Konu
:
Osmanlı Devletinde Hukuk Adalet Ve Yargı Sistemi
Yalnız Mesajı Göster
Osmanlı Devletinde Hukuk Adalet Ve Yargı Sistemi
11-25-2012
#
1
Prof. Dr. Sinsi
Osmanlı Devletinde Hukuk Adalet Ve Yargı Sistemi
OSMANLI DEVLETİNDE HUKUK
ADALET VE YARGI SİSTEMİ
1-
Osmanlıda Şer’î- Örfî Hukuk Ayrımı
İslâm hukuku
anayasa
idare ve malî hukuk gibi hususlarda çerçeve hükümler getirmekle yetinmiş
ayrıntıya girmemiştir
Bunun çeşitli tarihî
siyâsî ve hukukî sebepleri vardır[1]
İslâmı bir hukuk sistemi olarak da benimseyen Osmanlı Devletinde de sultanlar
bu çerçeve hükümleri esas alarak kendilerine tanınan sınırlı yasama yetkilerini kullanmışlardır
Kanunnâme
ferman
adaletnâme
yasaknâme gibi isimlerle anılan bu düzenlemelere
fıkıh kitaplarındaki hükümlerle karışmaması için örfî hukuk ismi verilmiştir
Buna göre fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere şer’î hukuk[
2
]
devlet b
aşk
anının fermanları ile oluşan hükümler topluluğuna da örfî hukuk denmiştir[
3
]
Her iki hukuk birden de Osmanlı hukukunu oluşturmaktadır[
4
]
Belirtmek gerekir ki bu ayrım örfî hukukun şer’î olmadığı anlamına gelmemektedir
Bilakis şer’î hukuk
yukarıda da izah edildiği üzere niteliği itibariyle örfî hukukun oluşmasına izin vermiş bulunmaktadır
Ayrıca şer’î ve örfî hukuk
birbirinden tamamen bağımsız iki hukuk sistemi de değildir[
5
]
B
aşk
a bir ifade ile örfî hukuk
şer’î hukuka bağlı olarak gelişen hükümler topluluğundan ibarettir[
6
]
Çünkü örfî hukuk
şer’î hukuk tarafından ülül-emr’e tanınan sınırlı yasama yetkisi kullanılarak oluşturulan hukuktur[
7
]
Zaten diğer kaynaklar yanında örfî hukukun temel kaynağını oluşturan örf ve adet[
8
] ile amme maslahatı şer’î hukukun kaynakları arasında yer almaktadır[
9
]
Şer’î ve örfî hukukun düzenledikleri alanları da kesin bir çizgi ile birbirinden ayırt etmek mümkün değildir
Çünkü şer’î ve örfî hukuk tamamen farklı alanları düzenleyen ayrı hukuk sistemleri olmayıp
çok defa şekil ve muhteva açısından yanyana bulunmaktadırlar
Meselâ
devlet b
aşk
anının mevcut şer’î hükümleri tedvin etmesi örfî hukuk olarak nitelendirilmektedir
Böyle bir durumda meydana getirilen hükümler şer’î
onlara verilen şekil ise örfî hukuk olarak isimlendirilir
Şer’î hukukun herhangi bir hüküm vaz’ etmediği ve kanunlaştırılmasını tamamen zamanın devlet b
aşk
anına bıraktığı hususlarda ise
daha rahat bir ayrım yapılabileceği söylenebilir
Ancak bu ayrımın
belirli hukuk dallarından ziyade her hukuk dalındaki hükümler nazara alınarak yapılması daha sağlıklı bir netice verir
Çünkü şer’î hukuk belirli alanları tanzim ederek diğer alanları tamamen boş bırakmış değildir
Az veya çok genel-özel hüküm şeklinde mutlaka bir kısım hükümler vaz’ etmiştir
Ancak
her hukuk dalında ilişkin hükümlerin yüzdesi farklıdır
Mâlî hukukta ve ceza hukukunun tazir suç ve cezalarında örfî hukuk oranı yüzde doksanlara varırken
borçlar ve aile hukuku alanında bu oran yüzde birlere kadar inmektedir
2- Osmanlı’da Anayasa Hareketleri
İslam
belirli bir yönetim şekli öngörmemiştir
