|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (E)
Ehl-i Tertib
Tertibe uyan kimseler, tertip ehli düzen ehli
Tertibin sözlük anlamı; tanzim etmek, dizmek, sıralamak ve düzene koymak, tedârik edip hazır hale getirmek, bir şeyi bir yere sâbit ve dâîmî kılmak, mertebelere göre davranmak, hile ve aldatmak
Hedeflenen bir neticenin meydana gelmesi için lâzım olan sebeplerin sıralarına göre tanzim edilmesi, bir neticeye varmak için sırasına riâyet edilmesi gereken sebepler de, tertibin tanımına girmektedir
Ehl-i tertib, yukarda anılan fiilleri yapan kimselere, yani tertibe riâyet edenlere verilen isimdir Ancak asıl mevzu, bu terimin ıstılâhî yönüdür
Istılah olarak "ehl-i tertîb", farz olan beş vakit namazı, ara vermeden vaktinde ve muntazam olarak kıtanlar hakkında kullanılan bir tâbirdir Bu duruma göre, üzerinde beş vakitten az veya en çok beş vakit kaza namazı olan kimse "ehl-i tertîb" sayılır Üzerindeki kaza namazı altı vakti bulan kimse "ehl-i tertîb" olmaktan çıkar
Hanefi mezhebine göre, "ehl-i tertîb" sayılan bir kimsenin, kazaya kalmış namazları arasında ve kazâ namazıyla vakit namazları arasında tertîbe riâyet etmesi gerekir Kaza namazını kılmadan vakit namazını kılması câiz değildir Aynı şekilde öğlenin kazaya kalmış namazını, sabahın kazaya kalmış namazından önce kılması da doğru olmaz
Üzerinde altı vakitten az kazâ namazı bulunan kimse, vaktin farzını edâ ederken bunu hatırlarsa, kılmış olduğu vakit namazı geçici olarak bozulmuş olur İkinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci vakit namazlarını da bu şekilde, kaza namazlarını hatırladığı halde kılar ve hiç birini iâde etmezse, beşinci vakti kılmakla bütün namazları sahih olur Çünkü namazdaki bozulma mevkûfen -geçici- duruyordu Beşinci vakte kadar böyle mevkûf olarak bulundurulur ve beşinci vaktin farzı kılınırsa hepsi de sahih olmuş olur Beşinci vakti kılmadan kaza namazını kılacak olsa, bundan önce kılmış olduğu dört vakit namazı nâfileye dönüşür, böylece tümünü kazâ etmesi gerekir
Tertib, şu üç husustan dolayı bozulur:
1- Kazaya kalan namazlar beş vakti aşarsa,
2- Vakit, ancak hazır namazı kılacak kadar daralırsa,
3- Vakit namazı edâ edilirken kazâ namazı unutulursa
Üzerindeki kaza namazları sayısını beş veya beşten daha aşağı bir sayıya indiren kimse, bir görüşe göre tekrar "ehl-i tertîb"den sayılır (Merginânî, el-Hidâye, 1 cüz , bâbü kadâi'l-fevâit; Ö Nasuhi Bilmen, Büyüt İslâm İlmihali, Celal Yıldırım, Büyük İlmihal, kaza namazlarında tertib )
Halid ERBOĞA
EHLİYET
İnsanın leh ve aleyhindeki haklara sahip olabilmesi, teklife muhâtap olma hâli
Lügatta ehliyet; lâyık ve yeterli olmak demektir Ayrıca; iktidar, liyâkat, istihkak, mahâret ve mensubiyet mânâlarına da kullanılır Arapça "ehl" kelimesinden türemiş bir isim olan ehliyet, usûl-u fıkıhta akid ve tasarruflarda hüküm bahsinde bir ıstılah olarak kullanılır
Sıhhat ve bâtıl olma durumlarındaki bütün fiil ve tasarruflarda mükelleflerin ehliyeti önem kazanır Istılahta ehliyet; "insanın kendisine hüküm taalluk edecek bir durumda olması" seklinde târif edilmektedir (Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1986, I, 178) Ehliyet, şahısların akıl ve beden bakımından tedricî gelişmelerine bağlı bir vasıftır Bu gelişme ile şahıs önce lehinde sonra aleyhinde hakların sübûtuna, sonra bazı muâmele ve tasarruflarının sıhhatine ve sonra da hukukun gereklerini ihlâlden sorumluluk, taahhüt ve bağlantıları sebebiyle borçlanma hususlarına tedricen ehil hâle gelir
