meşhûrdur Bunlardan üç yüz on üç veya üç yüz on beş adedi resûldür İçlerinden altısı daha yüksek, ülü'l-azm peygamberlerdir (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Peygamberlik makâmı dört derecedir Birincisi nebîler (kendilerine din gönderilmeyen peygamberler), ikincisi resûller (din gönderilen peygamberler), üçüncüsü ülü'l-azm peygamberlerdir Dördüncü derece hâtem-ül-enbiyâ olmak yâni son olarak gelmek dere cesidir Bu en yüksek derece Muhammed aleyhisselâma mahsûstur (Ali bin Emrullah)
Allahü teâlâ her bin senede bir ülü'l-azm peygamber göndermiş ve o insanların buna uymalarını emr buyurmuştur Allahü teâlâ her yüz sene başında bu ümmetin âlimleri arasında bir müceddid, yenileyici, kuvvetlendirici seçerek, bununla İslâmiyet'i tâzel er Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde ülü'l-azm bir peygamber gönderdiği ve onun işini bir nebiye bırakmadığı gibi, bu ümmete de tam bilgili bir âlim, ârif seçer Bu zât geçmiş ümmetlerdeki, ülü'l-azm peygamberlerin işini yapar (İmâm-ı Rabbânî)

ÜLÜ'L-EMR:
Emir sâhibleri Devlet başkanı ve onun vazîfe verdiği kimseler veya İslâmiyet'in emir ve yasaklarını insanlara öğreten ve anlatan âlimler
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Ey îmân edenler! Allah'a itâat edin Peygambere ve sizden olan ülü'l-emre itâat edin (Nisâ sûresi: 59)
Bütün mezheb imâmları; "Ülü'l-emr'in, sultânın, âmirin Allah'a isyân ve günâh olmayan emirlerine uymak vâcibdir" demişlerdirHattâ bir günün oruçlu geçirilmesi hakkında emir verse bu emre uymak gerekir denmektedir (İbn-i Âbidîn ve Hâdimî)
Sultânın kendi aklı, düşüncesi ile verdiği emre itâat da elbette vâcib olmaz Ancak emri veren zulüm, işkence yaparsa, milleti sıkıştırırsa, onun şerrinden, öldürmesinden korkan kimsenin hele kan dökücü başkanın mubahları yasaklamasına itâat etmek vâ cib olur Çünkü bir müslümanın kendini tehlikeye sokması câiz değildir Fakat bu yasağa, harâm veya mekrûh olduğu için değil, kanını, ırzını, kurtarmak için uymaya niyet etmek lâzımdır Ülü'l-emre itâat demek, müslüman olan âmirlerin hak üzere olan emir ve yasaklarına uymak demektir (Abdülganî Nablüsî)

ÜMMET:
Topluluk, cemâat Bir peygambere inanan tâbi olan insanlar Bir dîne bağlı topluluğun tamâmı
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
(İbrâhim aleyhisselâmı dünyâda hayırlı, âhirette sâlihlerden) kıldığımız gibi, ey müslümanlar sizi (de) seçkin ve hayırlı bir ümmet kıldık ki, kıyâmet gününde peygamberlerin ümmetlerine vahyi tebliğ ettiklerine şâhidler olasınız, Peygamber de sizin adâletiniz üzerine şâhid ola (Bekara sûresi: 143)
Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz İnsanların iyiliği için yaratıldınız İyilik yapılmasını emreder, kötülükten nehyedersiniz (Âl-i İmrân sûresi: 110)
Ümmetimin âlimleri İsrâiloğullarının peygamberi gibidir (Hadîs-i şerîf-Mektûbât-ı Rabbânî)
Ümmetimden büyük günâh işleyenlere şefâat edeceğim (Hadîs-i şerîf-Müsned-i ibni Hanbel
Ümmetimden Ehl-i beytimi sevenlere şefâat edeceğim (Hadîs-i şerîf-Hatîb-i Bağdâdî)
Peygamberler (aleyhimüsselâm) ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru seâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir (Seyyid Abdühakîm Arvâsî)
Âhirette azâblardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır O'nun ümmeti olan müslümanlar, O'na tâbi oldukları için bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu Cennet'e gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennet'e herkesten önce gireceklerdir (İmâm-ı Rabbânî)
Oğlum! Şimdi o zamandayız ki, geçmiş ümmetlerde böyle çok karanlık zaman gelince, büyük bir peygamber gönderilerek yeni bir din kurulurdu Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu için ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için bunlar ın âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir Peygamberlerin vazîfeleri bu âlimlere yaptırılmaktadır (İmâm-ı Rabbânî) Niçin kılmazsın farz u sünneti, Değil misin Muhammed'in ümmeti Anmaz mısın, Cehennem'i, Cennet'i Îmân sâhibi kul böyle mi olur?
(M Sıddîk Gümüş)