Muhtemelen bu sebepten İslam tarihinde bugünkü anlamı ile sistemli bir anayasa hazırlanmamıştır
Hz
Peygamber devrindeki Medine Anayasası olarak bilinen vesika da çeşitli sebeplerle kısa sürede değerini yitirmiştir
Osmanlı devletinde de Fatih devrine kadar herhangi bir anayasa veya bu nitelikte bir belgeye ihtiyaç duyulmamıştır
Bu sebeple Osmanlı hukuk tarihinde ilk yazılı anayasanın Fatih’in teşkilat kanunnamesi olduğu söylenebilir[
10
]
Ancak söz konusu kanun
yeni hükümlerden çok o zamana kadar fiilen yürürlükte bulunan hususları yazılı hale getirmiştir
Bu husus kanunnamede “bu kanun atam
dedem kanunudur” şeklinde açıkça belirtilmektedir
Kanunnamenin muhtevasında divan-ı hümayun ve saltanat başta olmak üzere devletin merkezi teşkilatı ve bunların işleyişi üzerinde durulmaktadır
Kanunnamede o devre kadar ki saltanat usulü sadece yazılı hale getirilmiş
devletin şeklinde herhangi bir değişikliğe gidilmemiştir
Tartışmalı olmakla birlikte kamu düzeni için padişahların kardeşlerini katledebilecekleri hükme bağlanmıştır
Divana bizzat padişahın b
aşk
anlık etmesi geleneği kaldırılmıştır
Diğer teşkilatlarda da herhangi bir değişikliğe gidilmemiştir
Belirtmek gerekir ki günümüz anayasaları ile mukayese edildiğinde eksik ve basit olduğu söylenebilir
Ancak hazırlandığı devir nazara alındığında onun anayasa niteliğinde bir kanun olduğu söylenebilir
Fatih’in söz konusu kanunnamesi üzerinde yapılan bir kısım değişikliklerle 1876 Kanun-ı Esâsiye kadar yürürlükte kalmıştır
Ancak bu arada yine anayasal belge olarak nitelendirilebilecek Sened-i İttifak ve özellikle Tanzimat Fermanı bulunmaktadır
1808 tarihli Sened-i İttifak Anadolu ve Rumeli Ayanları ile II
Mahmut arasında imzalanmıştır
Bu belge ile devlete isyan eden âyanlar resmen tanınmış ve padişahın yetkilerinde önemli ölçüde sınırlamalara gidilmiştir
Niteliği ve getirdiği hükümleri itibariyle önemli bir belge olsa da anayasal bir belge olduğu söylenemez
3- Tanzimat Fermanı ve Getirdiği Yenilikler
Gülhane Hatt-ı Hümâyunu veya Tanzimat Fermanı olarak tarihe geçen ferman
3 Kasım 1839 da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunarak yürürlüğe girmiştir[
11
]
Söz konusu ferman
anayasal bir belge[
12
]
insan hakları bildirisi[
13
]
ferman veya sadece şartnâme
yani egemenliği kullanmaya yetkili organın kendi yetkilerini kendisinin kısıtladığı bir tasarrufu olarak da nitelendirilmiştir[
14
]
Belirtmek gerekir ki
söz konusu belge
Osmanlı tarihinde zaman zaman rastladığımız fermandan b
aşk
a bir şey değildir
Bugünkü hukuk anlayışı ile ele alınırsa
sistemli bir anayasa olduğu söylenemez
Bununla birlikte getirdiği hükümler ve başlattığı devir açısından normal ferman ve anayasalardan farklı bir konuma sahiptir
Çünkü o
Osmanlı Devletinde Lâle devri ile gayr-ı resmi olarak başlayan Batıya yönelişin resmen başlangıç belgesidir[
15
]
Gerçekten Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devletinin Batılılaşma yoluna girmesini sağlayacak kuruluşların temeli atılmıştır[
16
]
Bütün alanlarla ilgili olarak kavanin-i cedide vaz’edileceği kabul edilmiştir
