Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (E)
el-MENZİLETÜ, BEYNEL-MENZİLETEYN
İki makam ve mekân arasında bir mekan anlamında kullanılan bir kelâm ilmi terimi Bu Hasan Basri'nin talebelerinden, Vasil İbn Ata'nın H (80-131) öncüsü olduğu Mu'tezile mezhebinin Ehli Sünnet mezhebine muhalefet ettiği en belirgin fikirlerinden birinin ifade edildiği terimdir
İman, Arap dilinde "mutlak tasdik etmek" demektir Şeriat dilinde ise "Hz Muhammed'in, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dinî esas ve hükümlerin doğru olduğuna tereddüt etmeksizin inanmak, bunların tamamını tasdik etmek" demektir Bu tasdikin yalnız kalb ile veya dil ile mi olacağı veya her ikisi ile birlikte mi olması ve itiraf edilmesi gerektiği hususunda İslâm âlimleri fikir ayrılığına düştüler Bu düşünce farklılığı itikad hususunda bir kısım mezheblerin doğmasına sebep oldu
Kerramiye mezhebine göre iman yalnız dil ile ikrardan ibarettir Kalben tasdik etmese bile dili ile iman esaslarını tasdik eden kimse mü'mindir Kalbiyle inandığı halde dili ile ikrar etmezse kâfir olur Konunun başlığını teşkil eden ifadenin sahibi olan Mutezile mezhebine göre şeri iman, inanılması gereken vahye dayalı haberlerin kalb ile tasdiki, dil ile ikrarı ve ayrıca amel ile tatbiki demektir İmanın üç rüknü sayılan bu hususlardan biri bulunmadığı takdirde iman yok kabul edilir Şeriatın bildirdiklerini kalbiyle tasdik ve dili ile ikrar eden, fakat farzları yerine getirmeyen ve haramlardan kaçınmayan bir kimse mü'min sayılmaz Böyle bir kimse Haricî mezhebine göre kâfirdir Mu'tezile mezhebine göre ise ne mü'min, ne kâfirdir; fakat ameli terkettiği için fasıktır Bu esasa göre Mu'tezile ekolü zina etmek, içki içmek, adam öldürmek vs gibi büyük günahlardan birisini işleyen kimse için mü'min ve kâfir demezler Onlar için; "el-menziletü beynel menzileteyn" Cennet ile Cehennem arasında bir yerde kalacaklardır derler
Selef uleması ve İmam Şâfiî, Malikî ve Evzaî gibi mezheb imamları da imanı "dil ile ikrar kalb ile tasdik ve dinin emirlerini yerine getirmek" şeklinde tarif etmişlerdir Fakat ameli terkeden ve şerîat dilinde "fâsık" denilen kimselerin kâfir olacaklarına hükmetmemişlerdir Bunların da içinde bulundukları Ehli Sünnet mezhebine göre imanın iki rüknü vardır: Kalb ile tasdik, dil ile ikrar Dinin emirlerini terkeden kimse bu hükümleri inkar etmedikçe kâfir olmaz Dünyada iken ve ölümünde hakkında İslâmın hükümleri tatbik edilir Affedilmesi veya azab edilmesi Allah'a aittir, ancak mü'mindir Dinin emirlerini yerine getirmesi ise insanın o anda olgunluğa ermesine sebep olur
"Zani, mü'min olduğu halde zina etmez  " Hadisi ile vurgulanan mü'minin zina etmemesi hükmü, Mu'tezile mezhebinin iddia ettiği gibi, zina edenin kâfirliğine delil sayılmaz Bunun aksine hadiste mü'minin imanda olgunluğa ermesi için helal ve haramlara dikkat etmesi gereği ifade edilmektedir Ehli Sünnet ekolünün bu görüşü, Mu'tezilenin "el-menziletü beynel menzileteyn"anlayışının geçersizliğini ortaya koymaktadır
Mu'tezile ekolünün doğmasına sebep olan bu prensip mü'min olduğu halde büyük günah işleyenlerin durumu ile ilgilidir Bu mezhebin doğuşuna kadar insan ya müslüman ya da kâfir sayılır; iman ve küfür arasında bir başka şey kabul edilmezdi Mü'tezileye göre, amel imandan bir cüz'dür Büyük günah işleyenler imandan çıkmışlar, ancak kâfirde olmamışlardır, böylelikle küfür ile iman arasında fısk mertebesinde kalmışlardır Bunlar tevbe etmeden ölürlerse kâfir olurlar; tevbe ederlerse mü'min olarak ölürler Tevbe etmeden ölen fâsıklar kâfir sayıldıkları için Cehennemde ebedi olarak kalırlar Ancak Cehennemdeki azab dereceleri kâfirlerinki kadar ağır olmaz
Cengiz YAĞCI
EMÂN
