Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (F)
Fer'i Mesele ,
Fer' sözlükte; ayrıntı, bir asıldan ayrılan kolların herbiri ve şu'be, esas olmayıp ikinci derecede önemli olan şey anlamlarına gelir Asl'ın karşıtıdır Çoğulu fürû'dur Fer'i ise asla ait olmayıp fer'a ait olana denir Mesele de sorulup cevabı istenilen şey, soru; bir ilim ve fenle ilgili olup çözümü istenen konu ve bugünkü dilde sorun anlamlarına gelir
İslâm dininin iman ve amelin birleşmesinden meydana gelen bir bütün olduğu gözönünde tutulursa; imana ilişkin konular aslı mesele; ibadet, muamelat (medenî ilişkiler), ve ukûbat (cezalar) ile ilişkin konular da fer'i mes'ele kapsamına girer Ehl-i Sünnet âlimlerine göre itikadı meseleler dinin aslını ve temelini oluştururlar; ki, bu esaslar ilk insan ve ilk peygamber Hz Adem (a s)'dan Allah tarafından tebliğ ettikleri ilâlû dinlerin temelini oluşturmaktadır Hz Peygamber (s a s): "Esasen peygamberler baba bir kardeştirler, anaları ayrıdır, dinleri birdir" (Tecrid-i sarih Tercümesi IX, 180) buyururken bütün peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarının aynı, şerîat hükümlerinin ise ayrı olduğunu vurgulamak istemiştir
Amel, iman-küfür açısından, imandan bir cüz olmamakla birlikte, amel imanın kemale ermesi için gerekli görülmüş; bu nedenle de imandan bahseden ayetlerin hemen ardından sâlih amel adı verilen İslâm'ın ibadet, muâmelat ve ukûbat ile ilgili hükümlerine uyulması emredilmiştir İman, amelle desteklenip beslendiği sürece güçlenir; amel ve ibadet olmayınca veya eksik bulununca imanı korumak zorlaşır
İtikadı ve amelî konuların bütününü teşkil eden hükümler topluluğuna "din", diğer bir deyişle "şerîat" denir Ancak şerîat kelimesi, uygulamada, ibadet, medenî hukuk, ceza hukuku ile ilgili fer'i meseleler hasredilmiştir
İslam'da şer'î hükümlerin dört ana kaynağı vardır: Kitap (Kur'an); Sünnet (Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleri); icma (bir konuda bir asırda yasayan İslâm âlimlerinin ittifakı); Kıyas (hakkında kesin nass bulunan bir meselenin hükmünü, illeti ile o meseleye benzeyen ve hakkında hüküm bulunmayan meseleye vermek)
Hakkında ilk üç kaynakta hüküm bulunan meseleler İslâm hukukunda "aslı mesele" olarak kabul edilirken; Kitap, Sünnet ve icma'da hükmü bulunmayan bir meselede kıyas ve ictihat yoluyla verilen hükümler de "fer'i mesele" kapsamına girer
Kıyas, hakkında nass olan bir meselenin hükmünü, hakkında nass olmayan bir meseleye tatbiki demektir İcdihad da, hakkında kesin nass bulunmayan bir meselenin fıkıh sahasında otoriter sayılan kişilerce (müctehid) İslâm'ın ruhuna aykırı olmayacak ölçüde verilen hükümlerdir Nitekim Hz Peygamber (s a s) Yemen'e vali olarak gönderdiği Muaz b Cebel'e "İslâm adına ne ile hüküm vereceksiniz?" diye sorunca Hz Muaz sırasıyla "Allah'ın Kitabı ile onda bulamazsam Peygamber'in sünneti ile hükmederim Onda da bulamazsam kendi görüşümle ictihad ederim" buyurmuştur (Ebû Davud, Akdiye, II; Tirmizi Ahkâm, 3; A b Hanbel, Müsned, I, 37, V, 230, 236)
Genel olarak İslâmî ıstılahta akaid ilmine "usûlü'd-dın"; fıkıh ilmine de "fürû'u'd-dın" adı verilir
Ahmet ÖZGEN
FERMAN
Padişah'ın bir iş veya gereklilik ile ilgili arzusunu gösteren yazılı emri Kelime Farsça'dan gelmiş olup, "emir, buyruk" manalarına gelmektedir
Ferman ilk olarak İslâmiyeti kabul eden İlhanlılarda daha sonra ise Osmanlılarda kullanılmıştır Padişah yazdırdığı yazıya kendi tuğrasını basarak bir resmi emir çıkarmış olur Padişah'ın bu emrine "Ferman-ı Hümayun veya Ferman-ı şerif"de denmektedir