Gerçekten de bu tarihten sonra ceza ve ticaret kanunları başta olmak üzere bir çok kanun Fransa’dan iktibas edilmiştir
Yani Tanzimat fermanı Osmanlı hukuk tarihinde iktibas hareketini başlatmıştır
Bütün müesseselerde Batı esas alınarak değişikliklere gidilmiştir
Böylece Cumhuriyet devrinde yapılacak olan yeniliklerin bir çoğunun temeli atılmıştır
4- Kanun-ı Esâsi Ya da Birinci Meşrutiyet
Kabul etmek gerekir ki
Osmanlı hukuk tarihinde bugünkü anlamı ile ilk yazılı anayasa 1876 tarihli Kanun-ı Esasidir
Söz konusu anayasa 1876 yılında II
Abdülhamid’in tahta çıkışı ve daha çok Mithat Paşanın gayretleri ile ilan edilmiştir
O devirde devletin içerisinde bulunduğu dahili ve harici gailelerin giderilmesi amacıyla hazırlanmıştır
Ayrıca hazırlanmasında Tanzimat ve Islahat Fermanlarında olduğu gibi batının önemli ölçüde etkisi olmuştur
Kanun-ı Esasi’ye göre
yürütme görevi başta padişah olmak üzere bakanlar kuruluna
yasama görevi ise âyân ve mebusan meclisine verilmiştir
Yargı alanında ise mahkemelerin bağımsızlığı hükme bağlanmış ve savcılık müessesesi kabul edilmiştir
Kanun-ı Esâsî
kısa süre sonra II
Abdülhamid tarafından askıya alınmıştır
Böylece 33 yıl sürecek olan II
Abdülhamid devri başlamıştır
1876 anayasasında 1909 yılında önemli değişiklikler olmuş
mesela
hükümetin parlamentoya karşı siyasal sorumluluğu benimsenmiştir ki
bu da en azından şeklen parlamenter hükümet sistemine bir geçiş sayılabilir
5- Osmanlı’da Yönetim
Osmanlı devletinin nev-i şahsına münhasır bir yönetim tarzına sahipti
Devletin başında Padişah vardı
Padişahlık babadan oğula geçmekteydi
Yasama yürütme ve yargı padişaha bağlıydı
Padişah hukuken sorumsuzdu
Ancak Osmanlı devletinde ulema-vükela ve askeri sınıf genelde bir muhalefet partisi gibi çalışıyordu
Padişah sorumsuz gibi görünmekle birlikte ulemadan fetva ve vükelanın (vekiller=bakan ve diğer bürokratlar) desteğini alan askerler padişahlardan birini indirip diğerini tahta oturtabiliyorlardı
Bu kurumlar birbiri ile uyumlu çalıştığı dönemlerde devlet yükselmiş
aralarındaki uyum bozulunca devlet çökmeye başlamış ve nihayet bu ilişki kopunca devlet de yıkılmıştı
Padişahın devlet işlerini yürüten yardımcısı sadrazam
bütün işlemlerinin İslam hukukuna uygunluğunu denetleyen yardımcısı ise şeyhülislamdı
Örfi hukuk ile ilgili yargı yetkisini sadrazama
şer’î hukuk ile ilgili yargılama yetkisini ise
kazasker ve divanlara bırakmıştı
Taşrada ise kadılar her iki görevi birlikte yürütmekteydiler
Merkezde devlet işlerinin halledildiği en önemli yer şüphesiz Divan-ı Hümayun idi
Fatih devrine kadar padişahlar divana bizzat b
aşk
anlık etmiş
bu tarihten sonra yerlerini sadrazama bırakmışlardır
Taşra teşkilatına gelince Osmanlı devleti federal bir yapı görünümündeydi
Ülke eyaletlere
eyaletler sancaklara
sancaklar da kazalara bölünmüştü
Eyaletlerin başında beylerbeyi
sancakların başında sancakbeyi
kazaların başında ise aynı zamanda hakimlik
noterlik ve belediye b
aşk
anlığı da yapan kadılar bulunurdu
XVIII
yüzyılın başlarından itibaren başlayan batılılaşma veya diğer adı ile “Lale Devri” ekonomik
sosyal