Emin olmak, güvenmek, korkmamak, endişeden kurtulmak Emânet, emn ve emene de "emân"ın eşanlamlısı mastarlardır Zıddı korkmaktır Diğer yandan emânet, bir kimsenin güvenilir olması anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına geldiği gibi, güvenilen kimseye emânet bırakılan şey anlamına da gelir Bir savaş hukuku terimi olarak emân; düşmana, emniyet altında olduğuna dâir verilen söz veya yapılan işaret demektir Bu, bir kimseye "sana emân verdim", "siz güvendesiniz", "size bir zarar yoktur" gibi açık ifadelerle olur Buna "emân-ı sarîh" denir Yetkili bir kimse tarafından düzenlenecek yazılı bir emânnâme ile verilen emân da "Emân bi'l-kitâbe" olur Emân belli bir süre ile sınırlan?bileceği yani "Emân-ı muvakkat" olabileceği gibi süresiz olarak da verilebilir Buna da "eman-ı mutlak" denir
Bir düşmana veya belli bir düşman grubuna verileceği gibi, bütün savaşçı düşmana genel olarak da verilebilir Günümüz devletler hukukunda sığınma veya iltica talebinde bulunma emân isteme niteliğindedir
Kur'an'da şöyle buyurulur: "Eğer, müşriklerden birisi senden emân dilerse, ona emân ver Tâ ki Allah'ın kelâmını dinlesin Sonra onu emin olduğu yere kadar ulaştır Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur " (et- Tevbe, 9/6)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Müslümanların kanları biri diğerine eşittir En aşağıları dahi devlet adına emân verebilir, onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el gibidirler" (Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbn Mâce'den naklen et-Tebrizî, Mişkatü'l-Mesâbıh, II, 264) Allah Resulunün Medine'de va'z ettiği ilk anayasada bu husus şöyle ifade edilmiştir: "  Müslümanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet (câmla) teşkil ederler" (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Mısır 1355, II, 147; Salih Tuğ, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İstanbul 1969, s 35; M Hamidullah, İslâm'ın Hukuk İlmine Yardımları, s 22) Ancak, bir müslümanın İslâm toplumuna ümmet olarak intisâbı, siyâsi değil, içtimâı râbıta bakımındandır Müslümanların teşkilâtlanıp, devlet kurmaları halinde, devletle ve birbirleriyle olan bağları politik ve hukuki bir nitelik kazanır (Abdülkerim Zeydan, Ahkâmu'z-Zimmiyyın ve'l-Müste'minın, Bağdad 1963, s 61) Kur'ân'da, ümmet bütünlüğü şöyle ifade edilir: "Gerçek, bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir" (el-Enbiya, 21/92)
Emân olayı bazan kendiliğinden gerçekleşir Meselâ bir müslüman erkek, ülkesinde evlendiği hıristiyan veya yahudi hanımını İslâm ülkesine getirirse, eşi kendiliğinden emâna kavuşur Çünkü o, müslüman bir erkekle evlenmekle zımmî* olmayı kabul etmiş sayılır
Emân verecek kimsede şu şartların bulunması gerekir:
a) Müslüman olmak; Gayr-i müslimler, müslümanlar adına emân veremez Çünkü, onların iyi niyetle hareket edip, İslâm toplumunun yararını gözetmelerine güvenilemez Ancak kendilerine emân verme yetkisi verilmişse, bu durum müstesnâdır
b) Akıllı olmak; Akıl hastalarının veya şuuru yerinde olmayanların vereceği emân geçersizdir Çünkü emân işi, tehlikeli ve rizikolu bir konudur Kişinin, emânın sonuçlarını değerlendirebilmesi için tam temyiz gücüne sahip olması gerekir
c) Bülûğ çağına gelmiş bulunmak: Çocukların düşmana vereceği emân geçerli değildir Ancak savaşa katılma izni verilen küçükler bundan müstesnâdır
Savaşa katılma izni verilen müslüman köle de, düşmana emân verebilir İran'ın fethi sırasında, kuşatılan bir şehir halkının savaşa ilgisiz kaldığı ve kapılarını İslâm ordusuna açıverdiği görülür Olay incelendiğinde, önceden müslüman bir kölenin şehir halkına emân verdiği ortaya çıkar Müslüman komutan bu emânı tanımak istemeyince anlaşmazlık Hz Ömer'e götürülür Hz Ömer ise, "Müslüman köleler tarafından yapılan anlaşma, diğer hür müslümanlar tarafından yapılan anlaşma kadar geçerlidir" cevabını verir (Mevlânâ Şıblî, Süleyman en-Nedvî, İslâm Tarihi Terc Ömer Rıza VII, 192)
Müslüman kadın da emân verme yetkisine sahiptir Çünkü Hz Peygamber, kızı Zeyneb'in kocası Ebu'l Âs İbnü'r-Rabî' için verdiği emânı kabul etmiştir (eş-Sevkâni, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28)
Düşman beldesinde bulunan müslüman bir tüccar veya esir yahut orada İslâm'ı kabul edip, yerleşmiş kimsenin müslümanlar adına emân vermesi geçerli değildir Çünkü bunlar düşman ülkesinde baskı altında sayılırlar Düşmanın menfaatine alet olmakla veya kendi kişisel yararlarını düşünerek hareket etmekle itham olunabilirler