Hukuk ıstılahında ehliyet ikiye ayrılır: Vücûb ehliyeti, edâ ehliyeti
Vücûb ehliyeti: İnsanın leh ve aleyhine olan meşrû' hakların şahıs hakkında sübûtu, hak ve vecibelere yetkisidir Başka bir deyimle şahsın borçlandırma ve borçlanma yetkisidir (Abdülkerim Zeydan, İslam Hukukuna Giriş, Çev: Ali şafak, İstanbul 1976, 455; H Karaman, a g e " s 179) Vücûb ehliyeti zimmetle yüklenme ve mükellef olma durumu ile olur Zimmet, insanın leh ve aleyhinde birtakım hak ve vazifelerinin vücûbunu gerektiren şer'î vasfıdır (H Karaman, Fıkıh Usulü, İstanbul 1964, 168) Zimmet, ahd ve taahhüddür İslâm ülkesinde oturan gayr-i müslimlere "ehlü'z-zimme", "ehlü'l-ahd " denilir Ahdi bozmak kınamayı gerektirdiği için bunlara zimmet denmiştir Vücub ehliyetinin dayanağı insanlık sıfatıdır, haklardan yararlanmak sağ olan herkes için sabittir; yaş, akıl ve rüşd ile alakalı olmayıp, her insan için bir haktır İtibân bir durum olan zimmet, buna sahip olan kişinin mal varlığıyla bağlı kalmaksızın sınırsız bir genişliğe sahiptir Bu sebeple kişinin gücüne, servetine, tasarrufunun sıhhatine bakılmaksızın bütün borçlanmaları sahih kabul edilmiştir
Edâ ehliyeti: Hukuk bakımından mûteber olması akla bağlı olan işleri şahsın bizzat yapma salâhiyet ve ehliyetidir (H Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, 180) Bu, temyiz çağında eksik olarak baslar, büluğ ve rüşd ile tamamlanır Şahıs reşid olduktan sonra her hak ve borcun sahibi, taşıyıcısı ve âmili olma ehliyetini kazanır Yani edâ ehliyetinin esâsi temyiz ve akıldır Temyiz, akidler meydana getiren sözlerin manalarını, hüküm ve sonuçlarını, çok veya az aldatma ve aldatılmayı bilmektir Kişi yedi yaşında akıl ve temyiz kudreti kazanır
Vücûb, haklardan yararlanma ehliyeti; edâ, hakları kullanma ehliyeti olarak insanın doğumundan ölümüne kadar tâm yahut eksik olur
Ehliyetlere göre insanların hukukî neticeler doğuran fiilleri iki kısma ayrılır: Fâilde aklın varlığına bakılmaksızın neticenin sırf maddî fiile bağlı bulunduğu hukukî fiiller ile hukukî neticelerinin husulü fiilinin akıl ve anlayış sahibi olmasına bağlı olan fiiller Bütün akitler, kavlı ve fiilî medenî tasarruflar bu kabildendir Namaz, oruç, hacc gibi ibadetler de bu ikinci türe girer Edâ ehliyetine giren fiiller de ikiye ayrılır: Tam edâ ehliyetini gerektiren hibe, vakıf vb fiiller ve eksik edâ ehliyetinin mûteber olmalarına yeterli geldiği fiiller Bazı akit ve tasarruflar ve bazı ibadetler böyledir
Dolayısıyla insanın ehliyeti ana rahmine düşmesiyle başlar, temyiz, büluğ, rüşd devrelerince değişir, tamamlanır Ehliyetin değişme ve gelişmelerinin beş ana merhalesi tesbit edilmiş ve sözkonusu ehliyetler de bunlara bağlanmıştır Bu devreler cenin, çocukluk, temyiz, büluğ, rüşd cağlarıdır
Cenin Devresi: Ana rahmine düşmesinden doğuma kadar çocuğa cenin denir ve onun vücûb ehliyeti noksan sayılır Bunun bu devrede edâ ehliyeti yoktur İctihadlarla cenin için dört hakkın sübûtunda görüş birliği vardır: Neseb, miras, vasiyyet, vakıf Sağ olarak dünyaya geldiği takdirde bunlara fiilen sahip olur Ahmed b Hanbel'e göre cenin mirasçısı olduğu kimsenin vefâtı anından itibaren miras hakkına sahip olur