kültürel alanlarda kısmen dahi olsa ilerleme olmasına rağmen hukuki alanda herhangi bir değişiklik ve yenilik olmamıştı[
17
]
Devlet
nüfuzunu kötüye kullandığından ve saldığı ağır vergilerden dolayı
idareye karşı genel bir hoşnutsuzluğun doğmasına sebep olmuştu
Bunu fırsat bilen bazı kişiler devlete karşı b
aşk
aldırmaya başlamışlardı
Bir kısım âyân eyaletlerde idareyi ellerine geçirmeye başlamışlardı
Bu hal merkezi otoritenin zayıflamasına neden oldu
III
Selim ile başlayan Nizâm-ı Cedid hareketi
idari
mali
iktisadi
askeri
içtimai ve hemen her alanda büyük yenilikler öngören bir program idi
Kısmen dahi olsa bu program uygulamaya konuldu[
18
]
III
Selim’den kısa bir süre sonra tahta geçen II
Mahmut yarım kalan programı daha da genişleterek uygulamaya çalıştı
O zamana kadar bir çok padişahın kaldırmaya teşebbüs edemediği
teşebbüs edenlerin de canından ve makamından olduğu yeniçeriliği kaldırdı
Hemen ardından Divan-ı Hümayuna geniş yetkiler sunduğunu
adlî
idari
mali ve diğer hususlarda alınacak kararların kendisi tarafından kabul edileceğini beyan etti
Devletin hemen hemen bütün alanlarında yenilikler getirmeye çalıştı
Vergilerin tarh ve toplanmasında Avrupa devletlerinin usulünden yararlanıldı
Divan-ı Hümayun teşkilatı tamamen değiştirildi
Avrupa'da olduğu gibi “Bakanlıklar” kuruldu
Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye ismi ile bir meclis oluşturuldu
6- Ceza Hukuku
Osmanlı devletinde suç ve cezalar had kısas ve ta’zir olmak üzere üç kısma ayrılıyordu
Bunlardan had ve kısas fıkıh kitaplarında yer alıyor
ta’zir suç ve cezaları ise kanunnamelerle düzenleniyordu
Hatta Osmanlı kanunnamelerinde en çok yer verilen hususun
ta’zir suç ve cezaları olduğu söylenebilir
Tanzimat Fermanından sonra 1840 ve 1851 tarihli Ceza Kanunnameleri[
19
] hazırlanmıştır
Söz konusu tamamen Fransız kanunlarından tercümedir
Ta’zir suç ve cezaları ile ilgili olduğu için yine de şer’î hukukun dışına çıkıldığı söylenemez[
20
]
Bu kanunnamenin ilanından sonra ülkenin her vilayetinde oluşturulan meclislere bağlı sorgu hakimleri aracılığı ile zanlıların sorgusu yapılarak işkence ile suçu itiraf ettirme gibi metotlar tamamen yasaklanmıştır
7- Osmanlı Medeni Kanunu Ya da Mecelle
Osmanlı devletinde fıkıh kuralları geçerli olduğu için ayrı bir medeni kanun olmayıp fıkıh kitapları mahkemelerde uygulanıyordu
Özellikle şeyhülislamların verdiği fetvalar mahkemelerin işlerini oldukça kolaylaştırmıştır
Tanzimat fermanından sonra Osmanlı devletinin bir medeni kanunun olması ve bunun da özellikle Fransa’dan alınması için büyük gayret gösterilmiştir
Devrin ileri gelenleri arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda bu başarılamamış ve 1868 yılında yine fıkıh kitaplarına dayanan Mecelle vücuda getirilmeye başlanmıştır
Mecelle[
21
]
1868-1876 tarihleri arasında kitaplar şeklinde hazırlanmıştı
Tamamı 1851 madde olup
akitlere
haksız fiillere
bir kısım şahsın hukukuna
bir kısım ayni haklara ve bir kısım da hukuk muhakemeleri usulüne ait olmak üzere çeşitli hükümlere yer verilmişti
Mecelleyi hazırlayan kurul aslında 16