Verilecek emânın bir hikmete ve toplum yararına dayanması gerekir Hanefi ve Malikiler bunu şart koşarlar Çünkü düşmanla harp hâli devamlılık arzeder Şâfiî ve Hanbeliler ise emânda zararın bulunmamasını yeterli görürler Ayrıca bir maslahat ve yararın bulunmasını şart koşmazlar Casus ve benzerleri için câiz olmaz (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, IV, 300, ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 435)
Emânı, İslâm devlet başkanı veya ordu komutanı verdiği zaman, emân verilen kimse, emânda belirli bir belde kaydı veya şer'î bir engel bulunmadıkça her İslâm beldesine gönderilebilir Ebû Hanife'ye (ö 150/767) göre, böyle emânlı münkir bir kimse daru'l-İslâm'da* herhangi bir yere girebilir Hatta üç gün süreyle, Mekke ve Mescid-i Nebevî haremine de girip kalabilir Hanefiler, gayr-i müslimlerin, bütün mescidlere, bu arada Mescid-i Haram'a izinsiz girebileceklerini söylerler Çünkü onlara göre; "Müşrikler, ancak necistirler, bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (et- Tevbe, 9/28) ayetinden maksat, onların Mescid-i Haram'a girmelerini yasaklamak değil, câhiliye devrindeki gibi hac ve umre yapmaya kalkışmalarını önlemektir Şâfiî ve Hanbeliler ise aynı ayete dayanarak gayr-i müslimlerin Mekke haremine, maslahata dayalı bile olsa, girmelerini câiz görmezler Hattâ, gayr-i müslimlerin, idarecilerin izni ve elçilik mektubu taşıma veya müslümanların ihtiyacı olan ticaret işi gibi bir maslahat dışında Hicaz'a girişlerini de kabul etmezler
İstisnaî giriş de üç gün süreyle olabilir Dayandıkları delil hadistir Hz Ömer, Allah Resulu'nün şöyle dediğini nakletmişti: "Gelecek yıla kadar yaşarsam yahudi ve hristiyanları muhakkak Arap yarımadasından çıkaracağım Orada müslümanlardan başka kimse bırakmayacağım" (Ahmed b Hanbel, I, 31) Burada Arap yarımadasından maksat özellikle Hicaz'dır Nitekim, hadiste "Yahudileri Hicaz'dan çıkarınız" ifadelerine de rastlanır (bkz Buhâri, Cizye, 6; Müslim, Vasiyye, 20; Dârimi, Siyer, 54) Hz Ömer, yahudi ve hristiyanları yalnız Hicaz'dan çıkarmakta yetinmiş, onların meselâ Arap yarımadasından sayılan Yemen'de oturmalarına müsaade etmiştir {ez-Zühayli, a g e , VI, 435-436)
Sürekli emânla İslâm Devletinin vatandaşlığına geçen Ehl-i kitap kimse zımmi sayılır ve zimmet haklarından yararlanır Hadiste şöyle buyurulur: "Eğer zimmet akdini kabul ederlerse, onlara bildir ki, müslümanların lehine olan haklar, onların da lehine; müslümanların üzerine olan vecibeler, onların da üzerindedir" (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 280, VIII, 100; İbnü'l-Hümâm, a g e VI 248: İbn
Nüceym, el-Bahru'r-Râik, Kahire 1311, V, 81; Zeydân, a g e , s 70)
İslâm ülkesine ticaret, elçilik, eğitim, turizm vb amaçlarla pasaportla gelen yabancı gayr-i müslimler (müste'min) de, dâru'l-İslam'da ikamet ettikleri sürece birtakım mâlî haklardan, aile, borçlar ve ticaret hukuku hükümlerinden yararlanırlar Prensip olarak, müste'minlerle zımmîlerin hak ve vecîbelerde eşit sayılması gerekirse de, sonuncular dâru'l-İslâm tebeası olmaları sebebiyle birtakım hak ve vecibelerde müste'minden ayrılırlar Bugün beşerî hukukta yabancıların hak ve görevleri devletler hukukuna dayanırken, dâru'l-İslâm'da bunların kaynağı İslâm devletinin iç hukuku, yani İslâm hukukudur (Zeydan, a g e , s 73, 627)
Hamdi DÖNDÜREN
EMÂNET
Birisinin koruması için bırakılan maddî ve manevî hak Emniyet edilip inanılan şey Peygamberlerde bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir Kur'an'a, Sünnete ve Resulullah'ın eşyasına da "emânet" denir
