Yalnız Mesajı Göster

Tefsir Usulü Kaynaklari

Eski 11-04-2012   #10
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Tefsir Usulü Kaynaklari



20- VÜCUH VE NEZAİR

Kuran-ı Kerimde, çeşitli manalarda kullanılan müşterek lafızların mevcut olduğu müşahade edilir Bir kelimenin bir ayette ifade ettiği mana ile, yine aynı kelimenin diğer ayetlerde anlamlar aynı olmamaktadır İşte biz buna tefsir ilminde “Vücuh” diyoruz Bunun aksine de, yani çeşitli birçok kelimenin aynı manayı ifade etmesine “Nezair” denir Kuranın iyi anlaşılması ve bilinmesi için, tefsir ilminde öğrenilmesi lazım gelen mühim hususlardan biri de şüphesiz “Vücuh ve nezair”dir İbn Abbastan rivayet edildiğine göre, Ali b Ebu Talib onu, Haricilerle münakaşa ve onları ikna etmek için gönderdiğinde, ona şu hususu tenbih etmeyi ihmal etmemişti: “Onlarla münakaşa ederken delil olarak Kuran-ı Kerimi hüccet gösterme, çünkü onda, bir çok manaları ihtiva eden, zü vücuh kelimeler vardır Yalnız sünnet ile fikirlerini teyid et[u] İşte Kuranda, bir kelimenin bir kaç veya yirmiye yakın bir mana ifade etmesi, onun mucize oluşunun bir delilidir Zira beşer kelamında böyle şeyler pek bulunmaz Mukatil b Süleyman kitabının mukaddimesinde naklettiği bir haberde “Kişi Kurandaki bir çok vecihleri görmedikçe hakiki bir fakih olamaz” demektedir[u]
Şimdi bunlardan bazı örnekler verelim: Mesela, “El-Hüda” kelimesi ve ondan türeyen kelimelerin, Kuran-ı Kerimde 17 manası olduğu görülür Bu kelime beyan (2/5), din (3/75), iman (19/76), dâi (13/7, 21/73), rasuller ve kitaplar (2/38) marife (16/16), reşad (1/6), Muhammed (2/159, 47/32), Kuran (53/23), Tevrat (40/53), istirca (2/157, 64/11), hucce (2/258), tevhid (28/57), sünne (43/22), islah (9/52), ilham (20/50), tevbe (7/156) gibi manalara gelmektedir Tağut, salat, rahmet, ruh, kaza gibi pek çok kelime çeşitli anlamlara gelmektedir[u]
Keza “cehennem”, “nar”, “sakar”, “hutame”, “cahim” gibi çeşitli lafızların aynı manayı ifade etmeleri gibi daha pek çok kelimeye rastlanabilir Bunlar da nezaire ait örnekleri teşkil eder[u]

Vücuh ve Nezair Kaynakları:

1)
22)

21- FEDAİLUL-KURAN

Kuranın faziletine ait haberleri iki kısımda mütalaa edebiliriz:
1) Kuranın bütününün faziletine ait hadisler:
a) Osmandan (ra) Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Sizin en hayırlınız (muhakkak ki en faziletliniz) Kuranı öğrenen ve öğreteninizdir[u]
b) Ebu Musa el-Eşariden (ra) Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kuran okuyan müminin meseli, kokusu güzel, tadı güzel, portakal meyvesi gibidir Kuran okumayan müminin meseli de, kokusu olmayan fakat tatlı olan hurma gibidir Kuran okuyan münafıkın meseli ise, kokusu güzel, fakat tadı acı olan reyhane gibidir Kuran okumayan münafıkın meseli de, güzel kokusu olmayan ve tadı da acı olan Ebu Cehil karpuzu gibidir[u]
c) Aişeden (ra) Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Kuranı okumakta mahir olan, kerim muti elçilerle beraberdir Kuranı hafız olmayarak ve kendisine ağır geldiği halde okuyan ve bu suretle okumakta zorluk çeken kimse için de iki ecir vardır (Kuran okuma ve zorluk ecri)”[u]
d) İbn Abbasdan (ra) Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“İçinde (ezberinde) Kurandan bir şey bulunmayan kimse, harab olmuş bir ev gibidir[u]
2) Bazı muayyen sure ve ayetlerin faziletlerine ait hadisler:
a) Said b Mualladan (ra) Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
“Ey Eba Said, sen bu mescidden çıkmadan, sana muhakkak bir sure öğreteceğim ki bu sure Kurandaki surelerin en büyüğüdür dedi Elimi tuttu Mescitten çıkmayı murat ettiğimiz zaman:
“Ey Allahın Rasulü, bana Kurandan en büyük sureyi öğreteceğinizi söylememiş miydiniz?” dedim Cevaben:
“O sure elhamdulillahi rabbilalemindir ki, tekrar olunan yedi ayet ve bana ihsan olunan Kuranı azimdir buyurdu[u]
b) Rasulullah (sav) ihlas suresi hakkında şöyle buyurdu:
“Nefsim elinde tutan Allaha yemin ederim ki, o, Kuranın üçte birine denktir[u]
c) Rasulullah (sav) geceleri Bakara suresinin sonundan iki ayet okuyan kimseye: “O iki ayet kâfi gelir buyurdu[u]
Kuranın her suresinin fazileti hakkında zikredilen rivayetler Ubeyy b Kaba dayanır ki, bunların pek çoğu mevzudur Vahidi, Salebi, Zemahşeri gibi meşhur müfessirler eserlerinde bu mevzu haberlere geniş yer vermişlerdir Bu haberleri uyduranların çoğu, bunları hangi sebeplerden dolayı vazettiklerini itiraf etmek mecburiyetinde kalmışlardır Mesela: Ebu İsma Nuh b Ebi Meryeme (173/789) “Sure sure Kuranın faziletlerini bildiren İbn Abbas-İkrime tarikiyle gelen haberler sana nereden ulaştı?” diye sorulduğunda “Ben insanların Kurandan yüz çevirip, Ebu Hanife fıkhı ve Muhammed b İshakın Megazisi ile meşgul olduklarını gördüm ve sevap ümit ederek şu hadisleri uydurdum” şeklinde itirafta bulunmuştur[u] İbn Hibban Tarihud-Duafa adlı eserinin mukaddimesinde, İbn Mehdeviden naklen Meysere b Abdi Rabbihe “Bu hadisleri nereden aldın?” diye sorduklarında “İnsanları onlara rağbet ettirmek için” vazetmiş olduğunu söylemiştir[u]
İbn Hibban, Ebu Davud, Darekutni ve Ebu Hatim gibi zevat, Meyserenin Kuran surelerinin faziletleri hakkında hadisler uydurduğunu söyler[u]

Fedailul-Kuran Kaynakları:

1)
25)

22- HAVASSUL-KURAN

Kuranı Kerimin bazı ayet ve surelerinin özelliklerinden bahseden ilimdir Kurandaki birçok sure ve ayetlerin özelliklerine dair hadisler ve alimlerin sözleri mevcuttur Bunların okunmasıyla müsbet neticeler elde edildiği tecrübelerle sabittir
Kuranın özelliklerini aksettiren bazı rivayet örnekleri verelim:
1) Abdullah b Mesuddan rivayet edildiğine göre, kendisine büyük faydalar veren bir şeyi öğretmesini isteyen İbn Mesuda Rasulullah Ayetel-Kursiyi okumasını emretmiş, bunun kendisini, çocuklarını, evini, hatta evinin etrafında bulunan evleri koruyacağını söylemiştir
2) Ebu Hureyrenin bildirdiğine göre, Rasulullah üzüntülü ve zor durumlarda Cebrail kendisine görünüp İsra suresinin 111 ayetini okumasını hatırlatırmış
3) Ali b Ebi Talibin ifadesine göre “Enam” suresi bir hasta üzerine okununca hasta şifaya kavuşur[u]

Havassul-Kuran Kaynakları:

1)
8)

23- AYETLER VE SURELER ARASINDAKİ UYGUNLUK (TENASUBİL-AY VES-SÜVER)

Ayet ve sureler arasındaki uyum ve ahengi inceleyen tenasüb ilmi, şerefli bir ilimdir Bazı müfessirler bu husus üzerine dikkatle eğilmişler ve azami gayreti göstermişlerdir Fahreddin Razi (606/1209), Ebu Bekir İbnul-Arabi gibi bir çok alim bu ilmin önemini ve Kuran araştırmalarındaki yerini ifade etmişlerdir
Ayetler çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebeplere binaen nazil olmakla beraber, aralarında öyle bir irtibat var ki, onlardan birini yerinden oynatmak mümkün değildir Kuranın icazı bu yöne de teşmil edilebilir Belağat ve ahenk bakımından Kuranın böyle bir insicama sahip olması, onun ebedi bir mucize olduğunun delilidir Arapçada, kelimelerin teşkil ettikleri terkiplerin güzelliğini yaşatan ve ilelebed yaşatacak olan Kurandır Onun terkipleri gibi terkipler yapmak insanoğlunun kudretinde değildir
Ayetler ve sureler arasındaki münasebetleri incelemek çok ince ve çok dikkat edilmesi lazım gelen bir iştir Bu sahada kendilerini gösterebilen müfessirler, tefsirlerinde bu münasebetlere temas etmişlerdir Ayetler arasında münasebet olmadığına kail olanlar eserlerinde bu hususa temas etmeyenlerdir Fatiha suresi bir bakıma mukaddimedir
Kuran-ı Kerimin sureleri arasında da mutlak bir irtibat vardır Gelişi güzel serpiştirilmiş olması bahis konusu olamaz Bazıları, Kuran sureleri uzunluk ve kısalıklarına göre tertib edilmiştir, söylendiği gibi bir tertib bahis konusu değildir, demişlerse de, biz tertiblerdeki uzunluk ve kısalıkları kabul etmekle beraber, bundan maksadın sadece bu olmadığını ve aralarında bir münasebetin varlığını söylüyoruz Kuranın bıkılmadan okunması ve çocukların kısa sureleri bir arada kolayca ezberlemeleri gibi kolaylıklar yanında aşağıda vereceğimiz örneklerde görüleceği gibi başka faydalar da vardır
1) Ayetler arasındaki münasebete örnek:
a)“Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haramdan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksaya götüren O yücedir Şüphesiz O, Semidir, Basirdir(İsra: 17/1)
“Musaya kitap verdik ve “Benden başka vekil edinmeyin” diye onu İsrailoğullarına kılavuz kıldık (İsra: 17/2)
Birinci ayette Rasulullahın bir mucizesi bildiriliyor İsra ve Mirac hadiselerine inanmayanları ikna etmek için, Musanın Mısırdan gece kaçışı ve Tur dağında Tevrata nail oluşu arasında münasebet vardır Musanın kavmi inanmayıp ona zorluk çıkardığı gibi, Rasulullahın kavmi de bu hadiseye inanmak istememiş ve zorluklar çıkarmıştı
b)“Sana hilalleri sorarlar De ki: “O, insanlar ve hacc için belirlermiş vakitlerdir İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir, ama iyilik sakınanınkidir Evlere kapılarından girin Allahtan sakının, umulur ki kurtuluşa ereresiniz(Bakara: 2/189)
Hilallerin hükümleriyle eve girme arasında ne gibi bir münasebet vardır? Burada sual soranların ters soruşları bir temsille izah edilmektedir Onlar ayın tam veya noksan haldeki durumunu soruyorlar Rasulullah ise onlara ayın asıl hikmetini izah etmiş oluyor Bedihi olan bir şeyi niçin soruyorsunuz da, asıl sizin için menfaat olan yönünü sormuyorsunuz demek istemektedir Nasıl evinin kapısından çıkan bir kimse, evine kapısının aksi bir cihetinden girmezse –ki bu iyilik değildir- o halde siz de sualinizi eve ters girenler gibi aksi şekilde sormayın, demek istemektedir[u]
c) Bakara suresinde sadaka ayetlerinden sonra faizin haram olduğunu bildiren ayetler ardarda gelmişlerdir Bu iki grup ayet ayrı ayrı zamanlarda nazil olmasına rağmen aralarında irtibat vardır Çünkü her iki grup ayet de fakirleri korumayı hedefleyen özelliğe sahiptirler[u]
2)Sureler arasındaki münasebete örnek:Duha ve İnşirah sureleri gaye ve maksat bakımından aynıdırlar Kevser suresiyle Maun suresi arasında da şöyle bir münasebet açık olarak görülür Maun suresinde, münafıkın dört vasfı zikredilmiştir Onlar da pintilik, namazı terk, namazda riya ve yardıma mani olmadır Kevser suresinde ise pintiliğe mukabil, hayrı çok olan kevser, namazı terk yerine namaza devam, namazda riya yerine Rab için namaz kılmak, yardımı men etmek yerine kurban kesmek, onun etini tasadduk etmek gibi bir mana açık olarak kendini göstermektedir
Hakkında müstakil olarak eserlerin yazıldığı bu konuyu, ilim dalı olarak ortaya koyanın Ebu Bekir en-Nisaburi (324/936) olduğu bildirilmektedir[u]