Ümmet-i Dâvet:
Kendilerine gönderilen peygambere inanmaya dâvet edilip de îmân etmeyen kimseler
Şimdi yeryüzünde müslümanlardan başka bütün insanlar ümmet-i dâvettirler (Kâdızâde Ahmed Efendi)
Ümmet-i İcâbet:
Kendilerine gönderilen peygamberin dâvetini kabûl edip, ona inanan ve tâbi olan kimseler
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, son sınıf talebesi gibi olduğundan, insanları dünyâda ve âhirette kurtuluşa götüren sırların toplandığı Kur'ân-ı kerîm ile muhâtab oldular Kur'ân-ı kerîmin indirilmesinden sonra yeryüzündeki insanların hepsinin Muhamm ed aleyhisselâma tâbi olmaları emredildi O'nun dâvetini kabûl edenler ümmet-i icâbet, kabûl etmeyenler ümmet-i dâvettirler (Muhyiddîn-i Arabî)

ÜMM-İ VELED:
Efendisinden (sâhibinden) çocuğu olan câriye, köle kadın
Ümm-i veled satılamaz ve hibe olunamaz Efendisi vefât edince âzâd (hür) olur ise de, zevce gibi vâris olamaz Oğlu ise, mîrâsçı ve hür olur (M Zihni Efendi)

ÜMM-ÜL-KİTÂB:
1 Muhkem âyetler (Bkz Muhkem Âyet)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim!) Sana kitâbı indiren O'dur O'ndan bir kısım âyetler muhkemdir ki bunlar Ümm-ül-Kitâbdır (Âl-i İmrân sûresi: 7)
2 Levh-ül-Mahfûz (Bkz Levh-ül-Mahfûz)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allahü teâlâ ne dilerse (onu yapar Bâzısını) mahfeder (vücûda getirmez, bâzısını da) vücûda getirir Ümm-ül-kitâb O'nun katındadır (Ra'd sûresi: 39)
Bir kimse Cehennem'e götürücü kötü işleri yapar Cehennem'e yaklaşır Ümm-ül-kitâbda saîd ise son günlerinde Cennet'e götürücü bir iş yaparak Cennet'e gider (Hadîs-i şerîf-Minhat-ül-Vehbiyye)
3 Fâtiha sûresi (Bkz Fâtiha Sûresi)

ÜMM-ÜL-MÜ'MİNÎN:
"Mü'minlerin anası" mânâsına Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübârek zevcelerinden her birine verilen lakab (isim)
Ümm-ül-mü'minîn Âişe vâlidemiz şöyle buyurdu: Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem karnı hiçbir zaman yemekle doymamıştır Bu hususta kimseye yakınmamıştır İhtiyâc, ona zenginlikten daha iyi idi (İslâm Âlimleri Ansiklopedisi)