Çocukluk Devresi: Doğumdan temyize kadar olan çağdır Temyiz, şahısta basit de olsa bir şuur ve anlayışın başlamasıdır ve bu dereceye gelmemiş çocuğa gayr-i mümeyyiz denir Bu devrede edâ ehliyeti bulunmaz, vücûb ehliyeti de iki yönüyle yani lehinde ve aleyhinde olarak sâbit olur Ancak onun bedenî cezâ ehliyeti bulunmaz Çocuk, cinâî fiillerde aleyhine tazminatı yüklense de, alışveriş, teslim, vb medenî fiillerinde mûteber addedilmemiştir: "Hacr, fiiller için değil, kaviller içindir' şeklinde formüle edilmiştir
Temyiz Devresi: Temyizden büluğa kadar olan devredir Mümeyyiz, iyi ile kötüyü ayırdedebilen kişidir Fukâha, yedi yaşını başlangıç olarak kabul etmiştir Mümeyyizin dinî edâ ehliyeti başlar, medenî edâ ehliyeti eksiktir; tamamen zararına olan tasarrufları sahih değildir, menfaatine olan tasarrufları sahihtir; iki duruma da ihtimali olan tasarruflarda kanunî mümessilinin izin ve muvâfakati geçerlidir Muvâfakata kadar tasarruf sahihtir fakat mevkuf sayılır; izin verilmemiş olanlar hacr altındadır, bunlara mahcur denir; izin verilmiş olanlara me'zun denir
Büluğ Devresi: Ergenlik ile birlikte çocuk, bütün mükellefiyetleri yüklenir Ergenliğin asgari haddi kızlarda dokuz, erkeklerde oniki yaştır Bu biyolojik gelişmenin objektif ve açık belirtisinin âzamı sınırı da, Ebû Hanife'ye göre kızlarda onyedi, erkeklerde onsekiz yaştır (H Karaman, Mukayeseli İslam Hukuku, 186) Tercih edilen görüş diğer müctehidlerinkidir; bu, her iki cinste de onbeş yaştır Büluğun asgarî ve âzamı hadleri arasındaki kişiye mürâhik denir Fiilen büluğ; kızın ay hali, hamilelik; erkeğin ise ihtilâmıdır Bâliğ, iman, ibadet, sosyal ve hukukî bütün vecîbeleri yüklenir
Rüşd Devresi: Reşid, malını koruma konusunda boş yere tüketmek, saçıp savurmaktan uzak olan kimsedir Zıddı sefihtir Kişi şer'î ve cezaî mükellefiyete ehil olâbilir fakat malı tasarrufları bakımdan reşid olmayâbilir Rüşd, büluğ demek değildir; ondan önce ve sonra da olabileceği gibi büluğlâ da olabilir Kişi sadece büluğa erince değil, reşid olunca edâ ehliyetini bütünüyle kazanmış olur, üzerinden vesâyet kalkar, veliye ihtiyacı kalmaz, malında tasarruf hakkı doğar, mallarını teslim alır (bk en-Nisa, 4/5) Rüşd yasının tesbiti ulu'l-emre bırakmıştır Ebû Hanife'ye göre, büluğa eren şahıs sefîh ve müsrif de olsa tasarruf hürriyetine kavuşur ancak malı tedbir açısından reşid oluncaya kadar veya yirmibeş yaşına kadar alıkonur Diğer fukahâ ise, reşid olmadan büluğa eren şahsın mahcuriyeti devam eder ve rüşdü beklenir demiştir
Ehliyetin Arızaları: Ehliyetleri tamamen ortadan kaldırarak veya değiştirerek tesir eden arızalar, ehliyete müessir haller bulunmaktadır Arızalar, semâvî ve müktesebe şeklinde ikiye ayrılır
Semâvî Arızalar: Şahsın irâdesi dışında olanlardır Akıl hastalığı (cünun), bunama (ateh), bayılma (iğma), uyku (nevm), ölümle sonuçlanan hastalık (Maradu'l-Mevt), kölelik (rıkk), küçüklük (sığar), unutma (nisyan), ölüm (mevt), ay hali (hayız), lohusalık (nifas)
Mükteseb Arızalar: İrâdîdir, ihtiyârîdir Sarhoşluk (sekr), sefâhet (sefeh), yolculuk (sefer), bilmemek (cehl), yanılmak (hatâ) gayr-i ciddîdavranmak (hezl)
Ancak bunlardan küçüklük, unutma, ölüm, ay hali, lohusalık, cehl, yanılma ve hezl mutlak anlamda bir eksiklik değildir Semâvî ve müktesebe arızalar vücûb ehliyetini kaldırmamakta, edâ ehliyeti açısından birtakım özel durumları ortaya çıkarmaktadır Bazısı edâ ehliyetini tamamen kaldırır; akıl hastalığı gibi Bazısı daraltır; ölüm hastalığı gibi Edâ ehliyetini ortadan kaldıran arıza, şahsı çocukluk çağına döndürmüş olur, daraltan arıza da temyiz çağına indirmiş sayılır