Ayetler ve Sureler Arasındaki Uygunluğa İlişkin Kaynaklar:

1)
4)

TEFSİR TARİHİ

1- KURANIN TEFSİRİ

Mubarek ve mukaddes kitabımız Kuran-ı Kerim, insanlığın muhtaç olduğu dünyevi ve uhrevi bütün hükümleri ihtiva etmektedir Bu engin kaynaktan her fert ve her toplum imkan ve yetenekleri ölçüsünde istifade edip ihtiyaçlarını karşılama durumundadır Kuran-ı Kerim her probleme çözüm getiren, her meseleyi çözen ve her derde şifa olan bir ilahi kitap olduğuna göre, onun çok iyi bilinmesi, değerinin takdir edilmesi, saygıda kusur gözetilmemesi gerekir
Yaşadığımız yüzyılın maddeye ve dünyaya yönelik materyalist anlayışının tüm değer hükümlerini yıkarak yerine inançsızlığı ve başıboşluğu aşıladığı görülmektedir Materyalist anlayışın bertaraf edilmesi veya etkisiz hale getirilmesi Kuranı öğrenmek ve onun anlamını bilmekle mümkündür Yani Kuran okunacak, anlamı kavranacak, ibadet dili olması sebebiyle kısmen veya mümkünse tamamen ezberlenecektir Aslında Kuran bilinir, öğrenilir veya kavranırsa sözü edilen yanılmalar ve sapmalar da önlenmiş olur
Kuran-ı Kerimin anlaşılmasını hedef edinen tefsir ilminin başlangıçtan günümüze kadar geçirdiği tekamül ve değişiklikleri bilmek gerçekten lüzumludur Bu sayede Rasulullahın, Sahabenin, Tabiin ve Tebeut-Tabiinin tefsirdeki yerleri belirlendiği gibi sonraki dönemin tefsir faaliyetleri de gözden geçirilmiş olur Bu anlamda Sahabenin Kuranın ruhunu iyice anlayıp kavradıkları ve İslamın yüce mesajını beldelere ulaştırmayı kendilerine gaye edindikleri görülmektedir Fetihlerle birlikte İslamın nurlu dairesine arap-arap dışı toplumların diğer ilimlerle birlikte Kuran ve Kuran ilimlerine özel bir önem verdikleri de bilinmektedir
Hicri 4 yüzyılda en verimli eserlerini vermeye başlayan tefsir ve Kurani ilimlerle ilgili çalışmalar daha sonraki yüzyıllarda altın çağlarını yaşamıştır Tefsirdeki farklı metod ve üsluplarıyla belirginleşen müfessirler yüzyıllarının unutulmayan büyük isimleri olmuşlardır[u]

1) Kuran Tefsirine Duyulan İhtiyaç:

Her zaman ve her devirde, dini, felsefi ve ilmi eserlerin muhatablar tarafından iyice anlaşılıp kavranabilmesi için, onların kendilerini iyi anlayanlar tarafından izah edilip açıklanması lazım gelir Bu gibi eserlerde, öyle esas ve prensipler var ki, onu okuyan herkes, ne demek istediğini anlayamaz Hele insanlığı dalalet bataklığından kurtaracak esasları ihtiva eden ilahi kitapların muhteviyatı, muhatabları tarafından daha iyi anlaşılması gerekir O halde, ilahi kitapların sonuncusu olan Kuranın müslümanlar, hatta bütün insanlar tarafından anlaşılıp insanların ona bağlanabilmek için, onun mutlak surette tefsir ve izah edilmesi icab ediyordu Bütün insanlık için prensipler ihtiva eden bir kitabın, insanlığın ayrı ayrı zamanlar ve mekanlar içinde bütün ihtiyaçlarını madde madde sıralayıp muhtevasında derc etmesi mümkün değildi Onda umumi esaslar vardır Onda açıkça anlaşılabilen ayetler olduğu gibi, sarih olarak anlaşılmayan ayetler de vardır Yine onda yüksek edebi sanatlar da mevcuttur Bunlar ancak onları iyi bilenler tarafından izah edilmekle anlaşılır Ondaki dini hakikatler, ilmi kaide ve mantık prensipleriyle de çözülemez Eğer bu hakikatler, ilmi kaidelerle çözülebilseydi, dinin ilahi karakterine lüzum kalmaz, onları eğitim ve öğretim yoluyla öğrenir ve öğretirdik Bu bakımdan dini eserlerin, diğer ilmi eserlere nisbetle tefsire daha çok ihtiyacı vardır Araplarda, yıllardan beri kökleşmiş olan cahili adetlerin fena olanlarını söküp atacak ve ileride sosyal hayat kanunlarını ortaya koyacak olan Kuranı, Rasulullahın tefsir etmesi lazım geliyordu
Fütuhat devrinde Araplar yarımadalarının dışına çıkıp, harici alemle temas ettiklerinde, ellerinde Kurandan başka kitab da yoktu Onu okuyor ve onunla hükmediyorlardı Kuranın üslub ve belağatı onları hayrette bırakıyor, taaccübe sevkediyordu Çünkü onlar, bu kitapdan evvel, kahinlerin secili nesirleriyle, şairlerin vezinli ve kafiyeli nazımlarından başka bir şey işitmemişlerdi Halbuki Kuran, bildikleri ne şiir ve ne de nesir idi Onda, bildiklerinin dışında ibret verici bir üslub ve belağat vardı Hele onun ihtiva ettiği hükümler ve kıssalar, onları teshir ediyordu Elbette, onları bu kadar hayrette bırakan bir kitabı okumak ve hükümlerini anlamak, onlar için en büyük gaye olacaktı Bundan dolayı, müslümanlar dini ve dünyevi işlerinde ve hatta günlük muamelelerinde ona müracaat ediyor ve onu iyi anlamaya çalışıyordu
Yukarıda Kuran-ı Kerimin ilim ve felsefe kitabı olmadığını ve onun ilahi bir kitap olduğunu söylemiştik Ondaki hakikatları bize en iyi öğretecek, bizzat kendisine kitap gelen mümtaz şahıstır ki, o da Muhammeddir (sav) O, Kuran tefsirinin aslı ve esasıdır Zira Kuran-ı Kerim ona indirilmiştir O mutlak olarak, Kuranı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayandır Yine bu bakımdan o, mübelliğdir ve tebyinle mükelleftir Bu husus ayetlerde açık olarak belirtilmiştir Bu bakımdan Kuran, kendisinin bizzat tefsir edilmesini yine kendisi istemiştir O halde ilk tefsir hareketi, İslamın kendi bünyesinden doğmuştur Elbette yeni harekete geçen bu faaliyete hız verecek veya onu frenleyecek bazı amiller zuhur edecektir ki, bunlara yeri geldikçe temas edilecektir
Rasulullah tebliğ ve tebyinle mükelleftir Tebliğ, nübüvvetin esaslarından biridir Tebliğsiz nebi olamaz Tebliğ edeceği konuyu da en iyi bilen nebi ve rasullerdir Bu bakımdan Kuran-ı Kerimde gerek Muhammede ve gerekse diğer nebi ve rasullere ait tebliğ emirleri pek çoktur Bunlardan bazıları şunlardır:
“Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et Eğer yapmayacak olursan, Onun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun (Maide: 5/67)
“(Hud:) “Ey kavmim, bende akıl yetersizliği yoktur; ama ben gerçekten alemlerin Rabbinden bir alçiyim” dedi (Araf: 7/67)
“O (Salih) da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, andolsun size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim Ama siz, öğüt verenleri sevmiyorsunuz (Araf: 7/79)
“Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye (Nahl: 16/44)
“Biz hiç bir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın (İbrahim: 14/4)
“Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mubarek bir kitaptır (Sad: 38/29)
“Öyle olmasa Kuranı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa bir takım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş?” (Muhammed: 47/24)
“Onlar yine de o sözü gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (Müminun: 23/68)
“Kuran okuduğun zaman seninle ahirete inanmayanlar arasında görünmez bir perde kıldık Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk Sen Kuranda sadece Rabbini bir ve tek andığın zaman, nefretle kaçar vaziyette gerisin geriye giderler (İsra: 17/45-46)
“Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiç bir sözü anlamaya çalışmıyorlar?” (Nisa: 4/78)[u]

2) Tefsir, Tevil, Terceme ve Meal Kelimelerinin Anlamı:

1) Tefsir:Tefsir kelimesi “Fesera” veya taklib tarikiyle “Sefera” köklerinden gelmektedir Tefil babından olan tefsir kelimesinin bu iki kökten de türemiş olması mümkündür Lügatte; beyan etmek, keşfetmek, izhar etmek, aydınlatmak ve üzeri kapalı bir şeyi açmak anlamındadır Istılahta; müşkil olan lafızdan murad edilen şeyi keşfetmek anlamına geliyorsa da alimler arasında yaygın anlamı, Kuran-ı kerimin manalarını keşfetmek, ondaki müşkil ve garib lafızlardan kastedilen şeyi beyan etmek, demektir[u]
2) Tevil: “Evl” kökünden gelen ve “Geri dönme” anlamına gelen bir mastardır Açıklamak ve beyan etmek anlamını da ifade etmektedir Istılahta ise; görünürde birbiriyle uyumlu iki ihtimalden birine manayı yöneltmektir Yani ayete muhtemel manalardan birini vermektir[u]
Tefsir ve tevil kelimeleri muhtelif zamanlarda birbirlerinin yerlerine de kullanılmışlardır Tefsir kelimesi ıstılah olarak tevilden daha evvel kullanılmıştır İslamın ilk asrında tefsir ve hadisten başka ilimler şuyu bulmadığından tefsir kelimesi bu ilimlere tahsis ediliyordu Terceme devri ile bu ilimler tedvine başlanıp, muhtelif ilimler İslamiyete girince bu kelime diğer ilimlerde de kullanılmaya başlanmış, tevil kelimesi ise Kuranı ve ondaki fikirleri müdafaa devrinden itibaren kullanılmaya başlanmıştır Bu kelime Kuran-ı Kerimde bir çok yerde başka başka anlamlarda geçmektedir Et-Taberi de bu kelimeyi tefsir yerinde kullanmıştır Bu bir tevazuun ifadesi olabilir Bazıları tefsir ile tevil kullanılış bakımından aynıdır demişlerse de, bunlar aynı şey değildir ve tefsir tevilden daha umumidir Zerkeşiye göre sahih olan bu ikisinin değişik manalarda kullanılmasıdır Ragıp el-İsfehani, tefsir ile tevili şöyle ayırt etmektedir “Tefsir tevilden daha umumidir Tefsir ekseriya lafızlarda, tevil ise manalarda kullanılır Mesela rüya tevili gibi Tevil ekseriya ilahiyat kitaplarında, tefsir ise bu kitaplarda kullanıldığı gibi, bunun gayrısında da kullanılır Tevil umumi ve hususi olarak da kullanılabilir Mesela küfür kelimesi umumi olarak mutlak inkar manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak Allahı inkar manasına, iman kelimesi de mutlak tasdik manasına kullanıldığı gibi, hususi olarak ta hak dini tasdik etmek manasında kullanılır Ragıp el-İsfehani, tevili makbul olma veya olmama bakımından iki kısma ayırmaktadır Makbul olmayan tevil, kendisine bakıldığı vakit hoş olmayan, ayetin ileri ve gerisiyle mutabakat etmeyen ve delilleri çirkin olandır Bu şartları havi olmayan tevil ise makbul addolunur[u]
3) Terceme: Bu kelimenin kökü dört harfli (rubai) “Terceme” fiilidir Cevheri bu kelimenin “Raceme”den geldiğini söylemektedir Lügat manası bir çok manaya gelmekle birlikte; bir kelamı, bir dilden başka bir dile çevirmek, demektir Istılahi manası ise, bir kelamın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir Tercüme yapılırken, kelamın bütün mana ve maksatlarına itina gösterilmesi icab etmek gerekir[u]
Terceme iki kısımda incelenebilir:
1) Harfi veya lafzi terceme: Aslına benzemesi gözetilen, başka bir deyimle eş anlamlılardan birinin yerine konulmasını hedefleyen tercemedir Lafızları çeşitli yönlerden incelenmesini gerektiren zor bir terceme türüdür Kuran için mümkün değildir Çünkü bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler benzerini meydana getiremezler Aksi taktirde Kuran7ın belağat hususiyetleri ve icazı kaybolur
2) Manevi veya tefsiri terceme: Nazmında ve tertibinde aslına benzemesi gözetilmeyen tercemedir Bunda asıl gaye, mananın güzel bir şekilde ifade edilmesi olduğu için uygulaması kolaydır Üstelik harfi tercemeye tercih edilmiştir
Kuranın Tercemesi yapılabilir mi?: Bu hususta alimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Fakat hepsinin ittifak ettikleri nokta Kuranın harfi tercemesinin yapılamıyacağıdır Buna karşılık tefsiri tercemenin yapılacağına izin verilmiştir Çünkü bu tün terceme, lafzın manasını daha geniş bir sözle mümkün olduğu kadar ifade etmektedir Üstelik bu terceme aslının da aynı sayılmamaktadırYalnız yapılan tercemenin Kuranın yerine geçmeyeceği ve Kuranın değer hükmünü taşımayacağı da bilinmelidir Kuran-ı Kerimin zengin olan Avrupa lisanlarına yapılan tercümeleri bile, asıl manayı ifade etmekten çok acizdir[u]

Tefsir İle Terceme Arasındaki Farklar:

1) Terceme sigası müstakil bir sigadır Aslından müstağni olunup, tercemenin aslın yerine geçmesi düşünülebilir Halbuki tefsir böyle değildir Tefsir asl ile irtibatını kesmez Eğer tefsirle irtibat kesilmiş olsaydı, söz bozulur veya batıl olurdu Bu arada mana da doğru ifade edilmemiş olurdu
2) Tercemede istidrat yapmak caiz olmadığı halde, tefsirde bu işi yapmak caizdir, hatta bazen vacip bile olur Bu da terceme ile aslın birbirine benzer olmasının zaruriliğini ifade eder Terceme fazlalıksız ve noksan olarak, tam bir vukufla aslına uygun olması bir zarurettir Tefsir ise böyle değildir Çünkü o, aslın bir beyanı ve tavzihidir Bu beyan ve tavzihler, istidratta müfesseri çeşitli mezheplere sevketmeyi iktiza eder Bu da vaz olunduğu manadan başkası kastedildiğinde lügatçıların şerhlerinde, ıstılahların izahında ve delillerin serdedilmesinde görülür
İşte Kuran tefsirinin ekserisi, lügat alimleri, akaid, fıkıh ve fıkıh usulü, nüzul sebepleri, nasih ve mensuh, tabii ve ictimai ilimlerin çeşitli istidratları ihtiva etmelerindeki sır budur Hata edildiğinde, aslın hatası üzerine yapılan tembih, bu istidradın yönlerindendir Keza bunu ilmi eserlerin şerhlerinde de mülahaza edebiliriz Böyle bir şeyi tercemede görmemize imkan yoktur Eğer tercemede böyle bir şey görseydik, emanetin vücubundan ve terceme inceliğinden çıkılmış olurdu
3) Terceme, örf cihetinden aslın bütün manalarına ve maksatlarına uygunluk manasını tazammun eder Tefsir için böyle bir durum yoktur Yukarıda zikredildiği gibi tefsir ancak izah üzerinde durur Bu izah ister icmali, ister tafsili, ister bütün manaları kaplasın, isterse bazılarını ihtisar etsin, müsavidir Halbuki terceme ne fazla ve ne de noksan aslın manasını aynen nakleder Bu işe tefsir kifayet etmeyebilir
4) Terceme, örf yönünden mütercimin naklettiği maksat ve manaların, asıl sözün medlülü olduğuna ve söz sahibinin bunu kastettiğine itminan tazammun eder Halbuki tefsir böyle değildir Eğer müfessirin yanında deliller çok olursa böyle bir itminanı verebilir Deliller az olursa susar ve bir tercihde de bulunamaz Bazen bir kelime veya bir ibareyi anlamaktaki aczini bildirerek “Söz sahibi kendi maksadını daha iyi bilendir” der Bilhassa bunlar sure başlarında ve müteşabih ayetlerde daha çok görülür[u]
Terceme aslın aynı olduğuna göre, zamanımızda da bazı asıllar unutulup tercemeler onların yerine kaim olmaktadır Ekseriya aslın tercemesindeki terceme lafzı hazfedilip, terceme bir asılmış gibi gösteriliyor Mesela, muhtelif dillerdeki Tevrat ve İncil tercemeleri gibi Böyle bir şey tefsirde mümkün değildir Burada tercemenin aksine asıl lafız düşebilir Fakat tefsir lafzı asla düşmez Taberi tefsiri, Razi tefsiri, Celaleyn tefsiri gibi
4) Meal: Meal kelimesi lügatte “Evl” kökünden mimli mastardır Bir şeyin varacağı yer ve gaye manasına mekan ismi de olur Bir şeyin koyulaşıp katı hale gelmesine de meal denir Istılahta ise, bir sözün manasının her yönüyle aynen değil de, biraz noksanıyla ifade edilmesine meal denir İşte Kuran-ı Kerimin tercemesi için kullanılan meal kelimesi, onu aynen terceme etmeye imkan olmadığını, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcud olduğunu belirtmek içindir Arapça bilmeyen müslümanlara, mümkün mertebe Allahın kelamını kendi dilleriyle anlatmak ve müslüman olmayanlar arasında İslamı yaymak için Kuran-ı Kerimin tercemesi zaruridir Salahiyetli veya salahiyetsiz şahısların yaptıkları tercemelerde, fahiş hatalar yapıldığı göz önünde bulundurulacak olursa, müslümanlar tarafından doğruya en yakın bir şekilde, Kuranın bütün dillere tercemesi şartı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır Bunun da salahiyetli heyetler tarafından yapılması gereklidir[u]

3) Kuran-ı Kerimin Doğu ve Batı Dillerindeki Tercemeleri:

Kuran-ı Kerimin İslamın ilk devrinden itibaren başka dillere tercüme edildiğine dair örneklere rastlamaktayız Prof M Hamidullah Le Saint Coran adlı Fransızca tercemesinin mukaddimesinde, Kuran-ı Kerimin terceme tarihi adlı bölümünde[u], aslen İranlı olan Selman el-Farisinin, Fatihayı farsçaya terceme ettiğini, keza hicri 127 senesinde Kuranın berbericeye çevrildiği, el-Cahizin (255/869) beyanına göre, Musa b Seyyar el-Esvarinin, Kuranı talebelerine hem arapça, hem farsça tefsir ettiği, keza Buzurg b Şehriyarın ifadesine göre, 270/883 senelerinde Kuranın Hind diline terceme edildiği bildiriliyor Samanoğullarından Mansur b Nuh devrinde (354/956) bir heyet Kuranı farsçaya terceme etmiş, bu esere Taberi tefsirini ek olarak ilave etmişlerdir Bu heyetin, Kuranı türkçeye de terceme ettiği söylenmektedir Aynı devreye ait, mütercimi belli olmayan bir tercemenin Cambridgede olduğu söylenir Bunlardan başka hicri 5 ve 6 asırlara ait Surabadi İsfaraini (471/1049), Zahidi (519/1125) ve Hoca Abdullah Ensarinin tercemeleri günümüze kadar ulaşmıştır Hoca Abdullah bu eserinin, 107 tefsirden istifade edilerek toplandığını kaydeder Hatta müsteşrik Mingana, Kurandan kısımlar ve reddiyeleri ihtiva eden süryanice bir eserin parçalarının el-Haccac b Yusuf devrine ait olduğunu zikreder
Kuran-ı kerimin ilk latince tercemesi 1143 tarihinde Robertus Ketenensiz (Robert of Retina) ile Dalmaçyalı Hermannus tarafından yapılmış ise de, bu terceme ancak 1543 senesinde Luterin tavsiyesi üzerine Theodor Bibliender tarafından neşredilmiştir Bu neşir tarihinden bir asır kadar sonra Slezyalı rahip Dominicus, izahlı bir Kuran tercemesi hazırlamış, fakat bu eser yazma olarak kalmış, basılmamıştı Bunlardan başka 1698de basılan tefsirli ve tenkidli bir Kuran tercemesi, bu tercemelerin en iyisi addedilir Bu terceme Ludovicus Maraccius (Maracci) tarafından yapılmıştır
Kuran-ı Kerim hemen hemen bütün avrupa dillerine terceme edilmiştir İlk fransızca tercemesi 1647de A du Ryer tarafından yapılmıştır Bundan sonra M Savary, B Kasimirski, R Blachere, E Montet ve M, Hamidullahın yapmış olduğu tercemeler meşhur olmuştur Fransızcada bunlardan başka 30a yakın terceme vardır İngilizcede de G Sale, J M Rodwell, F H Palmer, A J Arberry, Muhammed Ali gibi şahısların tercemeleri yanında 50den fazla terceme bulunmaktadır Diğer avrupa dillerinde de uran tercemeleri çok yaygındır Bu hususta tafsilata girişmek istemiyoruz[u] Batı dillerinde yaygın olan Kuran tercemesi şark dillerinde de bol miktarda bulunmaktadır Türk, İran, Çin, Urdu, Hindu, Malaya, Bengale, Cava ve Japon dillerinde de tercemeler vardır
Kuran-ı Kerimin türkçe tercemelerine uygur, arap ve latin harfleriyle rastlamaktayız Uygur harfleriyle Kuranın tam bir tercemesi yoktur Ancak bazı ayetlerin parçaları ele geçmiştir Prof Reşit Rahmati Arat 1951 senesinde İstanbulda neşrettiği Edip Ahmed b Mahmud Yükenkinin, Atabetül-Hakayıkında bazı ayetlerin tercemesine rastlandığını söylemektedir[u] Arap harfleriyle, Kuranın en eski tercemesi Ebu Ali el-Cubbai el-Huzistaniye (303/915) ait olduğu söylenirse de bu tercemeye ait bir ize rastlanılamamıştır Başka bir nüsha, 1914 senesinde Prof Dr Zeki Velidi Toganın Türkistanda bulduğu nüshadır ki, müellifi meçhuldür Bu terceme halen Leningrattaki Asya müzesinde “Anonim tefsir” adı ile korunmaktadır Yine müellifi meçhul, fakat tam bir nüsha İstanbul Türk-İslam Eserleri Müzesi 73 noda kayıtlı olan terceme 734/1333) yılında Muhammed İbnul-hace Devletşah eş-Şirazi tarafından istinsah edilmiştir Bu nüshayı Abdulkadir Erdoğan, Vakiflar Dergisinde tanıtmıştır Keza 764/1363 senesinde istinsah edilen ve Hekim oğlu Ali Paşa Kütüphanesinde 951 no da bulunan nüsha da ilk tercemelerdendir
Abdulkadir İnanın tetkikine göre, yukarıda zikredilen üç nüshanın, tercemeleri birbirine uygun ve çok yakın olduğunu söylemekte ve bunların hepsinin bir asıl nüshadan geldiğini ilave etmektedir Yine bu zata göre, Kuranın ilk tercemeleri miladi 11 asra kadar inmektedir Fakat bugün elde mevcut en eski türkçe tercemeleri 14 asra ait bulunmaktadır Asırlar boyunca latin harflerinin kabulüne kadar, yüzlerce terceme yapılmış, bunların ekserisi hayır sahipleri tarafından çeşitli kütüphanelere ve camilere vakfedilmiştir Şahısların elinde veya hususi kütüphanelerde de bol miktarda bulunmaktadır Kuranın türkçe tercemelerine ait bilbiyografyalar bu bakımdan daima eksik kalmaktadır Her an Anadolunun çeşitli kütüphane ve camilerinden veya hususi kütüphanelerden yeni ve kıymetli tercemeler çıkma ihtimali kuvvetlidir Eski türkçe tercemelerin ekserisi kelime kelime yapılmıştır Ord, Prof Süheyl Ünver, türkçe kelime kelime yapılmış olan tercemelerin, muhtelif kütüphanelerimizdeki sayısının 60a vardığını söylemektedir[u]

Latin Harfleriyle Yapılan Tercemeler:

Latin harfleriyle yapılmış tercemelere gelince, adedleri epeyce vardır Onlardan en önemlilerini zikredelim:
1) İmirli İsmail Hakkı, Kuran-ı Kerim Tercemesi
2) Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu
3) Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, yeni meali türkçe tefsir
4) Hasan Basri Çantay, Kuran-ı Hakim ve Meali Kerim
5) Osman Nebioğlu, Türkçe Muran-ı Kerim
6) Abdulbaki Gölpınarlı, Kuran-ı Kerim
7) Besim Atalay, Kuran
8) Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran-ı Kerim Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri
9) İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Kuran
10) Diyanet İşleri Başkanlığı Kuran-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Yaşar Kutluay-Hüseyin Atay)
11) Süleyman Ateş, Kuran-ı Kerim Meali
Yukarıda zikrettiklerimiz Kuranın tam tercemeleridir Ayrıca ayet ve surelerin tercemelerine ait latin harfleriyle yazılmış başka eserler de vardır

4) Kuran-ı Kerim Tefsirinde İhtilaf Sebepleri:

Kuran-ı Kerim tefsirinde, sahabe ve tabiilerden itibaren bir çok ihtilaflar olduğu sabittir “Sana da zikri indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye” (Nahl: 16/44) Rasulullahın ashabına Kuran lafızlarını beyan ettiği gibi, manalarını da açıkladığını bilmek vacip olur Bu bakımdan sahabe, Rasulullahdan on ayeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerlerine geçmezlerdi
İbn Teymiyye diyor ki[u]: Selef arasında tefsirde ihtilaf gayet azdı Onlar arasındaki ihtilaf tefsirden ziyade hükümlerde idi Mevcud olan bu ihtilaf da bir zıtlık (tezat) ihtilafından ziyade bir nevi ihtilafı idi Bu da iki kısımda mütalaa edilebilir: 1) Bir müsemmanın başka başka isimlerle çağrılmasından doğan ihtilaflar Mesela kılıç için bir müsemma olduğu halde buna “Sarim, seyf ve mühenned” diye üç isim verilmesi gibi Keza Kuran-ı Kerimde de Allahın esma-i hüsnası ve Rasulullahın çeşitli isimleri olması gibi Yine bu hususa örnek olarak Sırat-ı Mustakimi verebiliriz Bundan maksat, Kurana ittiba etmektir, diyenler olduğu gibi, onun İslam olduğunu söyleyenler de vardır Buradaki iki tefsir tarzı zahiren ayrı görülmekte ise de, bu iki sözün maksadı ayrı ve zıd değil, bilakis aynıdır Ayrı gibi görülen ifade ediliş tarzıdır Zira İslam demek Kurana ittiba demektir Bununla beraber, bu şekildeki nevi ihtilafları sebebiyle, elde edilen izah tarzları, diğerinde bulunmayan bir vasfı ortaya koyar 2) Tefsiri yapılması istenen bir şeyin, tamamı değil de temsil veya tembih tarikiyle o şeyin bazı nevilerini zikretmektir Yani ihata ve hasır için muhataba temsil tarikiyle ismin bazı envaı zikredilir Mesela, yabancı biri ekmek sorsa da, ona bir ekmek dilimi gösterilse ve ona istediğin şu mu? denilse işte bu işaret ekmeğin nevine işarettir, yoksa bir ekmek dilimine işaret değildir Mesela buna ait bir misal Kurandan verelim:
“Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allahın izniyle hayırlarda yarışır, öne geçer İşte bu, büyük fazlın kendisidir (Fatır: 35/32)
Malumdur ki bu ayette nefsine zulmedenler, vacip olanları terkedip haramları helal gibi işleyenlerdir Muktesid ise orta yolda olanlardır ki, vacipleri işleyip, haramları terkedenlerdir Es-Sabık ise; vaciplerle birlikte, hayırlarda da ileri gidenlerdir Veyahut şunlardan her biri taat nevilerinden biri olarak zikredilir Vaktin evvelinde namaz kılana sabık, zamanında kılana muktesid, namazın vaktini geçirenlere (bilhassa ikindi namazını akşama doğru geç bırakana) zalim denilir Keza Bakara suresinin sonlarında, sadaka verenlere muhsin, riba yiyenlere zalim denilir Malı kullanma bakımından insanlar ya muhsin, ya adil, yahut ta zalim olurlar O halde muhsin olan sabık vaciplerle beraber müstehapları da eda edendir Zalim riba yiyen ve zekata mani olandır Muktesid ise, farz olan zekatı eda eden ve riba yemeyendir
Tefsirdeki ihtilaf iki nevidir Birinin dayanağı sadece nakildir, diğeri ise naklin gayrı ile bilinir İlim ise ya muraddaki bir nakildir veya tahkik edilmiş bir istidlaldir Nakil ise ya masum bir zattan gelir veya masum olmayandan Birinci nevide sahih ve zayıfı bilmek mümkün olur, bu taktirde yapılacak bir şey yoktur Yahutta sahih veya zayıfı bilmek mümkün olmaz O taktirde bunları tasdik etmek mümkün olmaz Onun üzerinde araştırma yapmanın faydası yoktur Mesela Ehli Kehfin ahvali gibi, bu hususta Rasulullahdan sahih bir haber varsa makbuldür Yoksa merduddur Rasulullahdan tefsir, hadis, ahkam ve megazi hususunda nakledilmiş sahih haberler boldur Burada bir ihtilaf bahis konusu değildir Asıl ihtilaf, istidlal yoluyla gelen haberlerin bilinmemesindendir Hataların ekserisi burada görülür Daha sonra gelen müfessirlerden bir kısmı, evvela manalara inandılar sonra onun üzerine Kuranın lafızlarını hamlettiler Diğer bir kısmı ise ne konuşanın, ne inmiş olanın ve ne de onun muhatabını nazarı dikkate almaksızın, mücerret Kuranı kendi konuştukları arapçaya ve tabirlere, murat ettikleri şeyleri sevkederek tefsir ettiler Birinciler delalet ve beyan bakımından Kuran lafızlarının mustahak olup olmadıklarına bakmaksızın, sadece manayı sevkettiler Diğerleri ise, kelamın siyakına ve mütekellimin muradına bakmaksızın, arabın indinde caiz görülen şeyi, caiz görüb mücerred lafza tabi oldular Evvelkiler Kuranı tefsir ederken manalarda hata yaptıkları gibi, bunlar da birçok lafızlarda galat yaptılar Birincilerde mana, ikincilerde lafız ön plandadır Birinciler iki sınıftır Onlar bazen bir şeye delalet eden Kuran lafzını selbederler, bazen de ona delalet etmiyen veya murat edilmeyen şey üzerine hamlederler Bu iki halde de mana batıl olmuş olur Onlar delil ve medlulde hata etmişlerdir Bidat, heva ve heveslerine kapılmış taifeler gibi ki, onlar dalalet üzere ittifak etmiyenmutedil bir ümmete muhalif bir mezhep oldular İşte bunlar, Kuranı kendi görüşlerine göre tevil etmeye kalkıştılar Onlar bazen, ayetlerle mezheplerine delil getiriyorlar Halbuki ayetlerin delaletle bir alakası yoktur Bazen de mezheplerine muhalif olanları tevil ediyorlar ve kelimelerin yerlerini oynatıyorlar Tefsirlerindeki butlan açık bir şekilde bir çok yönlerde kendini gösterir
Bazıları da medlulde değil de delilde hata ederler Bunun misali de bazı sofilerde ve fakihlerde görülür Kur(anı sahih bir mana ile tefsir ederler, fakat Kuran vermek istedikleri bu manaya delalet etmez Şu zikredilen umumi ihtilaflardan sonra müfessirler arasında mevcut ihtilafın sebeplerini şöylece sıralayabiliriz:
1) Kıraat ihtilafları: Bir ayet hakkında sahabeden muhtelif iki tefsir gelir ki, bu da ihtilaf gibi addolunursa da hakikatte bir ihtilaf yoktur Mesela: “Ev lamestumun-Nisa: Yahut kadınlara dokunursanız” (Nisa: 4/43) ayetindeki okunuşa, cima veya dokunma manaları verilmesi gibi
2) İrab yönlerindeki ihtilaf: Mesela: “Fetelekka Ademu min Rabbihi kelimatin: Adem Rabbinden kelimeler belleyip aldı” (Bakara: 2/37) Bu ayette Adem merfu, kelimat ise nasb okunduğu gibi, aksi de mümkündür Bu taktirde failler değiştiği için , manalarda da değişiklik olacaktır
3) Kelimenin manasında dilcilerin ihtilafı: Mesela: “Yetufu aleyhim vildanun muhalledun: Ebediliğe mazher edilmiş evlatlar etraflarında dolanırlar” (Vakıa: 56/17) “Muhalledun” kelimesinin manası ebedi olarak onlar ihtiyarlamayacaklar, olabileceği gibi, onlar aynı yaşta oldukları ve yaşları değişmeyeceği gibi bir mana da verilebilir
4) Lafzın iki veya daha fazla manada iştiraki: Mesela: “Feesbahat kes-sarim: Bahçe simsiyah kesiliverdi” (Kalem: 68/20) “Es-sarim” kelimesi hakkında dört görüş vardır:
a) Gece gibi oldu, zira es-sarim lügatte gece manasına gelir
b) Gündüz gibi oldu, es-sarim kelimesi hem gece hem de gündüz manasına gelir
c) Bazı arap lehçelerinde, yangından arta kalan siyahlıklar manasına gelir
d) Kesilmiş ziraat gibi bir manaya da gelir
5) Itlak ve takyit ihtimali: Mesela: “Femen lemyecidu fesiyamu selaseti eyyamin: Bulaman kimse için üç gün oruç vardır” (Maide: 5/89) Ebu Hanife, Sevri ve onlara tabi olanlar takyidle hareket etmişler ve Ubeyy b Kab ile İbn Mesud bu ayeti “Fesiyamu selaseti eyyamin mutetabiatin: Üç gün peşpeşe oruç tutarşeklinde okuduğu için, bu iki imam da bu üç günlük orucun arka arkaya olacağını ileri sürmüşlerdir İmam eş-Şafii ise, bu görüşten ayrılarak, yukarıdaki şazz olan kıraatin hüccet olamıyacağını ileri sürerek, ayeti ıtlaka hamleder
6) Umum ve husus ihtilafı: Mesela: “Emyahsudunen-nase ala ma atahumul-lahu min fadlihi: Yoksa onlar, Allahın kendi fazlındaninsanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar” (Nisa: 4/54) Denildi ki, ayetteki en-nasdan murad, Rasulullahdır Çünkü Allah ona nübüvvet verdi, onlardan ona haset ettiler Yine denildi ki, en-nasdan murad, Rasulullahın âli ve ashabıdır Birinci mana hâs, ikincisi ise âmdır
7) Hakikat ve mecaz ihtimali: Mesela: “Ve ennehu huve edhake ve ebka: Şüphesiz ağlatan ve güldüren Odur, O!” (Necm: 53/43) Allah, insan oğlunu maruf olan gülüş ve ağlayışı ile yaratmıştır Bu hakikattır Veya arz, nebatı vermekle güler, sema da yağmurla ağlar, bu mana ise mecaz yönüdür Sahih olan ferah ve hüzünden ibarettir Zira gülme, sürur ve feraha, ağlama ise hüzne delalet eder
8) Kelimenin ziyadeliği ihtimali: Mesela: “La uksimu biyevmil-Kıyameti: Yoo, Kıyamet gününe yemin ederim” (Kıyame: 75/1) Bazı alimlere göre bu ayetteki “La” fazladandır, kelamı takviye ederBazı alimlere göre ise aslidir ve nefiydir Zira kıyamet bizatihi o kadar muazzamdır ki, onu izah etmek için yemine ihtiyaç yoktur
9) Hükmün mensuh veya muhkem olma ihtimali: Mesela: “Ya eyyühel-lezine amenut-tekul-lahe hakka tukatihi: Ey iman edenler! Allahtan nasıl korkmak lazımsa öyle korkun” (Al-i imran: 3/102) Bu ayet hakkında bazıları mensuhdur derken, bazıları da muhkem olduğunu söylemeleri gibi
10) Rasulullah ve seleften gelen tefsir rivayetlerinin ihtilafı: Mesela: “Hazani hasmani ihtesamu fi Rabbihim: İşte bunlar çekişen iki gruptur, Rableri konusunda çekiştiler” (Hacc: 22/19) Bazı alimler şu iki fırkadan birine ehli iman diğerine de ehli kitap demişlerdir Diğer bir kısmı da, o iki fırkadan biri müminler, diğerleri ise, hangi milletten olursa olsun kafir olanlardır, demişlerdir Keza “Ve ezzin fin-nasi bil-hacci: İnsanları hacca çağır” ayetinde de olduğu gibi, uradaki hitabın İbrahime ait olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Muhammede ait olduğunu zikredenler de vardır
Bundan başka, takdim ve tehirler, izmarlar ve diğer bir çok hususlardan dolayı ihtilaf konusu olabilecek meseleler eksik değildir[u]

2- BAŞLANGIÇTA TEFSİR

1) Rasulullahın Zamanında Tefsir:

Kuran-ı Kerim arap dili ile nazil olmuş, muhatapları onu kendi kültür seviyeleri nisbetinde anlayabilmişler, anlayamadıkları konuları, bu hususta en selahiyetli zat olan Rasulullaha sormuşlardı Derin akaid meseleleri üzerinde düşünmeye lüzum görmemişler, sağlam bir iman onları bu gibi bir tekellüften kurtarmıştı Rasulullahı Kuran tefsirine sevkeden en mühim amil, İslamiyetin kendisinden olan emridir Bu risalet vazifesinin iktizasıdır O tebyin ve tebliğle mükellefti Buna tipik bir misal, Haccetül-Veda hutbesinde üç defa müslümanlara tebliğ ettim mi diye sormuş, müslümanlardan müsbet cevap alınca “Ya Rabbi şahid ol” demişti Kuran-ı Kerimden sonra onun en mühim tefsir kaynağının Rasulullahın sünneti olduğunu söylemiştik Sünnet Kuranın umumunu, hususunu, mutlak ve mukayyedini, nasih ve mensuhunu ve diğer hususlarını izah eder Mekhulden rivayete göre Kuranın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kurana olan ihtiyacından daha fazladır[u] Bir hadiste: “Bana kitapla beraber, misli de verildi”[u] denilmektedir Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, Yahya b Ebi Kesir, sünnet Kurana kadirdir, Kitab ise sünnete kadir değildir, demektedir Bu söz Ahmed b Hanbele söylendiğinde “Bunu söylemeye cesaret edemem, fakat sünnet kitabı tefsir ve tebyin eder derim” demiştir[u] Kurtubi tefsirin mukaddimesinde, sünnetin Kuranı beyanı iki şekilde olduğu anlatılmaktadır[u] Birincisi, kitaptaki mücmeli beyandır Mesela beş vakit namazın vakitlerinin beyanı, zekatın miktarı ve haccın menasikini beyan gibi İkincisi ise, kitabın hükmü üzerine ziyadeliktir Mesela, kadının nikahını, hala ve teyze üzerine haram kılmak gibi
Rasulullah konuşma yönünden arabın en fasihlerindendi Çünkü ona arap edebiyatının meani, beyan ve bedi bakımından en yükseği olan Kuran nazil olmuştu Böyle bir kitabı ona müyesser kılan Allah, elbette onun lisanını en fasih ve en beliğ kılması icab ederdi Nitekim o, öyle yetiştirilmişti Daha evvelce söylediğimiz gibi, arap dili yazı ile pek işlenmediğinden cümleler kısa ve manalar çok genişti Kuran-ı Kerimde de bu ifade şekli mevcuttu

2) Sahabe Zamanında Tefsir:

3) Tabiiler Zamanında Tefsir:

4) Tabiilerden Sonraki Zamanda Tefsir:

3- TEFSİR ÇEŞİTLERİ

Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük Tefsir Tarihi Hakkında Bir Değerlendirme