ÜMMÎ:
Kitab okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemiş kimse
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Onlar ki, yanlarında bulunan Tevrât ve İncîl'de ismini yazılı buldukları O ümmî resûle tâbi olurlar O (Resûl) kendilerine iyiliği emrediyor, kötülükten sakındırıyor (Resûlüm) de ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize gelen, Allah'ın peygamberiyim O Allah ki, yer ve göklerin tasarrufu (idâresi) O'nundur O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, öldürür ve diriltir Onun için hem Allah'a hem de bütün kelimelerine îmân eden o ümmî peygambere, resûlüne îmân edin ve O peygambere uyun ki, doğru yolu bulasınız (A'râf sûresi: 157,158)
Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, ümmî idi Mekke'de doğup, büyüyüp belli kimseler arasında yetişip seyâhat etmemiş iken, Tevrât'ta, İncîl'de ve Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitablarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber ve rdi Hicretin altıncı senesinde,Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişâhlarına mektuplar gönderdi (İmâm-ı Kastalânî)
Muhammed aleyhisselâm ümmî olduğu hâlde, târih, fen, ahlâk, siyâset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitâb ortaya koydu Yalnız o kitaba uyarak dünyâya adâlet yaymış olan hükümdârların yetişmesine sebeb oldu Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mûci zelerinin en büyüğüdür (M Sıddîk Gümüş)

ÜMMÎD (Ümîd):
Ummak, arzu, istek Sebeblere yapıştıktan sonra iyi netice beklemek (Bkz Havf ve Recâ)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey günâhı çok olan kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz Allah günâhların hepsini affeder O, sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhâmet sahibidir (Zümer sûresi: 53)
Akıllı kendini murâkabe (kontrol) edip ölüm sonrası için çalışan kimsedir Ahmak da nefsinin arzûları peşinden koşup, Allahü teâlâya ümid bağlayan kimsedir (Hadîs-i şerîf-Tirmizî, İbn-i Mâce)
Allahü teâlâdan korkmalı, O'nun rahmetinden ümidi kesmemelidir Ümid, korkudan çok olmalıdır Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur Gençlerde korkunun, ihtiyarlarda ve hastalarda ümîdin fazla olması lâzımdır denildi Korkusuz ümid, ümidsiz korku câiz değildir (Hâdimî)

Ümmîd ve Korku: Allahü teâlânın rahmetini ummak ve azâbından korkmak (Bkz Havf ve Recâ)

ÜSTÂD:
Muallim, öğretici, rehber
İnsan, yaratılışta iki taraflıdır Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için muallim, bir üstâd lâzımdır Bâzı çocuklar, nasîhatla, yumuşak sözle ve mükâfât vererek yola gelir Bâzısı, sert ve acı sözle ve cezâ vererek terbiye kabûl eder Üstâd mâhir olup, çocuğun yaratılışının nasıl olduğunu anlamalı, ona şefkat ile tatlı veya acı te'sir ederek terbiye etmeli, yâni yetiştirmelidir Böyle mâhir ve müşfik bir rehber olmadıkça, çocuk ilim ve ahlâk edinemez, yükselemez Rehber yâni ilim ve ahlâk sunan zât, çocuğu felâketten kurtarıp, seâdete kavuşturur (İslâm Ahlâkı)
Üstâd mâhir ve müşfik, talebe de zekî ve çalışkan olursa, öğrenilmeyecek mes'ele yoktur (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

ÜVEYSÎ:
Üstâdı, hocası olsun olmasın, hayatta veya vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden istifâde ederek, terbiye görerek yetişen, olgunlaşan kimse Bu şekilde yetişme yoluna üveysîlik denir
Üveysî olmak öyle yüksek bir mertebedir ki, o dereceye ulaşmak pek ender (az) olur Veysel Karânî, Abdülhâlık Goncdüvânî, Behâüddîn-i Buhârî ve İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu mertebeye erenlerdendir (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyâ vefât ettikten sonra, bunlardan yardım istemeğe âlimler câizdir, olur dedi Tasavvuf büyükleri bunun doğru olduğunu bildirdi Büyüklerden çoğu üveysîlik yoluyla yükseldiler (Abdülhak-ı Dehlevî)
Behâüddîn-i Buhârî'nin üstâdı (hocası),Seyyid Emîr Külâl hazretleri idi Fakat ayrıca Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda üveysî idi (İmâm-ı Rabbânî)