Delilik: Deliden bütün ibadetler düşer Arıza yirmidört saati geçerse namaz, bir ayı geçerse oruç, bir yılı geçerse hacc düşer Gelip geçici deliliklerde tasarruflar mûteberdir Delilik, hacr sebeplerinden biridir
Bunama: İdrak ve temyiz kudreti kalmamış bunak, deli gibidir; vücûb ehliyeti vardır, edâ ehliyeti bulunmaz İdrak ve temyiz kudreti olsa da akıllılarınki gibi tam olmayan bunak, mümeyyiz çocuk gibidir; edâ ehliyeti eksik sayılır, ibadetlerini yerine getirip getirmemesi bir şey değiştirmez, kul haklarıyla sorumludur Borçlandığı takdirde velisi borçlarını ödemekle yükümlüdür
Sarhoşluk: Bazı âlimler sarhoştan edâ ehliyetinin düştüğünü, bir kısmı da sarhoşun tasarruflarını mûteber kabul ederler Ancak mübah sarhoşlukla tedâvi için ilaç almak gibi durumlarda hüküm baygınların durumu gibidir; bunların beyânı sahih değildir, kanunî hüküm işlemez, tasarruflar meydana gelmez İhtilâf, haram olan sarhoşluktadır Zâhirîler, Câferîler, Tahâvî, Kerhî, Ebû Yûsuf, Züfer, İbnu'l-Kayyım, Leys ve bir görüşünde Ahmed b Hanbel haram yolla sarhoş olan kişinin hiçbir sözünü mûteber saymazlar (Abdülkerim Zeydan, a g e , 483) Genelde Hanefi mezhebi, Mâlikîler, Şâfiîler ise sarhoşun sözlerini ve hukukî neticelerin kabul eder, sözlü tasarruflarını mûteber sayar
Uyku: Geçici, ve doğal bir arızadır Edâ ehliyetini kaldırır, ibadetleri düşürmez fakat edâ vaktini geciktirir Uyanınca kaza vacibdir, uyuyanın sözleri mûteber değildir
Bayılma: Doğal olmayan bir arıza dır, sahibinin sözleri geçersizdir, uzarsa namaz düşer, oruç ve zekatı düşürmez
Sefeh: Hafiflik denen sefâhet, bir çeşit irade zayıflığıdır; insanı akıl ve dinin gerektirdiğinden başka türlü davranmaya sevkeder Malını yerli yersiz tüketen, harcamalarında haddi asan ve servetini israf eden kişiye sefih denir Vücûb ve edâ ehliyeti olmasına rağmen sefih olarak ergenlik çağına gelen kişiye reşid oluncaya kadar mallarının verilmeyeceğinde ittifak vardır (Bk en-Nisâ, 4/5-6); Ebû Hanife ergenlikten sonra sefih olanın tasarruflarını geçerli kabul eder Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ise onun hacr altına alınmasını savunurlar
Unutkanlık: Böyle kişilerin vücub ve edâ ehliyetleri sahihtir Kul haklarında özür olamaz; Allah haklarında ise unutma özürdür Zira Hz Peygamber: "Ümmetimden unutma ve yanılmanın hükmü kaldırılmıştır" buyurmaktadır (Suyûtî, Câmiu's-Sağır, Harfü'r-Râ) Diğer bir görüşe göre, unutanın işlediği fiile hüküm terettüb eder, ancak iki şartı vardır: Unutana üzerinde bulunduğu işi hatırlatacak bir durumun olması ve unutarak işlediği fiile onu sevkeden bir şeyin bulunmaması Namazda unutarak konuşmak namazı bozar Bu iki şarttan biri olmazsa unutma halinde işlenen fiilin hükmü olmaz (Unutarak oruç sırasında yemek gibi )
Küçüklük: Küçüğün bütün işlerini velisi idare eder
Hayz ve Nifâs: Bu iki durum vücûb ve edâ ehliyetini düşürmez Hayızlı veya Nifaslı kadınlar oruç ve namaza temizlendikten sonra devam ederler Ancak bu dönemde Ramazan orucu geçirilmişse temizlendikten sonra kaza orucu tutarlar
Hastalık: Ehliyeti yok etmez, bütün akitleri mûteberdir İbadetler imkâna göre olur Eğer hastalık ölümle sonuçlanırsa hasta başlangıçtan ölüme kadar mahcur sayılır Varise vasiyet mûteber değildir