Resulullah, hicretten önce, kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti Çünkü kâfirler ona "el-emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı Hz Peygamber "emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu" söylemiştir (Buhâri, İmân, 64; Müslim, İmân, 106) Emânet, müminlerin de vasfıdır (el-Mü'minûn, 23/8) Vedâ Haccı'nda Rasûlullah, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır (Ebû Dâvûd, Menâ**** 56) Yine Vedâ Hutbesi'nde Rasûlullah, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir" (Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri) İbn Hanbel rivâyet eder: "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur" (Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 135)
Allah Teâla, "emânet" kavramını Kur'an-ı Kerîm'de çok geniş bir anlamda zikretmiştir: "Biz, emâneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar; onu insan yüklendi; çünkü o çok zâlim çok câhildir  " (el-Ahzâb, 33/72) Bu genel anlamlandırmadan sonra, "Emanetleri ehline vermemizi, insanlar arasında hükmettiğimiz zaman adâletle hükmetmemizi emreder" (en-Nisâ, 4/58) Rasûlullah'ın şu buyruğu da emânete riâyetin yozlaşması durumunda neler olacağını açıklamaktadır: "Emânet kaybedildiği aman yani -işler ehli olmayanlara verildiği zaman- kıyâmeti bekle" (Buharı, İmân, 1) İsrailoğulları bu yüzden çökmüş ve sapmışlardı Beceriksiz, sorumsuz, ahlâksız, adâletsiz kimselere yetki vermişlerdi Halbuki İslâmî harekette, her işte en ehil kişilerin yeraldığı "Ulu'l-emr"e itâat sözkonusudur
Geniş anlamıyla, "Allah'ın tekliflerinin tamamına" emânet denilmiştir (Mecmuat'ul-Tefâsir, İstanbul 1979, V 142, 143) Usûl-i fıkıhta, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir (Molla Hüsrev, Mir'at el-Usûl fî Şerhi'l Mirkat el-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591) Eşref-i mahlûkat, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak tanımlanan insan; Allah'ın öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği 'misâk'ı aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek, İslâm'a yönelmemek ve İslâmî ilkeleri yaşamamak, yaşatmayı unutturmak veya engellemek de emânet ve emânet ilkelerine uymamak demektir (Ayrıca bk Vedia)
Yusuf KERİMOĞLU
EMEKLİ, EMEKLİLİK
Başkasına ait bir işi ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimseye "işçi" "ecîr" * başkasını bir ücret karşılığı çalıştıran kimseye de "işveren" "müştecir" denir İslâm'da, emeğini başkasına kiralayan tüm çalışanlar aynı statü içinde değerlendirilmiş ve iş akdi, icâre akdi içinde yer almıştır Bugünkü uygulamada işçi, memur, subay, kamu görevlisi olma veya olmama gibi ayırımlar yapılmaksızın tüm çalışanlar aynı hükümlere tâbi tutulmuş, ancak iş ve mesleğin durumuna göre emeğin değeri üzerinde durulmuştur Yalnız bir gerçek kişi veya devlet, vakıf gibi tüzel kişi için çalışan kimseye özel işçi (ecir-i hâs), belirli gerçek veya tüzel kişiye değil de herkese iş yapan boyacı, terzi, marangoz gibi zanâatkârlara, doktor, avukat, muhâsebeci gibi serbest meslek sahiplerine ise ortak işçi (ecir-i müşterek) adı verilmiştir
İşçi ve memurlar iş sözleşmesinde belirlenen veya örfleşmiş bulunan şartlara göre çalışır ve yine belirlenen ücret veya maaşı alırlar Bu durum iş devam ettiği sürece, işçi hastalanıncaya belli yaşa ulaşıncaya veya işi göremeyecek yaslılığa varıncaya kadar devam eder Bazan işçi hasta veya sakat olmadığı halde belli bir çalışma döneminden sonra yaslanır ve verimsiz hale gelebilir Bu durumu devam edeceğinden sonunda işi bırakmak zorunda kalır İşçi, aldığı ücretin büyük bir bölümünü hemen harcar Çoğu zaman aldığı ücretle ancak geçimini sağlar Çalışamayacağı devreyi hesaba katmaz Artık çalışamayacak bir yaşa veya duruma gelen işçi veya memurun geçimini kim sağlayacaktır? İşveren, iş akdinin gereği olan ücreti ödediğine göre, onun emekli işçiye bakma yükümlülüğü bulunmaz