VÂCİB:
Kur'ân-ı kerîmde açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahâbînin açıkça bildirmesi ile anlaşılmış olan emirler Şâfiîlere göre vâcib denince farz anlaşılır
Vâcibin terk edilmesi, tahrîmen mekrûhtur Yâni harama yakın mekrûhtur Vâcibi yapmayan, tövbe etmezse, Cehennem'de azâb çeker (İbn-i Âbidîn)
Namazın vâciblerinden birini bilerek yapmamak namazı bozmaz Fakat günâh olur Unutarak yapmayan secde-i sehv (unutma secdesi) yapar Farzın ilk iki rek'atinde zamm-ı sûreyi (Fâtiha'dan sonra okunan sûreyi) unutan, üçüncü ve dördüncü rek'atlerde okuy up, sonra secde-i sehv yapar Son rek'atte oturmayıp, ayağa kalkan secde etmeden hatırlarsa, hemen oturur, oturmayı geciktirdiği için secde-i sehv yapar (Tahtâvî)

Vâcib-ül-Vücûd:
Varlığı mutlaka lâzım olan Allahü teâlâ
Vücûd var olmak demektir, yalnız Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddur Hep vardır Önceleri ve sonsuz sonraları hiç yok olamaz (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Îmânın altı şartından birincisi, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki ma'bûd ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmaktır Dünyâ ve âhiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız yoktan var eden ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanm aktır (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Allahü teâlâ vâcib-ül-vücûddurHer şeyi var eden ve kendi varlığının sonu, sınırı bulunmayan ve nasıl olduğu akıl ile anlaşılamayan, yalnız ulûhiyyet (ilahlık) ve hâlikiyyet (yaratıcılık) için lüzumlu sıfatları bilinen bir varlıktırKendi kendine var dır ve bir tânedir O'ndan başka hiçbir şey kendi kendine var olamaz Her şeyi var eden ve varlıkta durduran yalnız O'dur Kendi kendine var olmak demek, varlığı hiçbir şeye muhtaç olmamak demektir Bütün varlıkların var olması için, O'nun var olması lâzımdırHer şeyi var etmesi ve böyle düzgün hâlde durdurması için lâzım olan kemâl sıfatları vardır Noksanlık, ayb ve kusur O'nda olamaz (İmâm-ı Gazâlî)

VÂCİD (El-Vâcid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Ma'bûd, Rab, ilâh olan, zâtında bulunması lâzım ve lâyık olan bütün sıfatları kendisinde bulunan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan
El-Vâcid ism-i şerîfini okuyanın kalbi kuvvet bulur (Yûsuf Nebhânî)

VA'D:
Söz verme, söz verilen şey
1 Allahü teâlânın; emirlerini yerine getirenleri çeşitli nîmetlerle mükâfâtlandıracağını, karşı gelenleri ise, azâb ile cezâlandıracağını bildirmesi, söz vermesi Buna va'd-ı ilâhî de denir
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Allah mü'min (inanan) erkeklere ve mü'min kadınlara kendileri içinde ebedî kalıcı olmak üzere ağaçları altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetinde güzel meskenler (kalacak yerler) vâ'detti Allahü teâlânın onlardan râzı olması (ise) , hepsinden daha büyüktür (Çünkü bu her seâdetin başıdır) (Tevbe sûresi: 72)
2 Bir kimsenin, başka birisine bir husûsta söz vermesi
Münâfıklık alâmeti üçtür Yalan söylemek, va'dini ifâ etmemek (yerine getirmemek), emânete hıyânet etmek (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Nifak yâni münâfıklık; zâhirin (dışın) bâtına (içe) uymaması demektir Münâfığın sözü özüne uymaz İnanılacak şeylerde münâfıklık yapmak küfrdür, inançsızlıktır Cehennem'de sonsuz kalmayı gerektirir İşlerinde ve sözlerinde münâfıklık yapmak haramdı r, günâhtır Îmânı gidermez İnanılacak şeylerde münâfıklık, diğer küfrden (inançsızlıklardan) daha kötüdür Îfâ etmek, yerine getirmek niyetiyle va'd yapmak câizdir, hattâ sevâbdır Böyle va'di îfâ etmek vâcib değildir, müstehâbdır Va'di yerine getirmemek tenzihen mekrûhtur Va'dinde durmaya gücü yetmezse münâfıklık olmaz Kendine mal veya söz yahut sır emânet edilen kimsenin bunlara hıyânet etmesi, münâfıklık olur (İbn-i Hacer)