Ölüm: Sorumluluk gerektiren bütün hükümler düşer Fıtır sadakası, nafaka borcu gibi vazifeleri eğer vasiyyet etmemişse düşer, etmişse malının üçte birini geçmemek üzere harcanır Zimmetinde olan borçlar, bir mal veya kefil bırakmamışsa düşer Aynı hakları, vedialar, emânetler, gasbettiği mallar vs sahiplerine verilir Ölünün kendi ihtiyacından dolayı meşrû kılınan hakları düşmez, çünkü meyyit de bir mahluktur ama acz içindedir, bu yüzden techiz, tekfin ve defni için gerekli masraflar borcundan öne alınarak ifâ edilir Daha sonra sırasıyla, önce borçları ödenir, vasiyetleri yerine getirilir, kalan malları varislere taksim edilir Ölünün kısas hakkı varsa, bu veliye kalmıştır; dilerse affeder, dilerse kısasın uygulanmasını ister, dilerse kan diyeti alır
Cehl: Kişinin bilmesi gereken şeyi bilmemesi demektir Bilmemek basit bir cehalet, bilmediği halde bildiğini iddia etmek ise mürekkeb cehâlettir Allah'ı, birliğini, kemâl sıfatlarını bilmemek mazeret sayılmaz İkincisi, mâzeret sayılmayan ama birinci derecede olmayan cehldir (Mutezile ve bir kısım filozofların ilâhı sıfatları inkârları gibi) Bir müctehid, meşhur sünnete veya icmaa aykırı bulunan ictihadında mâzur sayılmaz üçüncüsü ceza ve keffâretlerin düşmesi hususunda şüphe ve mâzeret sayılan cehldir (hatalı ictihadlar gibi) Dördüncüsü, doğrudan doğruya mazeret sayılan cehldir ki, vekil ile müvekkil arasındaki cehl gibi
Hezl: Ciddiyetin zıddı olup, kendisiyle hakikî veya mecazî bir mana kastedilmeyen söz ve fiilleri ifade eder (H Karaman, Fıkıh Usulu, 177) Vücûb veya edâ ehliyetine engel değildir Akâid ve iman konularında hezl hükümsüzdür, yani mazeret olamaz, hattâ küfrü gerektirir (bk et-Tevbe, 9/65) Mâlı olmayan tasarruflarda, talâk, azad, kısası af, yemin, nezir vb hususlarda fesha kabiliyeti olmayan kısımda netice ve hükmün meydana geleceği ve hezlin bunlara tesir etmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir
Sefer: Kişinin yaya olarak onsekiz saat sürecek bir mesafeyi katetmek niyetiyle bulunduğu yerden ayrılması seferdir Seferinin vücûb ve edâ ehliyeti tamdır, ancak bazı kolaylık ve ruhsatları vardır; Orucun kazâ edilmek üzere açılması, namazların kasrı ve İmâm-ı Şâfii'ye göre kasr ve cem'i
Hatâ: Birşeyin kusurlu bir kasıtla yapılması demektir Ehliyetleri düşürmez Cezayı düşürür, keffâreti düşürmez, kul haklarında özür olamaz
krâh: Bir kimseyi haksız olarak istemediği bir şeyi yapmaya zorlama, ve bunun için korkutma ve tehditle bunu yapmaya sevketmektir Ehliyeti kaldırmaz Ancak zorlanandan meydana gelen tasarruflar sözlü veya uygulamalı olur ki, bunlardan sözle olanlar bozulması mümkün olmayan türden olursa zorlama halinde de geçerli sayılır: Boşama, azad etmek, nikâh, ric'at, kısası affetmek, yemin, nezir, uhar, i'lâ, fey vb hususlar Feshi mümkün olanlar ise fâsittir
Zorlama ile meydana gelen fiilî tasarruflarda mânevî sorumluluk zorlayana aitse de hüküm zorlanana nisbet olunur Ancak zorlayan da sorumluluktan kurtulamaz ve hüküm yer ve fiilin işleniş durumuna bakılarak verilir Eğer suçun yer ve hükmü değişiyorsa fâile, değişmiyorsa zorlayana yüklenir (Zorlama ile satış veya öldürmek gibi) Öldürmek doğrudan doğruya zorlayana nisbet edilir Malı ödeme, kısas, diyet ve keffâret zorlayana düşer Haram üç türlüdür: Hiçbir suretle sâkıt olmayan öldürmek gibi fiilleri zorlanan da yapsa haramdır Zarûret halinde ortadan kalkan haramlar ise leş yemek, şarap içmek gibi haramlardır Üçüncüsü de düşmeyen fakat bazı hallerde ruhsata tabi olanlardır İmanın dille ifadesi ve namaz, kalben inkâr edilmemek üzere mülcî zorlama halinde terkedilebilirler (bk en-Nahl, 16/105) (Ayrıca bk Akid, Mükellef, Velâyet, Vekâlet)
