Prof. Dr. Sinsi
|
Bütün Herkesi Allah Yaratti, Öyleyse Allahi Kim Yaratti....
Zamanımızda saf zihinleri bulandırmak, körpe dimağları ifsat etmek için ortaya atılan sorulardan biri de “Bu mahlûkatı Allah yarattı, peki ya Allahı -hâşâ- kim yarattı?” sorusudur
Aynı soru müşrikler tarafından bizzat Peygamber Efendimize (s a v ) sorulmuş ve bu soru üzerine Cebrail (a s ), Allahü Azîmüşşândan İhlâs Sûresini cevap olarak getirmiştir Bu sûre ile şirkin bütün nevileri kökünden kesip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel bir şekilde izah ve ispat ediliyordu Resûl-i Ekrem Efendimiz (s a v ) de bu soruyu soran kimselere yine İhlâs Sûresi ile cevap verilmesini beyan buyurmuşlardır (1)
Biz de Resûlulluha (s a v ) ittiba ederek bu soruya İhlâs Sûresi ile cevap vereceğiz Cenâb-ı Hak İhlâs suresinde kendisini kullarına şöylece bildirmektedir:
“De ki O Allahdır, bir tektir (O) Allahtır, Sameddir Tevlid etmediği gibi, tevellüd de etmemiştir Hiçbir şey Onun dengi (ve benzeri) değildir ”
Bu sûre Allahın varlığının, birliğinin, eşi ve dengi olmadığının en güzel, en câmi, en güzel bir ifadesidir ve Kurân-ı Kerîmin tevhid noktasında bir özeti gibidir Bu konudaki diğer âyet-i kerîmeler, bir bakıma bu sûrenin tefsiri hükmündedirler
“De ki: O Allahtır, Ehaddir ”
Âyet-i kerîmedeki Allah lâfzı Cenâb-ı Hakkın zâtına işaret etmekte, Ehad ise, Onun birliğini ifade etmektedir Burada şunu belirtmek gerekir ki, Ehad ism-i şerifi “adet olarak” bir demek olmayıp, “yegâne birdir“, “tek birdir“, “şeriksiz birdir“, “kendinden başkası hep mahlûk olan bir” manasına gelir Yâni Ondan başka bütün birler adet olarak birdirler, mahlûkturlar, mümkindirler
Cenâb-ı Hakkın zâtının bir olduğunu, kudsî mahiyetinin hiçbir mahiyete benzemediğini, mekândan ve zamandan, cisimden ve cisme ait bütün özelliklerden münezzeh olduğunu ifade eder
Cenâb-ı Hakkı “Ehad” olarak bilen bir insan Onu kimin yarattığı gibi bir sorunun ne kadar saçma olduğunu hemen anlar Böyle bir mümini hiçbir vehim ve vesvese şüpheye ve tereddüde düşüremez
“Allah Sameddir ”
Yâni, O hiçbir şeye muhtaç değildir, herşey Ona muhtaçtır Bütün istek ve arzulara cevap veren, bütün ihtiyaçları gideren yegâne merci Odur
“Lem yelid”
Yani, Ehad ve Samed olan Allahü Teâlâ, evlâd sahibi olmaktan, doğurmaktan ve bölünüp – parçalanmaktan münezzehtir
“Allahü Teâlâ, Ehad, Samed olduğu için tecezzi etmez, Ondan ne bir cüz, ne bir cevher, ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz ve Onun cinsi, nevi, benzeri olmaz, hiçbir ihtiyacı eksiği, gediği bulunmaz Ancak Onun ilminde bulunan mümkinattan dilediği Onun yaratmasıyla husule gelir Ol demesiyle olur ”(2)
O Vahid-i Ehad bölünme ve parçalanmadan münezzeh olduğu için, kendi zâtından bir ilâh sudur etmesi muhaldir Mahlûkatını ilmi, iradesi, kudreti ile yaratır Yarattığı mahlûkatın Ona denk yahut Ondan güçlü olması muhaldir
“Ve lemyuled”
Yâni, bir başkasından doğmamıştır, sonradan olmamıştır; evveli yoktur, ezelîdir Onun olmadığı bir zaman tasavvur edilemez
Bu ayet, Allahü Teâlâ hakkında babalığı, analığı, başkasından doğmuş olmayı reddetmekle, başta Hıristiyanların “teslis” akidesi olmak üzere her türlü velediyet fikrini reddeder
“Ve lemyekün lehu küfüven ehad ”
Yâni, hiçbir şey Onun dengi (ve benzeri) değildir Merhum Elmalılı Hamdi Efendi, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
“Ne evvelinde doğuran bir sabıkı, mafevki, ne de âhirinde doğmuş, doğacak bir lâhiki, matahtı olmadığı gibi, Ona kadr ü şânında beraber olacak hiçbir vech ile hiçbir denk, ne zâtta, ne sıfatta hiçbir müsavi, hiçbir mümasil; ne zıtlaşacak, ne birleşecek hiçbir eş, ne arkadaş, ne rakip hiçbir şerik ü nazır olmamıştır ve olamaz Yâni, ezelde olmamıştır Ondan başka bir Vâcib-ül Vücûd daha yoktur, ezelde olmayınca sonradan lâyezelde olması muhal bulunduğunu da ihtara hacet yoktur Çünkü sonradan olanda ne kadar kemâl farzedilse mümkün, hadis, mahlûk olacağı için Ona müsavi, Ona beraber olamaz ” (3)
Sûrenin önceki âyetleri tevhidin bütün mertebelerini özet olarak ifade ettiği gibi, bu âyet-i kerîme de Cenâb-ı Hakkın Zâtında benzeri, fiillerinde ortağı ve sıfatında benzeri bulunmadığını beyan ile şirkin akla gelebilecek bütün türlerini reddetmektedir
İhlas suresinin kısa bir açıklamasını verdirten sonra söz konusu soru hakında şunları da ifade etmekte fayda görüyoruz:
Şu varlık âleminin yaratıcısı ancak ve ancak vücudu vâcib, ezelî ve ebedî, zâtında ve sıfatlarında benzeri bulunmayan Allahdır Elbette, O Zât-ı Akdes hakkında böyle bir soru sorulamaz Çünkü kim yarattı sorusu ancak mahlûkat için sorulabilir
Allahü Teâlâ Ehaddir; birdir, zatında şeriki yoktur
Allahü Teâlâ Sameddir Bütün mahlûkat yaratılmalarında, devam ve bekalarında, idare ve tedbirlerinde her an Ona muhtaçtır Hiçbir şeye muhtaç olmayan O Ehad ve Samed hakkında böyle bir soru sormak Onu tanımamanın, bilmemenin bir ifadesidir
Allahü Azîmüşşân doğmadan ve doğurulmadan münezzehtir Ezelî ve ebedî olan ve kendisinden üstün bir varlık tasavvur edilmeyen O Zât-ı Zülcelâlin, bir başkasının tesiri ile, vücuda gelmesi nasıl tevehhüm edilebilir?