VA'DE:
1 Bir iş için önceden tâyin edilen zaman, târih
Taksitle mal alırken, paranın bir miktârını peşin ve geri kalanını eşit miktarlarda vâde ile ödemek için, yâhut peşinsiz hepsini belli vâdelerde eşit taksitlerle ödemek için sözleşerek satın almak câizdir (İbn-i Âbidîn)
Ödünç verirken zaman tâyin etmemelidir Çünkü zaman tâyin ederse, malı misli ile veresiye satmış olurBu ise fâiz olur Bir vâde ile ödünç vermek câiz olmadığı gibi, bu vakti beklemeden alacağını istemek câizdir (Hamzâ Efendi, Uşâkî, İbn-i Âbidîn)
2 Ecel
Va'desi gelen ölür Her ölen âhirette mutlaka diriltilecektir Diriltildikten sonra mîzân ve hesab vardır Hesâbları görülenler Cennet'e veya Cehennem'e sevk olunacaktır (İmâm-ı Gazâlî)

VAD'I HAML:
Doğum yapmak
Zinâdan hâmile kadını, vad'ı haml etmeden evvel nikâh etmek sahîhtir Fakat vad'ı haml edinceye kadar vaty etmek (yaklaşmak) câiz olmaz ve nafakası vâcib olmaz (İbn-i Âbidîn)

VÂDİ-Yİ URENE:
Arafât ovasında bulunan bir vâdi
Arefe günü Arafât'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde öğle ile ikindi namazlarından sonra vakfeye durmak, haccın farzlarındandır (Mevkûfâtî)

VAHDÂNİYYET:
Allahü teâlânın zâtî sıfatlarından Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve işlerinde tek olup, ortağı olmaması (Bkz Sıfat)
Vahdâniyyet sıfatı ve diğer zâtî sıfatların hiçbiri varlıkların hiçbirinde yoktur Yalnız Allahü teâlâya mahsûsturlar Bunların sonradan yaratılan varlıklara hiçbir sûrette bağlantıları yoktur (Hâlid-i Bağdâdî)