İslâm'da hastalığı veya yaşlılığı sebebiyle çalışamayan ve bir geliri de bulunmayan kimseler için önce nafaka * hükümleri cereyan eder Ana-baba, yoksul düşünce, çocukları onlara bakmak zorundâdır (el-İsrâ, 17/23; el-Ankebût, 29/8; Lokman, 31/14-15; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 222-229; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 30; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 349 vd ) Kardeşler ve diğer hısımlar arasında da mirastaki hisse durumlarına göre nafaka ödenir (el-İsrâ, 17/26; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s 294-321) Hısımları yoksa veya onlar da yoksulsa, İslâm ülkesinde bütün vatandaşlar yoksulluk, yaşlılık, iflâs vb durumlar karşısında devletin himayesi altında yaşarlar Bu bakımdan yaslanmış ve bir geliri bulunmayan işçi, memur ve bütün yoksullar için temelde ayrıca emeklilik müessesesine ihtiyaç duyulmaz Yoksulun zekât dâhil, devletin bütün mal; kaynakları üzerinde hakkı vardır Ancak bu kapsamlı sosyal sigortanın işlemediği yerlerde işçilere, memurlara ve esnafa mahsus emeklilik müesseseleri de kurulabilir
İslâm hukuku prensip olarak emeklilik müessesesine karşı değildir Emeklilik bir çeşit yardımlaşma sigortasıdır Sigorta*; her bir kişinin yükünü azaltmak amacıyla mümkün olduğu kadar çok kimse üzerine bir tek kişinin yükünün dağıtılması demektir İslâm sermayeye dayanan sigorta şirketleri yerine, mütekabiliyet ve işbirliği ile zirvesinde devletin bulunduğu bir sosyal sigorta teşkilini öngörmüştür
Hz Peygamber Medine'ye hicret edince yapılan 47 maddelik ilk anayasada bir sosyal güvenlik kuruluşu olan "maakil" sistemine yer verilmiştir Kuruluş şöyleydi: Bir kimse savaşta esir düşerse kurtarılması için bir fidye vermek gerekliydi Yine yaralama ve kasten olmayan öldürmelerde, zarar ve ziyanın yahut kan bedelinin ödenmesi gerekliydi Bunların miktarları çoğu zaman esir veya suçu işleyen kimsenin gücünü aşıyordu Hz Peygamber şöyle bir yardımlaşma teşkilatı kurdu:
Herkes kendi kabilesinin hazinesine bu iş için para yardımı yapacak; esirlik, yaralama veya öldürme hallerinde, yardımlaşma amacıyla kurulan bu fondan destek bekleyecekti Bir kabîlenin bütçesi yeterli olmazsa, diğer komşu kabîleler destek yapacaktı (M Hamidullah, İslâm'a Giriş, Çev: Kemal Kuşçu, İstanbul 1973, s 201-202)
Daha sonra hadislerle maâkil sistemi, tazmini tek kişiye ağır gelen durumlarda hısımlar arasında yardımlaşma şekline dönüşmüştür Bir kimse diyet gerektiren bir suç işlerse, diyet miktarı ailenin ergenlik çağına gelmiş erkekleri arasında bölüşülür ve bunu eşit taksitlerle üç yılda öderlerdi Bir kişinin hissesine düşen diyet miktarı yılda dört dirhemi geçerse, mirastaki sıraya göre asabe * adı verilen diğer erkek hısımlar da âkîle * kapsamına alınır Eğer suçlunun hiç hısımı yoksa, diyeti kendi malından üç eşit taksitle üç yılda öder Yeterince malı yoksa diyeti devlet öder (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, V, Maâkil bahsi; Ö N Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye, III, 52-58) 
Hz Ömer, karşılıklı yardımlaşmayı bir kimsenin mensup olduğu meslek, askerî, mülk; idare esaslarına veya bölgelere göre teşkilatlandırdı İhtiyaç sırasında bir fonun yetersiz olması halinde merkezî hazine veya vilâyet idârelerinin mahallî hazineleri bu üniteye yardım ederdi Diğer yandan Hz Ömer ihtiyaç sahibi olan bütün tebâ için bir maaş sistemi geliştirmişti Bu teşkilata "divan"* adı verildi (M Hamidullah, a g e , s 201-203) Bu yardımlaşma ünitelerinde biriken ve kullanılmayan sermayenin çoğaltmak amacıyla gelir getiren işlere yatırılması mümkündür Fonun geliri artınca, üyeler katılma payı ödemekten muaf tutulabilir Hatta büyük gelirler sağlanırsa onlara kâr da dağıtabilir
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek mensuplarından kesilecek primler bir fonda toplanınca, bu sermayenin gelir getiren yatırımlarda üretilmesi gerekir Böyle bir fon giderek kendine yeterli hâle gelir ve üye ya da ortaklarına, katılma payı olarak aldığı primlerden çok daha fazlasını geri verebilir Bir ücret karşılığı çalışanların ücretinden kesilen primlerin bir fonda toplanmasıyla oluşan sermayenin işletilmesine Hz Peygamber'in mağara hadisinde işaret edilmiştir Allah Resulu, eski toplumlarda işçilerin haklarının gözetildiğini belirtirken özet olarak şöyle demiştir:
"Geçmiş kavimlerden üç kişi bir yere gitmekte iken, yolda fırtınaya yakalanarak bir mağaraya sığınırlar Fırtınanın getirdiği büyük bir kaya parçası mağaranın ağzını kapattığı için, içeride mahsur kalırlar Kendi aralarında konuşarak, 'Allah katında, en değerli olması muhtemel amellerini öne sürüp, kurtuluş için dua etmeye' karar verirler İlk ikisinin duasıyla kaya parçası biraz aralanır Bir işveren olan üçüncüsü şöyle niyaz eder:
'Ey Rabbim, ben birtakım işçiler çalıştırmıştım Ücretlerini ödedim Ancak içlerinden birisi ücretini almadan bırakıp gitmişti Onun hakkını ticaretle işletip arttırdım Birçok malı oldu Bir süre sonra bana gelerek ücretini istedi Ben; 'gördüğün şu deve, sığır, koyun ve hizmetçiler senin ücretinden meydana geldi' dedim 'Benimle alay etme' diye cevap verdi 'Seninle alay etmiyorum' dedim Bunun üzerine bütün malını alıp, gitti, hiçbir şey bırakmadı 'Ey Rabbim, bunu sırf senin rızanı kazanabilmek için yapmışsam bizi bu mağaradan kurtar" Bu duanın arkasından mağaranın ağzını kapatan taş yuvarlanır ve oradan kurtulurlar (Buhâri, İcâre, 12; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 37-41)
Mağara hadisinde ücret ve bu ücretin işletilmesi sonucu elde edilen kârın tamamı işçiye ait olunca, işçiden sosyal güvenlik için kesilen primlerin bir fonda işletilmesi sonucu,verdiğinden fazlasını geri almak mümkün ve câiz olur Yeter ki fonun işletilmesi İslâm; ölçüler içinde olsun
İşçi, memur, esnaf ve serbest meslek sahipleri, emekli yardımlaşma kuruluşuna bağlılık gerektiren bir işe intisab ederken, kendisinden emekli oluncaya kadar prim kesileceğini ve bunların bir fonda toplanarak işletileceğini bilerek seçimini yapar Örfen de bu rızanın varlığını kabul etmek gerekir Çünkü bazı meslek kuruluşları, bu mesleğe girmek isteyenlere belli kurallar uygulamıştır Tarihte bunun örnekleri çoktur Osmanlılarda Ahîlik, Lonca ve Gedik gibi meslek kuruluşları bunlar arasında sayılabilir (Neşet Çağatay, Ahilik, Ankara 1974, s 101; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, s 184-185)
Bir sosyal güvenlik kuruluşunu ortaklık olarak değerlendirmek mümkündür şöyle ki, bir işçi veya memurun maaşından sosyal yardımlaşma kuruluşu için her ay yüzde yirmi emekli primi kesilse, yirmibeş yıl devam eden çalışma süresince, fonda on milyon lira prim biriktiğini farz edelim Bu primlerin gelir getiren yatırımlarda çalıştırılarak yirmibeş yılda yavaş yavaş birkaç katına çıkmış olması gerekir Fonun toplam bilançosu; kesilen primler toplamı yirmimilyar, fonun mal varlığı ise yüzmilyar olsa, onmilyon emekli keseneği biriken işçi ve memurun, toplam fon üzerindeki hakkı, beş katına yükselmiştir Hak, on milyondan elli milyona çıkmıştır Böyle bir işçi fondan kıdem tazminatı, emekli maaşı, ölümünden sonra da eş ve çocukları maaş olarak elli milyona kadar alabilir Fon üyeleri kâr ve zarara ortak oldukları için, İslâm hukukunda inan şirketi ortağı gibidirler Kârın anlaşmaya göre, kesilen primlerin miktarına bakılmaksızın yüzde üzerinden değişik oranlarda paylaşılması bu ortaklıkta mümkün olduğu için, üyelerin farklı emekli maaşı alması statüyü bozmaz (es-Serahsı, el-Mebsût, XI, 152-154; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', VI, 57 vd ; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kâdir, V, 20 vd )
Hamdi DÖNDÜREN
EMİN
Allah (c c )'ın bir ismi ve resullerin bir vasfını belirten Kur'an-ı bir terim
"el-Emin", "E-Mi-Ne" fiilinden ism-i fâildir "E-Mi-Ne"; korkusuz ve âsude olmak, "el-Emin" ise "koruma muhâfızı, bir şeyi koruyan, güvenilen, itimatlı adam, hâin olmayan" anlamındadır
"Emin, mümin ve emânet" kelimelerinin kendinden türediği "EMN", her türlü korku ve şüpheden uzak olmak, bütünüyle mutmam bulunmak demektir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, 30)
"El-Emîn", sıka, güvenilir mutemed manasına geldiği gibi, bazan da emniyet içerisinde olan, emniyetli manalarına gelir
"Emîn" kelimesini açıklamak için önce aynı kökten gelen "emânet" kelimesini açıklamamız gerekir Çünkü "emin" aynı zamanda "emânete riâyet eden kimse" demektir