İslâm hukukçularının bütün dinî, hukukî, medenî ve sosyal nazariyelerini dayandırdığı bir zimmet nazariyesi vardır (Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s 159) Zimmet nazariyesi, usûlcülerce "mahkum aleyh" bahsinde ehliyet münâsebetiyle incelenmektedir Vücûb ehliyetinin temelde leh ve aleyhteki haklara sahip olmaya elverişliliğe dayandığı konusunda ve istisnasız her insanın doğuştan leh ve aleyhindeki haklara sahip olmaya elverişli bir zimmetinin bulunduğu yolunda icma vardır Zimmet, mukavele, ahd, misak demektir (Bk Ahzab, 33/72; Araf, 7/172; et-Tevbe, 9/10; en-Nisâ, 4/58)
Bu târiflere göre ehliyet, bir vasıf olarak insanda bulunmakta ve onun ruh ve bedence gelişmesine paralel olarak gelişmektedir Bu gelişim ile insan, lehinde ve aleyhindeki haklardan istifade imkânına ve bazı hukukî tasarrufların mûteber olmasına, sonra da fiil ve tasarruflarından sorumlu olmaya ve borçlanmaya ehil hale gelmektedir
Ahmed AĞIRAKÇA
Sait KIZILIRMAK
EHVEN-İ ŞER
Ehven, kelime anlamı itibariyle, "daha hafif"; şer ise, hayrın karşıtı olup, "meşru olmayan her türlü iş" demektir Terkip olarak da ehven-i şer, diğerlerine kıyasla zarar ve fenalık bakımından daha hafif olan kötülük anlamında kullanılır
Mecelle'de, "İki şerden, daha hafif olanı (ehven-i şerreyn) ihtiyâr olunur" (Mecelle, md 29) şeklinde bir genel kural bulunmakta olup, bununla anlatılmak istenen şudur: Câiz ve meşrû olmayan iki şeyden birinin işlenilmesi durumunda kalınırsa, bunlar arasında kötülük ve fenalık bakımından daha az ve hafif olanı tercih edilir Çünkü, haram olan bir şeyi işlemek, ancak zarûretten dolayı mübah kılınmaktadır (Mecelle, md 21) Zarûretler de kendi miktarlarınca takdir olunacağına göre (Mecelle, md 22), daha hafif olan dururken, daha ağır ve büyük bir haramı işlemek zarûret sınırını aşmak olur
Aynı içerikte olmak üzere, "İki kötülükle karşı karşıya gelince daha hafif olanı işlenerek, büyüğünün çaresine bakılır" (Mecelle, md 28) ve "Daha şiddetli olan zarar, daha hafif olan zararla izâle olunur" (Mecelle, md 27) şeklinde iki genel kural daha vardır ve bunların her üçü de yaklaşık olarak aynı anlamı ifâde eder
Bu genel kuralı, pekçok alana uygulama imkânı vardır Bu kuralın uygulama örneklerinden biri şöyledir: Bir kimsenin çok değerli bir incisi yere düşüp, bir tavuk tarafından yutulmuşsa, incinin sahibi, tavuğun değerini ödeyerek tavuğu sahibinden satın alır (Mecelle, md 902) Bu durumda tavuğun sahibi, tavuğu satmamazlık edemez Şayet direnecek olursa, fiyatı kendisine ödenerek, tavuk ondan cebren alınır Kural olarak bir kimsenin malını, rızası hilâfına satmak câiz değilse de, burada daha büyük zararı gidermek amacıyla, daha hafif olan zarara katlanılmış ve sözkonusu kural gereğince, mülkiyetin dokunulmazlığı prensibine bir nevî sınırlama getirilmiştir