VAHDET-İ VÜCÛD:
Sâlikin (tasavvuf yolunda bulunan kimsenin) muhabbetle zikir yapması esnâsında, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız O'nu bilmesi hâli
"Vahdet-i vücûd vardır Her şeyde Allahü teâlâyı görüyoruz ve her şey O'dur" diyen tasavvuf büyükleri; her şey Allahü teâlâ ile birleşmiş, O, her şeyden ayrı değil, her şeye benzer, bu âlem ile berâber ve birlikte var oldu, işte O görünüyor gibi şeyl eri demek istemiyorlar Böyle söylemek îmânı giderir Allahü teâlâ mahlûkları (yarattıkları) ile birleşik değildir Onların aynı değildir Onlara benzer değildir O, hep var idi, hep öyledir O, hiçbir bakımdan mahlûklarına, yarattıklarına benzemez, O'nun varlığı lâzımdır O'ndan başkası olsa da olur, olmasa da O büyüklerin her şey O'dur demeleri, hiçbir şey yoktur Yalnız O vardır Her şey Allahü teâlânın yaratması ile meydana gelmiştir demektir Tasavvuf büyükleri hâricde, eşyânın varlığını vehmî, hayâl olarak biliyor Böyle vücûd devamlıdırYâni bizim vehmimizin yok olması ile yok olmaz Âhiretin sonsuz hayâtını bu vücûda (varlığa) bağlı bilirler Âlimler eşyâyı hâricde mevcud bilir, âhiretin sonsuz hayâtı, bu eşyâya göre olacaktır der Bununla berâber eşyânın hâricde varlığını Hak teâlânın varlığı yanında zaif, kuvvetsiz, hattâ yok bilir Görülüyor ki, her iki taraf da, eşyâya hâricde var diyor Dünyâ ve âhiret işlerini, bu varlık üzerine kuruyor Vehmin, hayâlin yok olması ile yok olmaz, diyor Yalnız, sofiyye, bu varlığa vehmî diyor Çünkü, bunlar, tasavvuf yolunda yükselirken, hiçbir şey görmüyor Hak teâlânın varlığından başka, bir şey gözlerine görünmüyor Âlimler ise, bunların varlığına vehmî demekten kaçınıyor, câhillerin, yanlış anlayıp, hayâlin yok olması ile, yok olur sanacaklarından ve ebedî sonsuz azâbı ve sevâbı inkâr etmelerinden korkuyorlar (İmâm-ı Rabbânî)
Vahdet-i vücûd, tasavvufun ince mes'elelerindendir Felsefecilerin akıllarına göre bahsettikleri vahdet-i vücûddan tamâmen başkadır Çünkü, tasavvuftaki vahdet-i vücûd tatmakla anlaşılan bir hâldirBunu o yüksek makâma yükselenler bilir Felsefeciler in bahsettiklerine gelince, o akl ile anlaşılan bir şeydir (Abdülhakîm Arvâsî)

VÂHİD (El-Vâhid):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Zâtında benzeri olmamakta tek olan
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Habîbim!) De ki: Allah her şeyin yaratıcısıdır (O'nun ortağı yoktur) O, Vâhid'dir Kahhâr (her şeye gâlib) dir (Ra'd sûresi: 16)

VÂHİME KUVVETİ:
His organları ile anlaşılamayan, fakat duyulanlardan çıkarılabilen mânâları anlayan iç kuvvet
Düşmanlık, doğruluk bir organla hissedilmez Fakat dost, düşman olan kimse görülüp, hissedilince, bunlardan dostluğu ve düşmanlığı vâhime kuvveti anlar Vâhime kuvveti olmasaydı, koyun kurdun düşmanı olduğunu anlamaz, ondan kaçmaz, yavrusunu da korumazdı Vâhime kuvvetiyle anlaşılan mânâlar hâfıza ile saklanır (Ali bin Emrullah)

VAHY (Vahiy):
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
O (Muhammed aleyhisselâm) boş şey söylemez Yalnız vahyedileni söyler (Necm sûresi: 3)
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, îmânı ve ibâdet esaslarını, güzel ahlâkı içine alan ilâhî kitablara inanmak, dînimizin üçüncü temel şartıdırYüce Rabbimiz peygamberleri vâsıtası ile hepsini ilâhî kitablarda bildirmiştir Allahü teâlâ bu ku tsal kitabları, bâzı peygamberlere melek vâsıtasıyla okutarak, bâzılarına ise yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek vahyetti Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu ilâhî kitabların hepsi O'nun kelâmı (sözleri) dır (M Sıddîk Gümüş)

Vahy Kâtibi:
Peygamber efendimize gelen vahyi, O'nun emri ile yazan sahâbîlere verilen isim
Eshâb-ı kirâm arasında kırk kadar vahiy kâtibi vardıMeşhûr vahiy kâtibleri şu Sahâbîler idi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Muâviye, Hâlid bin Velîd, Abdullah bin Zeyd, Zeyd bin Sâbit ve diğerleri (İbn-i Hacer Askalânî)

Vahy-i Gayri Metlûv:
Allahü teâlâ tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi Hadîs-i kudsî (Bkz Hadîs)