Allahü Teâlânın eşi, benzeri, dengi ve küfüvvü yoktur Ne ulûhiyyetinde, ne rubûbiyetinde, ne mabudiyetinde, ne hallâkiyetinde ve ne de hâkimiyetinde Ona denk ve misil olacak hiçbir varlık düşünülemez Zerre kadar aklı olan bir insan böyle bir Zât hakkında bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir
Evet, “Cenâb-ı Hakkı -hâşâ- kim yarattı?” sorusunda açık bir çelişki vardır Şöyle ki: Allahü Teâlâ Hazretlerinin vücudu zâtidir Ezelî ve ebedîdir Eşi ve benzeri yoktur Herşeyi yaratan ve herşeyin kendisine muhtaç olduğu bir Zata yaratılma izafe edilirse çelişki ortaya çıkar Hakikatlerin zıddına dönüşmesi gerekir
Soru bu hakikatin ışığında incelendiğinde şu tezatlar ortaya çıkar:
Allahü Teâlânın -hâşâ- yaratıldığı vehmedilirse o halde, O Zât-ı Mukaddesin hem ezelî, hem hadis (sonradan yaratılmış), hem Hâlık, hem mahlûk, hem sonsuz kadir, hem sonsuz âciz, kısacası, hem ulûhiyetin sonsuz kemâl sıfatlarına, hem de mahlûkiyetin sonsuz eksik sıfatlarına sahip olması lâzım gelir
Soru böyle sonsuz çelişki ve zıtlıklar taşıdığı gibi, birçok imkansızlıkları da içine almaktadır Bunlardan sadece birisi olan “Teselsülün muhaliyeti“ni nazara vermekle yetineceğiz
Bir an için O Vâcibül-Vücud hakkında böyle bir soru sorulduğu farzedilse, o zaman bu soru o noktada kalmaz Yâni Cenâb-ı Hakkı yarattığı vehmedilen o halikın da bir halikı, onun da halikı… sorulur Böylece soru silsile haline sonsuza kadar gider O hâlde bu sorunun mahiyeti muhale, imkânsızlığa dayanır ve böyle bir soru sorulamaz
Teselsülün muhal olduğuna dair bazı misaller takdim edelim:
On-onbeş vagonlu bir tren düşününüz Bu vagonlardan herbirisini bir önceki vagon çeker Ve nihayet iş lokomotife dayandığında artık “lokomotifi kim çekiyor?” diye bir soru sorulamaz Zira, çekip fakat çekilmeyen bir lokomotif olmazsa bu nizam bozulur ve hareket meydana gelmez
Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir Şeker fabrikasmdaki âletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgâhları gösterilecektir Sonunda mesele bir zatın ilmine, iradesine ve kudretine dayanmazsa, tezgâhın da tezgâhı sorulacak ve teselsüle gidilecektir
Diğer taraftan bir elma, tabiri caiz ise, elma fabrikası olan ağacında yapılmaktadır Bu ağaç ise kâinat fabrikasında inşa edilmiştir Eğer elma ağacının da, kâinatın da yapılması sonsuz bir ilim ve kudret sahibine verilmezse, kâinat fabrikasına da bir fabrika, o fabrikaya da bir fabrika gerekecek ve çıkmaza girilecektir
Bir nefer emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve başkumandan da padişahtan alır “Ya padişah kimden emir alıyor?” şeklinde bir soru sorulamaz Zira padişah da birinden emir alsa, o da raiyyet derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur Bu durumda birinci şahıs padişah değildir ki: “Padişah kimden emir alıyor?” diye bir soru sorulabilsin Padişah denilince, emir veren, fakat emir almayan bir hükümdar akla gelir
Bu misâllerden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezelî ve ebedî olan Allahın ilim, irade ve kudretine dayanması zaruridir
“Cenâb-ı Hakkı -hâşâ- kim yarattı?” diye firavunâne soru soranlar, “teselsülün muhal oduğunu” bilmediklerini ve nefisleriyle bir demogoji yaptıklarını açığa vurmuş olurlar (4)
|