ProfDr Suat Yıldırım

Ömer Nasûhi Bilmen (rha)'in yazdığı Büyük Tefsir Tarihi adlı eser, Usûl-i Tefsir ve Tabakâtü'l-Müfessirîn olmak üzere iki kısımdan ibarettir Müellifimiz önce, bunlardan birincisini yazmıştır Bu eserin plânını, Tefsir Usûlüne dair yazılmış gerek eski, gerekse muasır kitapların plânları ile karşılaştırınca ilk nazarda dikkati çeken bir durumla karşılaşırız Şöyle ki: Öbürlerinde yer alan bazı konular Ömer Nasûhi Bilmen'in eserinde ya pek muhtasar olduğu veya bulunmadığı hâlde, onlarda pek üstünde durulmayan birkaç konuya Bilmen genişçe yer vermiştir Bunda elbette kitabın yazıldığı ortam önemli rol oynamaktadır Yahut diyebiliriz ki, müellifimiz başka eserlerde bulunabilecek konuları genişçe ele almaya ihtiyaç görmemiş; o malumatı öbür eserlere havale etmiş, onların fazla yer ayırmadığı konularda tafsilat vermiştir
Fakat bunlar geçerli olmakla birlikte, yaşadığı dönemde Kur'ân ve Tefsirin maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek için de kolları sıvadığını düşünebiliriz Bizi böyle düşünmeye sevk eden gerekçeyi, eser hakkında kısa bir tanıtmadan sonra arz edeceğiz
Müellifimiz önce, Tefsir tarihi ilmini, genel tarih çerçevesine yerleştirir [s6-7] Tefsir tarihi, beşeriyet tarihinde en büyük inkılabı gerçekleştiren Kur'ân'ın özelliklerini ve kuvvetini inceleyen Tefsir ilmini ve bu ilim dalında eser verenleri ve eserlerini tanıtma gayesine yöneldiğinden büyük bir önemi haiz olduğunu bildirir
Tefsir usûlü kitaplarında esas konuları teşkil eden bahisleri müellifimizin pek kısa geçtiğini görüyoruz Ezcümle: Esbâb-ı Nüzûl yarım sayfalık bir yer tutmakta [s117], İ'râbü'l-Kur'an yarım sayfa [s119], mübhemât yarım sayfa [s120], muhkem-müteşabih bir sayfadan az [s121], âyetler arası tenasüb yarım sayfa [s122] Buna mukabil "Müfessirlerin muhtaç oldukları ilimler" bahsi on yedi sayfa [s123-140] Keza bu bahsi teyid eden "Müfessirlerin âdâb ve şerâiti" bahsi de oldukça uzundur [s143-153] Üstad buradan müfessirin doğru bir itikad, güzel maksad, diğer tefsirlerden farklı orijinal taraf, aklî ve naklî ilimlerle mücehhez olma, Kur'an'a ve tefsirlerine vukuf, hadisleri bilme, arap dil ve edebiyatının inceliklerine vakıf olma şartlarını arar
Buna mukabil Tencimü'l-Kur'an'ın parça parça indirilmesinin hikmetleri üzerinde birçok eserde fazla durulmazken ÖNBilmen'in bu hikmetleri altı madde halinde güzelce özetlediğini görüyoruz [s15-16]
Bilmen'den önce yazılıp da Tencîm konusuna ayrı bir başlık altında yer veren müellif, Menâhilü'l-İrfan adlı eserinde A Zerkânî'dir (Eser 1943'de yayınlanmıştır) Tencîm'in hikmetlerinin aslı Kur'ân'dan (İsra, 106 ve Furkan,32-33 âyetlerinden) alındığından, onların çoğunda benzerlikler varsa da, formüle edilişleri oldukça farklı olduklarından, merhum Bilmen'in, Menâhil'deki bahisden istifade etmeksizin yazdığı kanaatini taşıyorum Hatta Bilmen, Zerkâni'nin yazmadığı şu önemli hikmete yer verir: "Kur'ân'ın umumî heyeti birden nazil olsaydı, başkası tarafından evvelce düşünülüp tertip edilmiş olduğu zannını uyandırabilirdi Parça parça nüzulü ise, bu zanna imkân bırakmamıştır"
Eserin en orijinal sayılabilecek yerlerinden olan Tercîmü'l-Kur'ân bahsinin, kitabın fihristinde yer almaması çok tuhaftır İndekste bile tencîm veya müneccem kelimelerine rastlanmaz Keza Ahruf-i Seb'a bahsi fihristte görünmez İndekste de ne Ahruf ne de yedi harf sırasında yer alır
Bunlardan ve daha bazı karinelerden, bu eserin Usûl-i Tefsir kısmının çabuk yazıldığını düşünmekteyiz Demek ki eserin konu fihristi ve indeks kısımlarını yeni baştan hazırlamak gerekir Aksi hâlde okuyucu biraz eksik bilgilendirilmektedir
Müfessirimiz önce yazdığı Usûl-i Tefsir ile sonra yazdığı Tabakâtü'l-Müfessirîn'i birleştirerek kitabına Büyük Tefsir Tarihi adını vermiştir
"Müfessirleri tanıtan, "Tabakâtü'l-Müfessirîn" adını taşıyan ve bizce malum olan bazı eserler pek muhtasar şeylerdir ki, bunlar ne müfessirler hakkında malumatı câmidir, ne de tefsirler hakkında beyanâtı, mütaleâtı muhtevîdir" deyip, Süyûtî, Ahmed b Muhammed adlı bir zat tarafından yazılmış Türkçe yazma bir eseri (Veliyyüddin Ef Ktp No:427), Sırrı Paşa, Davûdî (Hamidiye Ktp No:179) eserlerini sayar Bunlardan Davûdî'nin yazmasını aradığını, fakat başka yere nakledildiğinden okuma imkânı bulamadığını söyler [s180]
Kendi eserinin ise müfessirlerin tefsir sahasındaki meslekleri, hayatları ve diğer eserleri hakkında bilgi verdiğini, böylece 464 müfessir tanıttığını bildirir Tevazuan, bu eserin ulemanın hakkını vermekten uzak olduğunu, fakat büsbütün yazmamaktansa bu şekilde kaleme almanın daha iyi olacağı mülâhazası ile yayımladığını bildirir Sıra dışı mümtaz müfessirler tabakasında, Hülefâ-i Râşidîn başta olarak ashâbın müfessirleri ile başlar Bunlar 15 zattır Sonra birinci tabakada, ilk asırdaki 6 müfessiri anlatır Sonra asırlarına göre on dört asırda yaşayan müfessirleri tanıtır
Terceme-i hâlini verdiği her müfessirin önce kısaca hayatını, sonra "mevki-i ilmî"sini, tefsirdeki mesleği, eserlerini ve o müfessiri anlatırken başvurduğu kaynakları bildirir
Eserin bizce önemini artıran husus, Türk müfessirlerine geniş yer ayırmasıdır
Hacı Paşa (Aydınlı), Kutbeddin İznikî, İbn-i Kâdı Simavna Bedrüddin, Kara Yakub b İdris, Molla Fenârî, Yazıcızade Mehmed Efendi, Alaeddin Çelebi, Seyyid Ahmed Kırımî, Muhyiddin Kâfiyeci, Hasan Çelebi b M Şah Fenârî, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Cemal Halvetî, MNecib Karahisarî, Hüsameddin Ali Bitlisî, Bayezid-i Rûmî, Muhyiddin Niksarî, Kemalüddin Karamânî, Abdurrahman Müeyyed Amasyalı, Celaleddin Karamanî, Yahşi Halife Amasyalı, İbn Kemal Paşa, Karabağî Muhyiddin, Bedreddin Mehmed Aydınlı, Bustanzade Mehmed Efendi, Muslihuddin Lârî, Kınalızade Alaeddin, Muhammed Birgivî, Ebussuud, Yusuf Sinaneddin Amasyalı, Molla Avâd Alâiyeli, Tatarpazarcıklı Mehmed Efendi, Muhammed Emir Padişah-ı Buhârî, Bedreddin Akhisarî, Galatalı Mehmed Efendi, Ahmed Şemseddin Karabağî, Şeyhüllislâm Sun'ullah Efendi, İsmail Ankaravî, Allâmek Mehmed Bosnalı, Abdülmecid Sivasî, Beypazarî Muslihuddin, Vardarlı Mehmed Efendi, Hıdır b Muhammed Amasyalı, Minkarîzade Yahya Efendi, Kurabzâde Abdullah, Ali Çelebi İznikî, Şeyh İsmail Usturumcalı, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, Kara Halil Boyabâdî, Halil Naimî Manisalı, Saçaklızade Mehmed Efendi, Mestçizade Abdullah Efendi, Muhammed Emin Üsküdârî, Abdurrahman Rahmi Bursalı, Muhammed b Veli İzmirî, Muhammed Hadimî, Mehmed Hâzık Erzurumî, Abdülgafur Lebib Amidî, Konevi İsmail Efendi, Lütfullah Erzurûmî, Müstakimzade Süleyman, Gözübüyükzade İbrahim, M Said Kayserili, Molla Halil Siirdî, Burdurlu Halil Efendi, Karslı Hamid Efendi, Şeyhülislâm Muhtar Ahmed Efendi, Kilisli Abdullah Efendi, Yozgatlı Keşfî Efendi, Sırrı Paşa, Ali Yekta Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Şeyhülislâm Musa Kazım Efendi, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi bunlardan bir kısmıdır
Müellifimiz, asrımızda alıştığımız üzere, eserin başında veya sonunda kaynaklarını liste halinde vermez Bu sebepten onun geniş bir literatüre dayandığı intibaı hasıl olmaz Fakat kitap okununca onun gerçekten zengin bir literatürden yararlandığı ortaya çıkar Bunların büyük bir yekûnunun yazma olması, merhum müellifin ilim uğrundaki azim ve sebatının bir göstergesidir İstifade ettiği yazmaların Kütüphane ve kayıt numaralarını da belirtmektedir Bu eserlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Zerkeşî'nin el-Burhân'ı [s19-20, 24]; Muhadarâtü'l-evâil ve Müsameratü'l-evâhir [s28]; Ebu Amr ed-Dânî'nin el-Muknî [s27]; lusî'nin Rûhu'l-Meânî'si [s28]; M Mahlûf'un Ünvânü'l-Beyan fî Ulûmi'l-Kur'ân [s28]; Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi [s29]; Kâdı İyâd, Şifa-yı Şerif [s30, 46]; Keşfü'z-Zünûn [s30]; Kitabü'n-Nakt [s32]; Ahmed İbn Mübarek'in el-İbrîz'i [s33]; Ahmed Dimyatî'nin İthâf'ı [s34]; Tefsir-i Keşşâf [s34]; İbn Deresteveyh'in Kitâbü'l-Kûttâb ve Şeyhülislâm Merginânî'nin Tecnîs'i [s34]; ez-Zikra'l-Muhammediyye Dergisi [s34, 46]; Tefsirü'l-Menâr [s46]; T V Arnold'un İntişar-ı İslâm Tarihi [s52]; İmam Gazâlî'nin el-Hikme fî Mahlukâtillah [s80]; Hasaneyn Mahlûf'un el-Medhâlü'l-Münîr fî Mukaddimeti İlmi't-Tefsir, Muhammed Süleyman'ın el-İkdâm alâ Tercemeti'l-Kur'ân, İbn Haldun'un el-Mukaddime'si [s110]; Cemalüddin Aksarayî'nin Es'ile ve Ecvibe-i Kur'âniyye'si [s157]
Bu listeden anlaşılacağı üzere o, eski ve muasır; matbu ve yazma, tefsir veya diğer ilimlere dair birçok kitaba bizzat müracaat etmiştir Birinci cildin son sayfasında istifade ettiği bazı eserleri, belli belirsiz bir tarzda şöylece üç-beş satırda yan yana yazıvermiştir: Tefsir-i Kurtubî Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Atiyye Mukaddimesi, Tefsir-i Nisaburi Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Arefe Mukaddimesi, Aynü'l-A'yan Mukaddimesi, Sevati'u'l-İlham Mukaddimesi, Tefsir-i Alusi Mukaddimesi
Şu eserlerin isimlerini de Arapça olarak yazmıştır: el-İksîr fi Kavâidi't-Tefsir, el-Burhân fî Ulumi'l-Kur'ân, el-Münîr fî İlmi't-Tefsir, et-Ta'bir fi Kavâidi't-Tefsir, el Cevâhir fî İlmi't-Tefsir, Takrîbü'l-İksir fî Usûli't-Tefsir, el Medhalü'l-Münir fî Mukaddimet-i İlmi't-Tefsir (Hasaneyn Mahlûf), el-Cevâhir fî Ulûmi't-Tefsir, Kavâidü't-Tefsir, Kitâbü Hattı'l-Mesâhif, Hülâsatü'l-Beyan fî Te'lifi'l-Kur'ân, Mukaddimetün li İlmi't-Tefsir, el Fevzü'l-Kebir fi Usûl-i Tefsir Müellifimiz bu eserlerin sadece isimlerini yazar; müellifleri, basıldığı yerler veya kütüphane yazma kayıt numaraları gibi bilgilere yer vermez
Buna mukabil Büyük Tefsir Tarihi eserinde bazı faydalı ekler ve fihristler yer almaktadır Bunlardan birincisi: Alfabetik sıraya göre tefsirlerin ve müfessirlerin listesi (s799-839 arasında 40 sayfa halinde) Bu cetvelde kitabın adı, müellifinin adı ve vefat tarihi ve Büyük Tefsir Tarihi'ndeki terceme numarası bildirilir İkincisi: Kıraat, i'râb, i'câz, fezâil, meâl, usûl-i tefsir, ulûmü'l-Kur'ân gibi sahalarda yazılmış kitap ve müelliflerinin fihristi, zeyl başlığı altında, (s800-872 arasında 72 sayfa halinde) verilir ve burada 489 eser yer alır Üçüncüsü: Eserde hayatı anlatılan müfessirlerin isimlerine göre alfabetik fihristi [s873-878] ve nihayet dördüncüsü: Kitabın İçindekiler kısmı
Büyük Tefsir Tarihi kitabının elimizdeki 1973 tarihli neşri maalesef, mazur görülebilecek nisbetten fazla miktarda dizgi hataları ihtiva etmektedir Hata-Savâb Cetveli de ilâve edilmemiştir (Kaldı ki o da derde derman değildir)
Meselâ: "Kur'ân-ı Hakim'in terceme-i harfiyye sureti ile tercemesi tecviz edilmiştir > edilmemiştir" [s100] Bu önemli bir hatadır; zira doğrusu ancak müellifin bu husustaki fikrini bilmekle anlaşılabilir Aksi hâlde sadece bu paragrafa bakan kimse, tamamen tersine bir kanaate sahip olur
Kamîsün aleyh > Makîsün aleyh [s28] İklimlerinde > Kelimelerinde [s27] El-İman > El-İmam [Mushaf] [s30] Ve ki vechile kıraata mustaid > iki vechile [s30] Şek-i Kur'anî > Şekl-i Kur'anî [s32] Tarfe > Tarafe [s39] Tarif > Ta'riz [s97] > [s39] Hiçbir meha-yı mezhebî > deha-yı mezhebî
Kanaatimize göre merhum Ö N Bilmen, Usûl-i Tefsir eserini yazarken Türkiye'de yaşanan bir sıkıntının sancısını çekiyor, Kur'ân'ın etrafındaki surda meydana gelen bazı yıkıntıları tamir etmeye çalışıyordu O sıkıntı şudur: Önce gelenek ve müçtehidleri taklid etme kınandı Sonra tefsirler hafife alındı; beşer eseridir diye hatalar ve eksiklerle dolu olduğu zannı uyandırıldı Sadelik adı altında yalnız Kur'ân'a yönelmek, Kur'ân'ın tercümesiyle yetinmek revaçlandırıldı Tabiatıyla böyle bir sathî bakışla Kur'ân'ın, İslâm ümmeti ve İslâm medeniyetindeki mevkiinin anlaşılabilmesi de kolay olmayacaktı İşte bu tehlike karşısında Kur'ân'ın ehemmiyetini, geniş kapsamlı olduğunu, başlıca İslamî ilimlerin kaynağı olduğunu anlatmak, dolayısıyla onun sathî tercümesinin mu'teber olmayacağını bildirmek, Tefsire duyulan ihtiyacı vurgulamak, Tefsirde ihtilâf sebeplerini bildirmek gerekiyordu Müellifimiz bundandır ki, klâsik tefsir usûlü kitaplarında pek az yer verilen bu konulara büyük önem vermiştir
Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimler konusuna s46-95 arasında kırk sayfalık yer ayırır Yalnız unutmamalı ki, sarahaten veya işareten ihtiva ettiği ilimleri ayırt eder