Vahy-i Metlûv:
Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek peygamberlere okuması
Vahy-i metlûvun kelimeleri de, mânâları da Allahü teâlâdan gelmiştir Kur'ân-ı kerîm vahy-i metlûvdur (İmâm-ı Süyûtî)

VA'ÎD:
Allahü teâlânın azâb yapacağına söz vermesi
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Şimdi, benim dünyâda ve âhirette va'îdimden korkanlara va'z-u nasîhat et! (Kâf sûresi: 45)
Mekke müşriklerinden önceki kavimler, Peygamberlerini tekzîb ettiler (yalanladılar) Onlara va'îdim hak (vâcib) oldu (Kehf sûresi: 14)
Allah'ım, ey sağlam ipin ve dosdoğru işin sâhibi! Senden va'îd gününde, emniyet ve sonsuzluk gününde Cennet'ini dilerim (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Tirmizî)

VAKF (Vakıf):
1 Mükellef (akıllı, müslüman ve ergenlik çağına erişmiş)kimsenin kendi mülkü olan mütekavvim (belli, kıymetli ve dayanıklı)malının menfaatini (faydasını) hiçbir şarta bağlamadan, müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş), bütün veya belli fakirle re bırakması Vakfın çoğulu evkâftır Vakfedene vâkıf, vakfedilen şeye mevkûf, vakfın menfaati kendisine bırakılana mevkûfun aleyh, yapılan sözleşmeye de vakfiye denir
Vakf dünyâda insanlara ihsân (iyilik) ve ikrâm etmek, âhirette de sevâb kazanmak gâyesiyle kurulur Vakf, ibâdet değil, kurbettir Yâni sevâb kazanmak niyeti ile yapılan mubâh bir iştir (İbn-i Âbidîn)
Abdullah ibni Ömer buyurdu ki: Babam Ömer (ranh) Hayber topraklarındaki mülkü olan bahçesini, tasadduk etmek yâni sadaka olarak vermek istiyordu Peygamber efendimize ne yapmasını sormuştu Peygamber efendimiz: Mülkünü vakıf yoluyla sadaka et ki satılmasın, hîbe edilmesin, mîrasçılara kalmasın ancak gelirleri veya mahsûlü hayır işlerine harcansın" buyurdu Babam da böyle yaptı O bahçenin mahsûlü Allah yolunda harbedenlere, köle âzâd etmeye, misâfirlere ve yolculara, yolda kalmışlara, bahçeyi i şleyenlere ve idâre edicilerine harcandı (İbn-i Âbidîn)
2 Kırâatte yâni Kur'ân-ı kerîm okurken duracak yerde durmak, kelimeyi kendisinden sonra gelenden ayırmak
Zellet-ül kârinin (yanlış okumanın) biri de, vakıf ve geçilecek yerde olur Bu şekilde hatâda, mânâ değişse de namaz bozulmaz (Alâüddîn-i Haskefî)

VAKFE:
Durma; haccın farzlarından olup, Arefe günü Arafat'ta öğle ve ikindi namazından sonra bir miktar durmak
Vakfe, Arafat'ın Vâdi-yi Urene denilen yerinden başka herhangi bir yerinde yapılır (İbn-i Âbidîn)

VÂKIA SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin elli altıncı sûresi
Vâkıa sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi) Doksan altı âyet-i kerîmedir İsmini ilk âyette geçen Vâkıa kelimesinden alır Sûrede, kıyâmet ve âhiret hâllerinden, Cennet ve Cehennemden vb konulardan bahs edilmektedir (Senâullah Dehlevî, Râzî)
Vâkıa sûresinde meâlen buyruldu ki:
Îmânları ileri olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta olanlardır Bunların hepsi mukarreblerdir (Âyet: 10)
Kim her gece Vâkıa sûresini okursa, ona fakirlik aslâ isâbet etmez (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