Fermanın kendine has şartları ve özellikleri vardır Öncelikle gönderilen mesajın Ferman olduğu belirtilir Ferman'ın gönderildiği kişiye dua ve niyaz edilir Ferman'ın gönderiliş sebebi, Ferman çıkaranın arzusuna açıklandıktan sonra fermanın çıkarıldığı gerekli emir verilir Söylenmesi ve yapılması istenen şey açıklanır, Ferman'da istenilen şeyin yerine getirilmesi ve muvaffakiyeti için dua edilir ayrıca fermanın tarihi ve gönderildiği yer belirtilir (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 607)
Osmanlılarda hükümdarın tuğralı fermanı, içindeki bilgi ve malumatın çeşidine göre; hüküm, biti, misâl, tevki, nişan, berat, menşur ve yarlığ denilirdi Bunların hepsi padişahın yazılı emrine delil teşkil eden kelimelerdi
Fermanlar çok çeşitli sebeplere göre çıkarılırdı Meselâ Fatih Sultan Mehmed dönemi hakkında 1951-52'de tedâvüle çıkarılan akçeler ile ilgili bir ferman'a göre, "darphane amih", yeni akçeleri Anadolu vilayetleri sarraflar ve yasakçılar aracılığı ile gönderir Akçe naklinin güvenliğini sağlamak amacıyla Sancakbeylerine, Kadılara, Tımar Sahiplerine Kethüdâların güzergâh üzerinde emniyet tedbirlerini alması istenerek geceleri konaklamalarda keşif yapması emredilmiştir Sultan, herhangi bir şekilde emrinin ifasında ihmâl gösterenlere ağır cezalar verir
Fermanlar, Osmanlılardan önce Anadolu Selçuklu Devletinde de vardı Anadolu Selçuklu devleti İlhanlılara bağlı olduğundan Han, Selçuk Hükümdarına kılıç, hil'at, murassa külâh ve bir de ferman göndermiş ve Nâib Şemsüddin İsfahani'yi kendi tarafından Memalik-i Rum'a hâkim yapıp eline bir de Yarlığ vermişti
Anadolu Selçuklularında büyük divanda bulunan arazi defterlerinde has ve iktaa yani dirlik olan tımara ait tevcihâtı yapan ve buna dair menşur ve beratları hazırlayan mühim bir dairenin reisine Pervaneci denmiş ve bu berat ve menşurlara da Pervane denilmiştir (İ Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, s 95)
Pervane birçok lügat ve eserlerde Ferman ve hükm-i padişahı demek olup, bir nevi yazının adına da pervane denildiği ve Moğollarda devletin dört mühüründen birinin adı olduğu ve altından yapılmış olan bu küçük hükümdar mührüyle hazineye ait vesikaların damgalandığı Hacib veya Perdedara Pervane denildiği kaydedilmektedir (Tarih-i Osmanî Encümeni Mecmuası, sene 8, s 46)
Pervane büyük Selçuklularda da vardır Siyasetname'de Pervanenin alelıtlak ferman manasına geldiği anlaşılmaktadır Pervanecinin divan, hazine, ikta ve atiyyelere ait verilen fermanları tetkik ve icabını yapan bir memur olduğu görülmektedir Bazı Osmanlı beratlarıyla bâzı eserlerde de pervanenin ferman ve berat anlamında kullanıldığı görülmektedir
Ferman'ın Osmanlı Padişahlarına ait bir "teşri" (kanun koyma) sıfatı olduğunu dile getiren bazı yazarlar vardır Bu konu, aslı olmayan bir husustur Kaldı ki, bu hususu ileri süren yazarların eserlerinde de ferman gibi padisah buyruklarına kanunname ile ilgili malumatlar verilirken temas edilmiştir
Şu hususu açıklamakta fayda vardır ki, Osmanlı devlet sistemi, kuruluş biçimi itibariyle tam bir İslâmî yapı göstermiyorsa da, İslâmî hukuk ve siyâsetin ana meselelerini yüklenen bir devlet sistemi idi
Devletin çeşitli icraatları bunu göstermektedir İkinci olarak, Osmanlı'da kanunnameler veya bunların bağlı olduğu örfi hukuk, İslâm'a ters olmayan hükümlerden oluşan ve daha çok toplumsal meselelerle ilgili hükümlerden oluşmaktaydı Kanunnameler, örfi hukukun en etkili ve yaygın örnekleriydi Ülke içindeki sonradan ortaya çıkan idari, siyası ve malı konular, İslâm şerîatı ile çerçevelenmiş örfi hukukun bir dalı olan kanunnameler ile çözülmeye çalışılıyordu