Kur'ân-ı Mübin'in Sarahaten veya İşareten İhtiva Ettiği İlimler

"Bilgili olan her kimse, Kur'ân'ın mübarek âyetlerini okudukça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi'l-kıyâmı olan eserlere, umdelere, düsturlara muttali olabilir Bu cihetledir ki, İslâm âlimleri Kur'ân-ı Mübin'den birçok ilimlerin esaslarını istinbat etmişlerdir Bunlar Kur'ân-ı Kerim'den bast ve tefsir edilmiş bulunur Bir nice âyetler de vardır ki, başka bir takım ilimlerin, fenlerin mevzularını teşkil eden maddeleri, mes'eleleri i'cazkârane bir surette hulâsaten veya işareten muhtevî bulunmaktadır" [s46] deyip sonra şu ilimleri sayar: Tefsir, Hadis, Tevhid (Kelâm), Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Hikmetü't-Teşri', Hitabet ve Mev'ıze, Ahlâk, Havas, Rüya ilmi, Belagat, Mantık, Riyâziyye, Hey'et, Tasiiyyat denilen ilimler (fizik, kimya, nebatat, hayvanat, meandin), Hikmetü't-Tekvin, Siyer ve Tarih, İctimaî İlim (Sosyoloji) Sonra şöyle bitirir:
"İşte Kur'ân-ı Azîmü'ş-şan, yukarıdan beri yazdığımız bu ilimleri ve bunların nice emsalini bir i'caz dairesinde sarahaten veya işareten muhtevîdir Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları mümkün mertebe nazara almak bir vazifedir" [s95]
Kur'ân'ın geniş kapsamını anlattıktan sonra sıra onu tercüme etmenin zorluğuna gelir
Evvelce Tefsir ilminin geniş bir tarifini yapmakla, Kur'ân'ın sathî bir tercüme ile geçiştirilemeyeceği fikrini okuyucuya vermek ister: "Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in lâfızlarının nasıl okunacaklarını ve bunların manalarını Arap lügatına ve lisan kaidelerine tatbikan beyan, âyetlerin manalarını, medlûllerini, hükümlerini, ihtiva ettikleri kıssaları izah, bu âyetlerin muhkem ve müteşabih olanlarını, nâsih ve mensûh olanlarını tasrih, aralarındaki irtibat ve insicamı izhar ve bunlardaki nükteleri, mezaya-yı beşeriyetin takati mikdarınca da tebyin ve tavzih etmekten ibarettir" [s97]
Daha sonra "Tefsir ile Terceme arasındaki fark" başlığı altında, tefsire dayanan ve bir nevi tefsir olan tefsîrî tercemenin caiz, fakat terceme-i harfiyyenin caiz olmadığı gibi, mümkün de olmadığını ispatlar Bu hususta icma-i ümmet var diye birçok eski, Hasaneyn Mahlûf, Muhammed Bahid, Muhammed Süleyman gibi bazı muasır âlimlerin de bu görüşte olduklarını belirtir [s100-101]
Daha sonra terceme-i harfiyyenin caiz olmayışının gerekçelerini on bir madde halinde hülâsa eder ki bu, usûl kitaplarında kolay kolay rastlayamayacağımız bir durumdur [s101-104]
Şu hâlde merhum üstad Ö N Bilmen, Yirminci asrın başlarından itibaren ortaya çıkan ve arada bir alevlendirilen "Kur'ân terceme edilsin" davasının asıl maksadını pek iyi anlamış ve gerek Tefsirden habersiz aydınları, gerekse geniş halk kitlesini bu konuda aydınlatmak istemiş ve bunu başarı ile yapmıştır Gerçekten tercüme isteyenlerin büyük bir kısmı, dinî bir gayretle bu işe teşebbüs edenler değildi Sadelik iddiası altında, Kur'ân'ın birçok özelliklerini gözden uzak tutmak, onu sıradan bir kitap durumuna indirmek, ondan çok mana ve işaretler çıkarmış olan ulema hakkında yanlış düşünceler uyandırmak, mezhepleri reddetmek ve netice itibariyle toplumu Kur'ân'dan uzaklaştırmak isteyenler bu işin başını çekiyordu Belki tek tük bazı dindarlar da bunlara aldanmış olabilirdi Ama halk genel olarak sağduyusu ile onların gerçek maksadını anlıyordu O yüzdendir ki, İslâmî hassasiyetten uzak, hatta yıl boyunca İslâm ve müslümanlar aleyhinde yayın yapmaktan geri durmayan bazı gazetelerin çıkardıkları, hatta parasız olarak kupon karşılığında dağıttıkları Kur'ân tercümelerine halkımız itibar etmediği gibi, bu arada iyi bir niyetle Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, 1960 askeri darbesini müteakip hazırlatılan Meâle karşı da soğuk kalmıştır
Ö N Bilmen'in darbeyi müteakip Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilip sekiz ay kadar sonra ayrılmasında bu husustaki baskıların tesirleri olabileceğini düşünmek lâzımdır Tercüme kampanyası 1960 ihtilâlinden hemen sonra alevlendiği gibi, 1955'lerde de ortaya atılmış, devrin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu buna karşı koymuştu
Ö N Bilmen, Kur'ân tercümesi fikrine karşı koymak için, diğer taraftan, Tefsir ilminin ehemmiyeti, prensipleri, kaynakları, müteaddit bilimlerle münasebetleri, tefsirlere olan ihtiyaç üzerinde uzun uzadıya durmak ihtiyacını hissetmiştir [s104-107] Bu bahsin peşinden "Müfessirler arasında görülen bazı ihtilâfların sebepleri" [s153-160] üzerinde durmuştur Dikkat edilirse bu bahis de aynı mihver manayı, yani Kur'ân tefsirinin çok geniş bir deniz olduğu manasını teyid maksadına matuftur