İlim ve özellikle iradeyle birlikte Allah'ın karşısında insana verilen "benlik-nefs-ene" göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir "emânet"tir Bu "emânet" öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve şeytanın süslediği yola dalmadan Allah'a kul olmayı, görmesini O'nun görmesi, eylemini O'nun eylemi, iradesini Onun iradesi hâline getirmeyi gerektirir İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir emâneti yüklenmekten kaçınmış, Allah'ın iradesine pasif bir teslimiyeti, irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir
"Muhakkak Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder " (en-Nisâ, 4/58)
Bu şekilde emâneti yerine getirene emin kişi denir Allah'ın risâleti en önemli bir emânettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdî edilir:
"Onu er-Ruh'ul-emin indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye" (eş-Suarâ, 26/193)
"Şüphe yok ki O (Kur'ân, Allah 'ın) çok şerefli bir elçisi'nin (yani Cebrâil'in getirdiği) sözüdür (Bu elçi) büyük bir güç sahibidir Arş'ın sahibi (Allah) indinde yüksek bir mevki sahibidir (Üstelik) orada (göklerde, melekler tarafından) kendisine itâat edilendir, (vahiyleri tebliğ için) oldukça 'emin" dir" (et-Tekvir, 81/19)
Bu ayetlerde vahyi indiren emîn elçi olarak Cebrâil (a s )'dan bahsedilirken, Kur'an-ı Kerîm'de daha çok emîn vasfı rasûller için geçmektedir
Kur'an-ı Kerim'de bize bildirilen ilk azgın putperest toplum olan ve âkıbeti tûfanda boğulmak olan Nuh kavmine, Nuh (a s )'ın tebliği yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Nuh kavmi de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Nuh onlara: "(Allah 'tan) ittikâ etmez misiniz? demişti: 'Ben size gönderilmiş emîn bir rasûlüm Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin Ben buna karşı sizden bir ücret istemiyorum Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir" (eş-şuârâ, 26/105-109)
"Her yol üzerine bir işaret koyan" ve "ebedî yasayacaklarmış gibi köşkler inşa eden"Âd kavmiyle Hûd (a s ) arasındaki mücadele ayetlerde şöyle açıklanır:
"Âd (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Hûd onlara '(Allah'tan) ittika etmez misiniz? demişti Ben size gönderilmîş emîn bir resulüm Artık Allah 'tan korkun ve bana itâat edin Sizden buna karşı hiçbir ücret istemiyorum Benim ücretim âlemlerin Rabbına âittir" (eş-şuarâ, 26/123-127)
Dağlardan ustalıkla evler yontan, bahçelerde, çeşme baslarında emin (güvenli) bir durumda azgın hayat süren ve öyle bırakılacağını sanan Semud kavmine de Sâlih (a s ) aynı mesajla gönderiliyor:
"Semud (kavmi) de gönderilen resulleri yalanladı Kardeşleri Salih, onlara demişti ki: İttika etmez misiniz? Ben size gönderilmiş emîn bir Resulüm Allah'tan korkun ve bana itaat edin Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum Benim ücretim yalnız âlemlerin Rabbına âittir" (es-Şuarâ, 26/141-145)
"Kadınları bırakıp, erkeklere giden" ve böylece Âd ve Semud gibi helâk edilen Lût Kavmi'ne de emîn bir elçi olan Lût (a s ) gönderilmişti (eş-Şuarâ, 26/160-162)
Yine Şuayb (a s ) da emîn bir elçi olarak, "yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, ölçü ve tartıda hilekârlık yapan" ve sonunda kendilerini "karanlık günün azâbı"nın yakaladığı Eyke ahâlisine aynı mesajla gönderilmişti Ve aynı mesajı: "Ben size gönderilen 'emin' bir resulüm?" (eş-Şuarâ, 26/178), sözleri eşliğinde kendi vasfını tanıtarak tebliğ etmişti
Yine Yûsuf (a s) bir dizi bâdireleri atlattıktan sonra ''Hükümdar, Onu (Yûsuf (a s )ı) bana getirin, onu kendime özel (bir dost) edineyim dedi Kendisiyle konuşunca da şöyle söyledi: "Sen, artık bugün yanımızda mevkî sahibi, emîn (bir kimse)sin " (Yûsuf, 12/54) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin emin'lik vasfını toplum da kabul etmek zorunda kalıyordu
Musa (a s ) da emin bir resul olarak Fir'avun'a ve ileri gelenlerine gönderilmiştir