Diğer bir örnek de şöyledir: Bir kimse, arsasını, şuf'a hakkına sahip olan komşusuna (şefi') teklif etmeden başka birine satarsa, şefi' bu arsayı müşteriden geri alabilir Ancak, müşteri, böyle bir tarzda satın aldığı arsa üzerine, bir ev yaptırmışsa, bu durumda iki ihtimal sözkonusudur Birincisi, ev cebren (telâfisi olmayacak şekilde) yıkılarak arsa, müşterinin elinden alınır ve arsaya ödediği fiyat kendisine iâde edilir İkincisi, şuf'a hakkına sahip olan kişi, arsayı kendisi satın almak istemesi halinde, müşterinin yaptırdığı evin kıymetini de ödemeye icbâr edilir
Birinci ihtimalde müşteri için sözkonusu olan zarar, yaptırdığı evin, kendisine hiçbir karşılık verilmeden yıkılması olup, ağır bir zarardır Çünkü, müşteri, uğradığı zararı hiç kimseden talep edememektedir İkinci ihtimalde ise, zarar, "şuf'a hakkına sahip olan kişi hakkından olup, daha az para ödeyerek çıplak alması mümkün olan bir arsayı, bir de üzerindeki eve para ödeyerek satın alma durumunda kalması şeklindedir
Bu olayda iki taraflı bir zarar sözkonusudur Şu kadar ki, şuf'a hakkına sahip olan kişinin uğrayacağı zarar, karşılığında hiç değilse bir bedel bulunduğu için yani şefi' evin mülkiyetine sahip olduğu için, bu zarar müşterinin telâfisi olmayan zararından daha hafif (ehven) sayılmıştır
Bu ve benzeri prensiplerle, akıl ve mantığın rahatlıkla kabul edebileceği bir sistem dahilinde genelde, hukukî hayata bir esneklik ve istikrar kazandırmasına ve adil bir dengenin kurulmasına çalışılmıştır
H Yuns APAYDIN
EİMME
İmamlar, İmam kelimesinin çoğulu Kur'an'da misal, rehber, lider, önder, örnek, manalarında kullanılmıştır
Allah'ın emirlerini yeryüzünde uygulayan İslâm devletinin başkanı, yahut müslümanların ileri gelen ilim adamları sıfatıyla İslâm'ı koruyan, onu insanlara öğreten ve İslâm'ın hâkimiyeti için çalışan ümmetin önderi ve lideri Ancak, İmam ve çoğulu olan eimme kelimeleri gerek Kur'an-ı Kerîm'de gerekse güncel hayatta değişik anlamlarda kullanılmıştır
"Rabbi İbrahim'i birtakım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti Allah, "seni insanlara İmam (önder) kılacağım " demişti O, "soyumdan da" deyince (Allah), ahdim zâlimlere erişemez" buyurmuştu" (el-Bakara, 1/24)
"Eğer antlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkârda önde gidenlerle savaşın, -çünkü onların yeminleri sayılmaz-, belki vazgeçerler" (et-Tevbe, 9/12)
"Bir gün bütün insanları önderleriyle birlikte çağırırız O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitaplarını okurlar Onlara kıl kadar haksızlık edilmez" (el-İsrâ, 17/71)
Bu tehlikeden kurtulmak mecburiyetinde olan insan, inancını ve teslimiyetini bir emir (İmam) başkanlığında devletleştirmek durumundadır Bu gerçekten hareketle, son peygamber Hz Muhammed (s a s)'in ilk İslâm Devleti olan Medine Devletinde başkan, harplerde komutan, mahkemede hâkim, camide İmam olarak görev yaptığı görülmektedir Vefâtından sonra en yakın arkadaşlarından, sırasıyla, Hz Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r anhum) "Râşid Halifeler" vasfıyla, vahiy almanın dışında Hz Peygamber (s a s)'in bütün görevlerini sürdüren bir İmam-lider-halife müminlerin emiri olarak görülmektedirler Bu kutsal makamın boşluğu her asırda kendini daha büyük ölçüde hissettirmektedir
"İmam" kelimesi ıstılahta değişik anlamlarda kullanılır:
a) Cemaatle namaz kıldıran kimse İslâm fıkhını, ibadetin erkanını ve Kur'an okumayı en iyi derecede bilen kimse(erkek) bu görevi yürütebilir