kitaptan sonra dağılmamış
aile
miras
vasiyet
vesayet
vakıf gibi hususları hazırlamaya devam etmiştir[
22
]
Ancak bu hususlar kanunlaşamadan ilgili komisyonun çalışmaları tatil edilmiştir
Kanun tekniği ve tasnif bakımından o devirdeki batı mevzuatına
mesela Fransa veya Avusturya medeni kanununa nazaran geri olmakla birlikte
kendisinden önceki Osmanlı mevzuatına nazaran terakki etmiş bir sistematiğe sahiptir
Daha da önemlisi dağınık bir halde bulunan fıkıh hükümlerini bir sisteme bağlı olarak bir araya getirmesi açısından büyük bir yenilik ve ilerilik arz eder[
23
]
Mecellenin hazırlandığı devri de göz önüne almak gerekir
Yetkin hukukçuların yetişmediği bir dönemde ve hukukçu olmayan üyelerden kurulmuş olan ticaret ve nizamiye mahkemelerinde de uygulanmak üzere hazırlanmıştır
Bu nedenle tekrar
tarif ve mukaddimelerle onlara bir nevi hukuk kitabı vazifesi görmeyi de üstlenmiştir
Medeni kanun sistematiğine bağlı olarak değil de
o devirde acilen ihtiyaç görülen kısımlarına öncelik verilerek hazırlanmıştır[
24
]
Ayrıca Mecellenin zamanına göre
sade
basit anlaşılır ve hukuki bir dil ile yazıldığı söylenebilir[
25
]
8- Mecelle Üzerinde Değişiklik Çalışmaları
Mecelle
aile ve miras başta olmak üzere normal bir medeni kanunda bulunması gereken hususları içermiyordu
Bu sebeple İkinci Meşrutiyetten sonra Mecelleyi bir medeni kanun olarak tamamlamak üzere çeşitli komisyonlar kurulmuştur
Bunlardan sadece aile hukukunu tanzim eden Hukuk-ı Aile Kararnâmesi yürürlüğe girmiştir[
26
]
Söz konusu kararname
Müslüman
Hıristiyan ve Yahudi aile hukuklarını tanzim etmiştir
Müslümanlar tarafından dört mezhebi birleştirdiği (telfik) azınlıklar tarafından da aile hukuku ile ilgili yetkileri ellerinden alarak şer’iye mahkemelerine verdiği için eleştirilmiştir
Bu sebeple iki yıldan daha az bir süre yürürlükte kalabilmiştir
1916 yılında kurulup alt komisyonları aracılığı ile uzun süre çalışmalar yapan Kanun-ı Medeni Komisyonundan beklenen sonuç elde edilemeyince 1923 yılında isimleri değiştirilerek ve görev alanları yeniden belirlenerek yeni komisyonlar oluşturulmuştur
Ne var ki
komisyonların çalışmalarından kayda değer bir netice elde edilememiştir
9- Osmanlı’da Adalet ve Yargı Sistemi
Osmanlı devletinde her vilayet
sancak ve kazada ihtiyaç dairesinde bir veya bir kaç hakim bulunurdu
Tek hakimin görev yaptığı bu usule şer‘iye mahkemeleri denirdi
Tanzimat’tan önce Osmanlı devletinde şer’iye mahkemeleri
Cemaat mahkemeleri ve konsolosluk mahkemeleri olmak üzere üç çeşit mahkeme vardı
Müslüman halk arasında çıkan her türlü anlaşmazlıklar ile Osmanlı teb’ası ile yabancı devletler teb’ası arasında meydana gelen medeni hukukla ilgili olmayan anlaşmazlıklara şer’iye mahkemelerinde bakılırdı
Bunlar tek hakimle il ve ilçelerde yargı görevini yerine getirirlerdi
Cemaat mahkemeleri
Osmanlı devletinin Müslüman olmayan halkının din ve mezhep yönünden bağlı bulundukları cemaatların mahkemeleri idi
Bunlar kendi cemaatlarına bağlı kimseler arasında çıkan medeni hukuka ilişkin anlaşmazlıkları kendi örf ve adetlerine göre çözümlerlerdi