VÂKI'ÂT HABERLERİ:
Hanefî mezhebinde, üç imâmdan (İmâm-ı a'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed'den) bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri, bildirdikleri hükümler
Hanefî mezhebinde vâkı'ât haberlerini ilk toplayan Ebü'l-Leys Semerkandî olup, Nevâzil kitabını yazmıştır (İbn-i Âbidîn)
Hanefî mezhebinde namazda hareketsiz olmak lâzım olduğundan, otururken parmakla işâret edilmez Vâkı'ât haberlerinde böyle bildirilmektedir (İbn-i Âbidîn)

VÂKIF:
1 Mülkü olan belli ve kıymetli malının menfaatini bir şarta bağlamadan müslüman veya zımmî (gayr-i müslim vatandaş) bütün veya belli fakîrlere Allah rızâsı için terkeden kimse (Bkz Vakf)
Vâkıfın müslüman, hür, akıllı ve bâliğ yâni ergenlik çağına ulaşmış olması lâzımdır (İbn-i Âbidîn)
Şart-ı Vâkıf (Vâkıfın koyduğu şart), nass-ı şârî (din sâhibinin koyduğu kânun) gibidir (İbn-i Âbidîn)
2 Bir işten haberi olan
Meşveret olunan kimsenin vâkıf olmadığı şeyi veya vâkıf olduğunun aksini söylemesi günâhtır Hatâ ile söylemesi günâh olmaz (M Hâdimî)
3 Arafât'ta vakfeye duran

VAKT (Vakit):
1 Namazın dışındaki farzlardan birisi
Namazın dışındaki yedi farzdan birisi olan vakt üç şeyle tamam olur
1) Her namazın vaktinin evvelini bilmekle,
2) Her namazın âhir (son) vaktini bilmekle,
3) Namazı mekrûh olan vakte vardırmamakla (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Farzları vaktinde sünnetlerle birlikte kıl (Fakîrullah)
Beş vakt namazı, vakitleri girer girmez kılmalıdır Yalnız yatsı namazını kış aylarında gecenin ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır (İmâm-ı Rabbânî)
2 Zaman
Kim vaktini câmide geçirmeyi âdet ederse, Allahü teâlâ da ona ülfet eder (onu himâyesine alır) (Hadîs-i şerîf-Râmûz-ül-Ehâdîs)
Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem "Yârın yaparım diyen helâk oldu" buyurdu (İmâm-ı Rabbânî)
Vakt insanı havanda gibi döğer, ezer (Üstâd Ebü'l-Kâsım)
Vakt keskin bir kılıç gibidirKıymetli ve şerefli şeylere sarfetmek gerektir (Muhammed Ma'sûm Fârûkî)

VÂLÎ (El-Vâlî):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) Her şeyin mâliki (sâhibi), yaratıcısı, bütün işler tasarrufunda olan, her şey O'nun irâdesi, hükmü ile olan
El-Vâlî ism-i şerîfini söyleyen, yıldırım ve başka âfetlerden kurtulmuş olur (Yûsuf Nebhânî)

VALLÂHÎ:
Allahü teâlâya yemin ederim mânâsına, bir sözün, niyyetin, bir işi yapmak veya yapmamak arzûsunun kuvvetli olduğunu gösteren, söylendiği şeye aykırı hareket edildiğinde, yemin keffâreti lâzım gelen sözlerden birisi
Yemin yalnız Allahü teâlânın isimleri ile olur Başka şeylerle, müslüman yemîni olmaz Allahü teâlânın isimleri ile yemîn ya harf ile veya kelime ile olur İsmin başında be, te, ve harflerinden biri söylenip, ismin sonu esre okunursa, yemin olur Mes elâ billahî, tallahî, vallâhî demek gibi Birisi hakkında "Vallâhî dövmeyeceğim" diye yemîn eden kimse, bir kerre döğerse yemîni bozulur, keffâret denen cezâyı verir ve yemin biter İkinci defâ döğerse bir daha keffâret vermez (Alâüddîn Haskefî)

__________________
Alıntı Yaparak Cevapla