b) Ehl-i sünnet mezheblerinde İmam tâbiri, İslâm'ın en ileri gelen âlimleri, özellikle de mezhep kurucuları olan için kullanılır Yine bu âlim ve imamların talebelerinden meselelerde ictihad derecesinde olan âlimlere de İmam sıfatı verilir İmam Ebû Yûsuf, İmam Züfer, İmam Muhammed vd gibi Mezheb imamı olmadığı halde ilmî düzeyde İslâmî bilgiye sahip olana da İmam denilir İmam Gazali gibi
Ashâb zamanında bu kelimenin bir mesleğe veya meslek büyüğüne alem olarak kullanıldığı pek görülmemektedir Rehber, lider, numûne gibi mefhumlar kadınlar için kullanılmadığından ileri seviyede ilme sahip olsalar bile onlar hakkında İmam kelimesi kullanılmamıştır
c) Şiîlerde İmam kelimesinin kullanılması çok çeşitlidir Bütün Şiî mezheblerinde ana fikir, Hz Ali'nin ve zaman içerisinde ahfâdından birinin İslâm âleminin en yüksek hâkimi, imamı olmasıdır Onlara göre İmam, halife manasında kullanılmıştır İmamlık peygamberlerin risâletinin devamı ve beşeriyetin, ondan sonra, sevk ve idaresi şeklinde ilâhı bir vazifedir Birliği sağlamak için de bir İmam bulunacaktır; bu İmam, Hz Ali'nin ve eski imamların halefi sayılır Bu paye ona yalnız miras olarak ve kendi babası tarafından (İsna aşeriyye ve İsmailiyye'ye göre) özel bir tâyin yoluyla geçer İmam da, dünyevi hâkimiyet hakkında başka İslâm'ın en yüksek rûhânî rehberlik yetkisine sahiptir Şia'ya göre bu özellik, İslâm dininin bâtını mânâlarını Hz Peygamber'in Hz Ali'ye ifşa etmesinden kaynaklanmaktadır İmam bu gizli ilmi ecdadından intikal ve kalıtım yoluyla alır Bundan dolayı da o, şahsına özgü otoriteye sahip olup Kur'an ile hadislerin kesin tefsirini yapmaya gücü yeten kişidir Şia'ya göre İmamlar mâsumdur, günâh işlemez; hata gibi gözüken fiillerinde bâtını birtakım manalar gizli olabilir
İslâmî ilimlerde "İmam'' ve "eimme" kelimelerinin ifade ettiği belli şahıslar vardır İmam kelimesi mutlak olarak söylenince fıkıhta Ebû Hanife; tefsir ve kelâmda Fahruddin er-Râzi; nahiv (Arapça gramer) de Sibeveyh anlaşılır Ayrıca "Eimme-i Erbaâ" terimi ile Ebû Hanife, İmam Şâfiî, İmâm Mâlik ve İmam Ahmed b Hanbel, "Eimme-i selâse" terimi ile Ebû Hanife ve iki öğrencisi Ebû Yûsuf ile Muhammed b Hasan eş-Şeybânı kasdedilir Fıkıh usûlü ilminde eimme-i selâse denilince Ebû Zeyd ed-Debbûsî, Fahru'l-İslâm Fezdevî, Şemsu'l-Eimme es-Serahsı kasdedilir Ebû Yûsuf ve Muhammed b Hasan'a "İmâmeyn" ve "sâhibeyn"; İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yûsuf'a" Şeyhayn"; İmam-ı Âzam ile İmam Muhammed'e "Tarâfeyn" denilir "İmâmu'l-Haremeyn" tâbiri ile Şâfii Ebu'l-Meâlî Abdu'l-Melik ile hanefilerden Ebû'l-Muzaffer Yûsuf b İbrahim; "Şemsu'l-Eimme" terimi ile de Abdu'l-Aziz el-Hulvânî, Muhammed es-Serahsı, Muhammed b Abdu's-Settâr el-Kerderî, Mahmud Özkendî kastedilir Kırâat ilminde ise "eimme-i Seb'a" (yedi İmam)'dan bahsedilir Hz Peygamber'den (s a s) Kur'an'ın okunuş vecihlerinin zaptedilmesi ve rivâyet edilmesi ile uğraşan bu yedi İmam şunlardır: Nâfi', İbn Abdi'r-Rahman (ö 169/785-786), İbn Kesir (ö 120/738), Ebû Amr İbni'l-ûlâ (ö 154/771), Abdullah İbn Âmir (ö 118/736), Âsım Ebû Bekir el-Esedı (ö 128/745-746), Hamza İbn Habîbi'l-Kufi (ö 158/775) Kisâî Ali İbn Hamza el-Esedî (ö 189/805)
Bu duruma göre "İmam" ve çoğulu "eimme", İslâm devlet başkanı, mezheb önderleri, ilim adamları, mezhebde ve meselede müctehid olanlar, kırâat üstadları ve camide namaz kıldıran kimseler hakkında kullanılan bir terimdir
Cengiz YAĞCI
|