Konsolosluk mahkemeleri ise
kapitülasyonlardan faydalanan yabancı devletlere mensup kimseler arasında çıkan anlaşmazlıklara bakıyorlardı
Osmanlı adliye teşkilatında
b
aşk
a bir ifade ile şer’iye mahkemelerinde
yargılamada çabukluk ve ucuzluk en belirgin özellik olarak göze çarpmaktadır
Hükmün sebebi ve şartları tamamıyla bulunduktan sonra hakimin hüküm vermeyi geriye bırakması mümkün değildi[
27
]
Aksi takdirde görevinden alınması söz konusu olabilirdi
Çünkü geciken adaletin zulüm olduğu kabul edilmekteydi[
28
]
Hakim
hükmünü ancak tarafların sulh olmalarından ümitli olduğu veya yeteri kadar araştırma yapamayıp kendisinde karar verecek kanaat hakim olmadığı zamanlarda geciktirebilirdi
Yargılama basitlik
ucuzluk ve çabukluk ilkelerine dayanmaktaydı
Yabancı yazarlar özellikle bu konu üzerinde dururken
dünyada sulh ve ceza mahkemelerinin bu derece hızla sonuçlandığı b
aşk
a bir ülkenin olmadığını
bu tür davaların Osmanlıda ancak üç-dört gün sürdüğünü belirtmektedirler[
29
]
Aynı şekilde muhakemenin sürâtlilığı kadar hakimlerin tarafsızlığı da dikkat çekicidir
Din ayrımı yapılmaksızın Müslüman
Hıristiyan veya Yahudi herkes gerçeği müdafaa etmek için bir avukatın güzel konuşmasına ihtiyaç duyulmaksızın davalarını bu hakimlere izah edebiliyorlardı[
30
]
Bununla birlikte yargılama esnasında hakikatin araştırılmasına azami dikkat gösteriliyordu
Hakim
gerekirse bilirkişilerin ve müftünün yardımını isteyebilirdi
Bilirkişiler aynı yerde ise sözlü
b
aşk
a yerde iseler yazılı olarak görüşlerini bildirebilirlerdi
Hakim bilirkişiye gitmek zorunda olmadığı gibi bilirkişilerin verdiği bilgilerle de bağlı değildi
Kendi kanaatine göre hüküm verirdi[
31
]
Hakim davalara bakarken sıra takip ederdi
Ancak acele görülmesi gereken veya uzaktan gelen kişilerin davalarına öncelik verebilirdi
Yargılamalar aleni idi
Bir b
aşk
a ifadeyle
yargılamada bulunup yargılamayı dinlemek isteyenler bundan men edilemezdi
Hakim yargılama esnasında özellikle alim kişileri bulundurup bunlarla istişare edebilirdi
Ayrıca hakimin yalnız bulunması onu rüşvet vb
töhmetlere maruz bırakabilirdi
Bu sebeple muhakemenin yapılış tarzını gözetlemekle yükümlü şuhûd’ül-hâl adını taşıyan müderris
ayan gibi şehrin ileri gelenlerinden seçilen beş-altı kişilik bir grup her zaman mahkemelerde bulunurdu
Hakim davaya bakarken bu kişilere danışır
özellikle hukukun örfî yönleri ve mahallî adetler hususunda bu kişiler hakime yardımcı olurlardı
[32
]
Ayrıca müftüler her ne kadar adalet dağıtanlar arasında olmasalar da
verdikleri fetvalar ile
davaların mahkemeye gelmeden halledilmesini sağlıyorlardı
Böylece hakimlerin işlerini kolaylaştırıyor
ve böylece
davaların yığılmasını ve adaletin gecikmesinin önüne geçilmiş oluyordu
Hakim
yargılama devam ederken
hükümden önce kanaatini açıklayamazdı
Hüküm anlatıldıktan sonra gerekçesi yazılır ve taraflara birer nüshası verilirdi[
33
]
Prof. Dr. Sinsi
Kullanıcının Profilini Göster
Prof. Dr. Sinsi Kullanıcısının Web Sitesi
Prof. Dr. Sinsi tarafından gönderilmiş daha fazla mesaj bul