Kur'ân Harfleri

Yirminci asrın ilk çeyreğinden sonra harf inkılabı yapılmasının ardından yeni nesil Kur'ân okuma, öğrenme imkânından uzak kaldı Bir çok resmi ağız "Buna lüzum yok" deyip, gerekirse âyetlerin lâtin harfleri ile de yazılabileceğini söylediler Onun yazı konusundaki sıkı tutumu, bu ihtiyaçtan ileri gelmiş olabilir
Resm-i hattın tevkifî olduğunda ısrar eder [s27] "İlm-i Resmi'l-Kur'ân, Mushaf'a mahsus hatt-ı ıstılahî ile hatt-ı kıyasî arasındaki farkları ve onların hikmetlerini göstermek içindir Hz Osman mushafinın imlâsına uymak icab ettiğinden basılacak mushafların bu esasa mutabık olmak lazımdır [s27] ve ümmete farz-ı kifayedir" Bu görüşte olan İmam Ahmed b Hanbel, Alûsî, M Mahluf ve benzerlerinin görüşlerini nakleder [s27-28] Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi [s29], el-Muknî [s29]; Neşr (el-Cezerî ?) ve Şerh-i Mecâmi gibi zevata dayanarak, hatt-ı Osmânî'ye uymanın vücûbunu ifade eder
Fakat, imam mushafın hattına uyma şartını: a) tahkikî b) takdirî çeşitlerine ayırır "Meselâ, el-Muknî'de mezkur olduğu veçhile şeklinde yazma tahkikî, şeklinde yazma ise takdirî muvafakattır Çünkü bu elifler Mesâhif-i Osmaniyye'de ihtisar için hazfedilmiştir, okunuş itibari ile yine mevcuttur Binaenaleyh yerine, yazılması, asl-ı kıraata uygun olduğundan Hatt-ı Osmânî'den bir inhiraf sayılmaz Emsali hakkında da hüküm böyledir Nitekim bizimTürkçemizde gibi birçok kelimeler, sırf ihtisar için
şeklinde elifsiz yazılagelmiştir" [s28-29]
"İşte bunun içindir ki, İslâm âleminde Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattına son derece itina edilegelmiştir () Hemze, ta'şir, fasıla işaretleri bilâhare kabul edilmiştir Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in asıl yazısından hariç, onun şekil ve mahiyetini tağyirden berî; bir nevi tefsirden ibaret olup, mücerret tilâvetini teshîle hâdim, ziyadesiyle zabt ve beyana elverişli işaretlerdir Âyetlerin başlarındaki fâsılalar ile vakf ve ibtidaya ait rumuzlar da bu cümledendir Bunlar kelimelerin cevherlerinden hariç, resm-i hattı tağyirden berî olduğundan, cumhûr-u müslimîn tarafından tasvîb edilmiştir" [s30-31]
II cildin baş tarafındaki Müteaddit Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet başlığı da aynı manayı te'kid eder [s181-183] Hatta müteakip Müfessirlerin Meslekleri de [s183-187] tefsir çeşitlerini tanıtarak aynı manayı pekiştirir
İbrîz'den"Kur'ân'ın hattı tevkifî olup, nazmı mu'ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu'cizdir" sözünü nakleder [s33] Bundan sonra Kur'ân'ı Arapça olmayan bir kalemle yazmanın veya Arapça'nın gayrı ile tilâvetinin doğru olmadığını bildirir [s33] Meseleyi biraz incelerken Zerkeşî'nin cevaz araştırmasını nakletmesini eleştirir
Ezher ulemasının yayınladığı ez-Zikra'l-Muhammediyye dergisinde, söz Kur'ân'ın Lâtin harfleriyle yazılmasının caiz olmadığı şeklinde bitirilir [s34]
Münferid harflerle basılmış bir risale hakkında mülga fetva emanetinin fetva vermediği nakledilir [s34-35]
Devamla: "Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattını değiştirmek arzusu, Arapça bilmeyen müslümanların Kur'ân-ı Mübin'i kolayca okuyabilmesini temin gibi bir maksada müstenid olabilir Fakat güzelce mülâhaza edilince bu maksadın daha güzel tecellisi için Kur'ân'ın resm-i hattını muhafazadan başka çare olmadığı tezahür eder Bir kere bu yazının yerine başka yazıların kaim olamayacağını yukarıda söylemiş bulunuyoruz Sonra resm-i hattın hafızalara pek büyük yardımı vardır Kur'ân'a has resm-i hat ise bu hususta birinciliği haizdir Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim'i kendisine mahsus bir resm-i hat ile okuyup bellemek, bilfarz bariz fazla bir zaman sarfına muhtaç olsa da yine faideli olacak ve İslam âlemine ait, müstakil, tarihî bir resm-i hatta ittila peyda edilmiş bulunulacaktır Medenî müterakkî milletler birçok yabancı kavimlerin dillerini, yazılarını öğrenip dururken müslümanlar umum İslam âlemine ait, din bakımından da pek büyük bir kudsiyyeti haiz olan bir yazıyı niçin bellemesinler? Aynı zamanda ibadetten de sayılan bu bilgiyi niçin tahsile çalışmasınlar? [s35-36]

Fennî Tefsir Hakkındaki Tutumu

Müellifimiz bu hususta açık fikirli olmak birlikte fennî tefsir konusunda aşırı gidenlere karşı tavrını belirtmeyi ihmal etmez Meselâ şöyle der:
"Şu da bedihîdir ki: Kur'ân-ı Mübin'in gayesi gök cisimlerinin şekillerini, tavırlarını, mikdarlarını, uzaklıklarını tayin etmek, sema tabakalarının şu mahiyette, bu mahiyette bulunduğunu bildirmek değildir Belki (bilâkis) kısmen müşahede edebildiğimiz ve letafetlerine, nuraniyetlerine meclûb bulunduğumuz gök cisimlerinin birer kudret âyeti, birer azamet nümûnesi, birer ulûhiyyet şahidi olduğunu telkin ile insanları tefekkür ve intibah dairesine celbetmektir" [s709]
Fakat Küre-i arzın teşekkülü konusunda fenni esas alır: "Kant ve Laplas nazariyesine göre evvelce güneş ile yer ve bütün seyyareler bir kül halinde ve kürevî bir şekilde bulunmakta idi Fezada dönen bu küreden kopmalarla seyyareler ayrıldı ve fakat güneşin cazibesinden kurtulamadılar" der [s74]
Bazı âyetleri (Fussilet, 11; Enbiya, 30) buna delil getirir Fakat bu konuda örnek olarak şöyle bir tutum belirtir: "Kant ve Laplas, kendi nazariyelerinin bu babdaki beyanat-ı Kur'âniyye'ye yaklaşmasıyla pek ziyade müftehir olabilirler" [s75] ve diğer misallere dair âyetler zikreder [s75-79]
Ö Nasûhi Bilmen, müfessirlerin adabı bahsini yazarken de:
"Müfessir, tabii ilimlerin sahasına giren konuları ele alırken ihtiyatlı olmalıdır Birtakım fennî nazariyelere kesin gözüyle bakıp Kur'ân'ın yüksek beyanlarıyla bağdaştırmaya kalkmamalıdır Zira fennî nazariyeler değişmektedir
Nitekim bazı âyetleri Batlamyus nazariyesi ile bağdaştıranların gayretleri bugün kıymetini kaybetmiştir İşin künhünü Allah Teâlâ'nın ilmine havale eylemelidir" [s151]

Tatlı İkazlar

Yapılması gereken bir iş de, Kur'ân tefsiri aleyhindeki bid'atları bildirmek, tatlı ikazlarda bulunmak suretiyle onlara aldanmayı önlemektir
Ezcümle, M Sıddık Hasan Han'ın "Fethu'l-Beyân" tefsiri hakkında: "Şu kadar var ki, müellifi Selefiyye mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok sahifelerinde Eş'ari mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re'y ve Ehl-i bid'at diye bazı zevata -haksız yere- tarizlerde bulunmuştur Bunlar bir kusur ise de muhterem müellifin hüsn-i niyetine bağışlanabilir" demiştir [s758]
Bu tutum müfessirimizin genel çizgisidir Yani, tenkide müsait yerleri görür, kabul eder Fakat kusur buldu diye kusuru büyütmeye, şahsı çürütmeye gitmez, bilâkis özür arar, tevil ederek onun hakkında iyi düşünceler uyandırmaya çalışır Fakat ikaz vazifesini yapmaktan asla çekinmez
M Abduh üzerinde tafsilâtlı olarak durmuş [s163-170], onun ilmî kudreti yanı sıra Avrupa'nın ve yeni fikirlerin tesirinde kalarak bazan nasları zorladığını, delilsiz te'vil yaptığını, hürmetli bir ifade ile belirtmiştir
"Şeyh Reşid Rıza merhumun, tefsiri ve sair dinî mevzulara dair bir kısım yazılarında, mu'cizat-ı kevniyyeye kail olmadığını işaret eden bazı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemadan bazı zevatın ve bilhassa Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi'nin el-Kavlu'l-Fasl ünvanlı eserinde tenkidlerini celbetmiştir" [s783]
Ömer Nasûhi Bilmen, Tantâvî Cevherî'ye yöneltilen tenkidi naklettikten sonra: "Hasılı, muharririn asıl gayesi, Allah Teâlâ'nın halk hususundaki acayip sun'unu hatırlatarak müslümanları, siyasetin, kuvvet ve izzetin istinadgâhı olan ilimleri tavsile teşvik etmekten ibarettir" demiştir [s784]
Bilmen, yenilik hususundaki anlayışını, Elmalılıya yöneltilen "Eskiye bağlı idi Bütün İslâm meselelerini asrın idrakine söyletemedi" tenkidini cevaplandırırken ortaya kor: "Ya "İslam meselelerini asrın idrakine söyletemedi" sözünün manası ne olabilir? Asrın kabul edebilmesi için İslâm meselelerine başka bir mahiyet mi vermeli? İslâm namına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı? Dinî meselelerin sabit olan mahiyetleri, asrın idraki bahanesi ile tağyir edilemez, belki bu meseleler asrın tefhim ve müdafaa usûlleri dairesinde tahrir ve telkin edilir İşte bu Elmalılı Hamdi Efendi de bu vechi ile hareket etmiştir" [s791]

Muasır Hadiseler

Ömer Nasûhi Efendi, nadiren de olsa bazı muasır hadiselere temas eder Erzurumlu Mehmed Hazık Efendi'yi tanıttıktan sonra: "Bir teessüf" diye başlayan paragrafında: Hazık Efendi'nin kabrinin yanında Maksud Efendi (Ö N Bilmen'in babasının dayısı), Gıdalızade Şeyh Mehmed Efendi, Solakzade Ahmed Efendi (v1314) "Bu dört zatın medfun bulunduğu kabristanın kaldırılarak yerleri bînam ve nişan kalmıştır Malumdur ki bir belde için, belki bir ülke için büyük bir âlimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha ziyade bir zinet teşkil eder", diye başlayan teessüfünü, Eşref merhumun şu beyti ile bitirir:
Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı kim, İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı [s726-727]
Mushaflar Tetkik Heyeti ülkemizde bulunup Kur'ân neşrindeki en cüz'î de olsa yazı ve basım yanlışlığının önlenmesi vecibesini ifa etmektedir Ö N Bilmen bunu takdirle anlatır [s26]
"Nokta sadr-ı İslâm'da vardı, bilâhare birçok yazışmada kullanılması terk olunmuş, nokta konması muhatabın vukufsuzluğuna bir tariz gibi telakki edilegelmişti Nitekim bir zamanlar bizde de imzaya nokta konulması doğru görülmezdi" [s31]
Böylece Ömer Nasûhi Bilmen Hocaefendi, yazıldığı dönemin şartları içinde faydalı bir eser ortaya koymuştur Allah Teâlâ'dan bu eserini hasenat mizanına koyacağını umuyor ve kendisi için rahmet diliyoruz


Alıntı Yaparak Cevapla