"Andolsun ki onlardan evvel Biz Firavn'un kavmini de imtihan ettik Ve onlara kerîm bir Resulu gelmişti (Onlara demişti ki); ''Allah'ın kullarını bana teslim ediniz Şüphesiz ki ben sizin için (gönderilmiş) "emîn" bir Rasulüm " (ed-Duhan, 44/17-18) Son Nebî ve Rasûl olan Hz Muhammed (s a s ) de daha risâlet görevine başlamadan önce "Muhammed'ül-Emîn" olarak tanınmıştı O da risâlet görevini kendinden öncekilerden geniş ve özde aynı emîn bir Resul olarak Mekke şirk toplumunda yerine getirdi
Kısacası "emîn" vasfı, tüm Resullerin ortak vasıflarından biridir Bu vasıfları ile Allah'ın dinini tebliğ ediyorlar ki insanlar kendilerine inansın
Tarihin hangi döneminde olursa olsun, bir kimse topluma bir dava ile geldiğinde, toplumun ona inanması için o kimsenin "emîn" vasfına sahip olması lâzımdır Günümüz İslâm dâvetçileri de başarılı olabilmeleri için bu özelliğe sahip olmalı ve peygamberlerin bu en temel vasıflarına sahip olmaya çalışmalıdırlar
Bir kimsenin "emîn" sayılabilmesi için o kimsenin davasında samimi olduğunda güvenilir olması, davayı yüklenmeye güç yetirebilmede güvenilir olması ve her türlü zorluğa o uğurda katlanacağı hususunda güvenilir olması gerekir Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "bir işi yapabilme gücüne sahip" manasında da kullanılmaktadır "emîn" kelimesi
"(Süleyman (a s )) dedi ki: Ey ileri gelenler onlar (Belkıs ve kavmi) bana müslümanlar olarak gelmeden önce, onun tahtını hanginiz bana getir(ebil)irsiniz?' Cinlerden bir ifrit, 'Sen yerinden kalkmadan önce ben onu sana getiririm ve elbette ben bunun için güçlü ve 'emîn'im' dedi (en-Neml, 21/38-39)
Emin olma; sırf doğru olma, güvenilir olma, bir işi yapabilme gibi manalarında kullanılmıyor Kur'an-ı Kerîm'de emîn kavramının bir de azâbdan, korkudan kendi kendinden "emîn olma, gibi anlamları da vardır
"Allah (bu şirkiniz için) üzerimize bir delil ve burhan (bir kitap ve hüccet) indirmediği şeyi (putları) siz O'na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz (ilahlarınızdan) nasıl korkarım? şimdi gerçekten biliyorsanız (söyleyin bakalım, bu muvahhid ve müşrik) iki kesimden hangisi (korkudan) emîn olmaya daha lâyıktır?" (el-En'âm, 6/81)
"Korkudan, (azaptan), "emîn" olma (hakkı), iman eden ve imanlarını bir zulme bulaştırmayanlara aittir Ve doğru yolu da bulmuş olanlar onlardır" (el-En'âm, 6/82)
"Emîn" ile aynı kökten olân "emîn" ve "emene", selâmet içinde bulunma, rahatlık içinde ve mutmain olma halleri hakkında kullanılıyor Bu durumlarda gerçekten "emîn" olanlar emâneti yüklenip iman edenler, sâlih amel işleyenlerdir Allah bunu vadediyor (en-Nur, 24/55, Enfal, 8/11)
"Emîn" vasfı insanlar, şahıslar ve canlılar için geçerli olduğu gibi aynı zamanda yer, mekân, makam, belde için de geçerlidir Allah'ın emîn kıldığı beldeler vardır Eğer bir şehrin halkı emân ise o şehir de emîndir Ama sürekli emîn olmayan mekânlar da vardır
"Hani biz O evi (Kâbe'yi) insanlar için sevab (kazanma) yeri ve "emîn " (bir mekân) kılmıştık Siz de İbrahim'in makamından bir namazgâh edinin İbrahim ve İsmâil'e de, 'evimi tavâf edenler îtikafa girenler (ibâdet için orada kalanlar) rükû' ve sücud edenler için titizlikle temizleyin' diye emir vermiştik" (el-Bakara, 2/125-126)
Ama ne yazık ki bugün müstekbirler, Allah'ın düşmanları, Allah'ın emîn kıldığı beldeleri emîn olmaktan çıkarmak istiyorlar Bu emîn beldeler üzerinde kanlı planlar hazırlıyorlar O beldelerin gerçek fonksiyonlarını kaldırmak istiyorlar Halbuki Allahu Teâlâ o beldeler üzerine yemin ediyor:
''Andolsun incire ve zeytine, (Kelimullah Hz Musa'nın müracaat yeri olan) Sina dağına ve (Hz Rasûl'ün doğum yeri olan) şu emîn (Mekke) şehr(in'e ki; şüphesiz biz, insanı ahsen-i takvim'de (en güzel biçimde) yarattık " (et- rn, 95/ 1-4) 
Hiç kimsenin elinin uzanamayacağı, emniyetini bozamayacağı dâr'us-selâm ise Müttakîlere va'dediliyor Ancak orada emîn bir şekilde yaşarlar
"Müttakîler ise muhakkak ki, bir "emîn" makamdadırlar Cennetler de ve pınarlardadırlar Karşı karşıya oldukları halde atlastan, parlak ipekten (elbiseler giyineceklerdir İşte böyle, onları huruniyn (gözleri iri, rübaları tertemiz, beyaz tenli cennet kadınlar) ile eş yaptık Onlar orada "emîn " bir durumda her meyveden isterler" (ed-Duhân, 44/51-55)
Muammer ERTAN
|