Ferman ise, daha anı ve küçük meseleler için verilen padişah buyruklarıydı Ferman ve kanunnamelerin genelinde İslâmî bir öz ve prensip hakim ise de, padişahın herhangi bir meseledeki kanaat ve görüşüne göre bazen İslâmî esasların ihlâl edildiği de olabiliyordu Eğer ulema ve bilhassa şeyhülislâm ile veziriazam ve diğer ileri gelenler bu tür yanlışlığa karşı çıkmaz ise, bazen keyfi kararlar uygulanabiliyordu Padişahın keyfî karar vermesine çoğunlukla engel olan böyle bir karar mekanizmasının Osmanlı devlet yapısında olduğunu görüyoruz Fakat zaman zaman da olsa yönetimde olanlardan bir bölümünün keyfi tutumları ile İslâmî esasların ihlâl edilmiş olduğu bilinmektedir Bu durumlar İslamî hayat ve anlayışın ortadan kalkması ile başlayan dönemle birlikte ortaya çıkıyordu Yani, İslâm insanının giderek idarî seviyede kaybolması ile gayrı İslâmî tavır ve icraatlar kendisini göstermeye başlamıştır
Osmanlı devletinde fermanlar, divanı hat denilen girift bir yazı ile yazılırdı Bu yazı şekli, son zamanlara kadar devam etmiştir
Sami ŞENER
FERSAH
Bir mesafe ölçüsü, Farsça "fersenk" kelimesinden Arapça'ya "fersah" şeklinde geçmiştir Kâmûs-u Osmânî'de bu kelime: "Üç mil uzunluğundaki mesafeye denir" diye tarif edilmiştir
Hem maddî hem de manevî şeyler için kullanılır Maddî olmayan şeyler için kullanıldığında genellikle mükerrer olarak gelir Meselâ: "Falanca kimse ustasını fersah fersah geçmiştir" denir (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimler sözlüğü, Fersah maddesi)
Kuzey İran lehçelerindeki bir şekilden Arapça'ya geçmiş bir tabir olup, fars, frasang, pehl ve farsang şeklinde, İran'da kullanılan bir yol ölçüsü olup, aşağı yukarı at ile bir saatte gidilen mesafeye denktir
Altı bin zirâ' veya zirâ'ı resmî (1,0387 m ) den ibaret olan bir fersah, 6232, 2 m ye tekâbül eder Arap fersahı 3 mil veya 12000 zürrâ-5762,7 m idi " (CL HUART, Fersah, İA c IV, İstanbul 1948 s 574)
Fersah; çok eski bir mesafe ölçüsü olması hasebiyle ve henüz metrenin bilinmediği bir dönemde kullanıldığı için, bugün metre cinsinden karşılığını tam olarak tesbit etmek zordur Ancak yaklaşık bazı rakamlar vermek mümkündür
Yukarda bir fersahın 6232,2 m ye, bir Arap fersahının da 3 mil yani 5762 m olduğu belirtiliyor Ayrıca deniz fersahının 5555 m , kara fersahının da 4444 m olduğu söyleniyor Aradaki farkın, hesaplamada esas kabul edilen ölçüden kaynaklanması muhtemeldir Örneğin deniz mili 1853 m , kara mili ise 1609 m dir Buna göre bir deniz fersahı (1855 x 3) 5559 m , bir kara fersahı da (1609x3) 4827 m dir
Sonuç, yuvarlak bir rakamla ifade edilmek istenirse, bir fersahı beş km kabul etmek en pratik yoldur
Ashab (r a )'dan bize ulaşan haberlerle, müslümanların fersahı günlük hayatlarında ve serî konularda kullandıklarını görüyoruz Meselâ Yahya b Yezîd el-Hünâî, Enes b Mâlik'e namazı kısaltma meselesini sorduğunda, O'nun şu cevabı verdiğini bildiriyor:
"Resulullah (s a s ), üç mil yahut üç fersah (üç mil yahut üç fersah di ye tereddüd eden, seneddeki Şu'be'dir) mesafeye gitmek üzere yola çıktığı zaman, namazı iki rekat kılardı" (Müslim, Müsâfîrîn, 12; Dâvûd, Sefer, 2)
Bir diğer rivayette şöyle denilmektedir:
"İbn Ömer ve İbn Abbas (r a ), dört "berîd"lik bir mesafede namazı kısaltırlar ve iftar ederlerdi Bu mesafe onaltı fersahtır" (Buhâri, Taksir, 4)
Abdullah İbn Abbas'ın, Mekke ile Tâif, Mekke ile Usfân veya Mekke ile Cidde arasındaki gibi bir mesafede namazı kısaltarak kıldığı haberi Mâlik'e ulaştığı zaman şöyle demiştir:
"Bu mesafe dört "berîd" dir (16 fersah) ve bana göre namazın kısaltıldığı en güzel mesafedir" (İmam Mâlik, Muvatta', Kasrü's-Sala, 3)
Halid ERBOĞA
FESAD, FESAT
Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır
Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:
1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için
2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur
3) İbareler: Fesad, ibadetler hakkında da kullanılır Bazı ibadetler (hac, umre), fâsid olduğu halde devam edilip tamamlanabilir Bazıları ise (namaz vb ), fasid olunca artık devam edilmez ve tamamlanamaz Yeni baştan yapılması gerekir
4) Akitler: Akitler hukukî (şer'î) şartlarını tamamlamadıkları zaman fasid olurlar
5) Şehadet: Kendisiyle hüküm verilmesini gerektirecek vasıfta ve özellikle olmayan şehadet "fasid şehadet" olarak adlandırılır
6) Dava: Bir dava mahkemede dinlenebilmesi için gerekli şartları taşımıyorsa, "fasid dava" olarak vasıflanır
7) Söz: Bir söz eğer muntazam ve düzenli değilse, buna "fasid söz" denir
8) Fiil (iş): Bir iş, bir davranış, nazar-ı itibara alınmıyor ve önemsenmiyorsa, buna "fasid fiil" denir
Fesad ve bu kökten türemiş olan isim ve fiiller, Kur'an'da elli yerde geçmektedir Tefsirciler bunları genelde yedi anlamda toplamaktadırlar
I) Ma'siyet: "Onlara yeryüzünde fesad çıkarmayın denilince: "biz ıslah edicileriz ' derler  " (el-Bakara, 2/1 1)
2) Helâk: "Eğer, gökte ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, her ikisi de fâsid, yani helak olurdu  " (el-Enbiya, 21/22)
"Eğer gerçek onların arzuları doğrultusunda olsaydı, gökler, yer ve bu ikisinde bulunanlar helak olurdu Halbuki biz onlara, kendi zikirlerini getirdik onlar ise kendi zikirlerinden (onlara açıkladığımız hakikatten) yüz çeviriyorlar" (el-Mü'minûn, 23/71)
3) Kuraklık (yağmur kıtlığı): "İnsanların, kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, onlara yaptıklarının sadece bir kısmını tattıralım diye, karada ve denizde, "fesad" ortaya çıktı Belki, yaptıklarının doğru olmadığını anlar vazgeçerler" (er-Rum, 30/41); (Bugün, havanın, suların, kısaca tabiatın toplumun, Sosyal ekonomik yapının insanlar tarafından bozulması, kirletilmesi bu ayetin muhtevası içinde değerlendirilebilir)
4) Öldürme (katl): "Firavn milletinin ileri gelenleri; Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını terkederek yeryüzünde fesad çıkarsınlar diye mi, yani Mısır ehlini öldürsünler diye mi terk ediyorsun" dediler  (el-A'raf, 7/127; Ayrıca bkz Kehf, 18/94; Mü'min 40/26)
5) Harab olma, harap etme: "Başa geçince, yeryüzünde fesad çıkarmak için yani, ona harab etmek için çabaladı  " (el-Bakara, 2/205; bkz en-Neml, 27/34)
6) Küfr: "Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesad 'a, yani, küfr'e engel olmalı değil mi idiler  " (Hûd, 1 1/1 16)
7) Sihir: "Sihirbazlar sihirlerini göstermeye başlayınca, Musa onlara: sizin bu yaptığınız sihirdir, Allah onu boşa çıkaracaktır Çünkü Allah, müfsidlerin yani sihir yapanların amelini ıslah etmez, dedi" (Yunus, 1 0/8 1) 
Yine bu anlamlara ek olarak, Fîrûzâbâdî, "Biz ahiret yurdunu, yeryüzünde üstünlük ve fesad istemeyenlere mahsus kıldık  " (el-Kasas, 28/83) ayetindeki fesadın, "malı haksız yere almak" olarak tefsir edildiğini de söylemektedir Hemen belirtelim ki, fesad için verilen bu anlamlar, sınırlandırıcı ve bağlayıcı olmayıp, o zamana kadar bu kelimenin nasıl tefsir edildiğini göstermek maksadıyla zikredilmişlerdir Zamana ve şartlara göre, ayetlerde geçen "fesad" sözcüğünün daha başka şekillerde yorumlanması da mümkündür
Fesad ve bu kökten türeyen isim ve fiiller, aynı şekilde, hadislerde de çeşitli anlamlarda kullanılmıştır Anlamları çok yakın olmakla birlikte, bunları genel olarak şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
a) ''Bozulmak, istikametten ayrılmak" (Bkz Tirmizî, Fiten, 13/27; Ebû Dâvûd, Cihad, 24), b) "Fitne ve huzursuzluk çıkarmak (ifsad)" (Buhâri, Fiten, 21; Ebu Dâvûd,
Adâb, 37; Buhâri, Hudûd, 31; Tirmizî, Nikâh, 3), c) "İki kişinin arasını açmak, birbirine düşürmek (ifsad)" (Dârimî, Rikak, 7; Ahmed b Hanbel, VI, 459 Tirmizî, Kıyame, 56); d) ''İbadetin bozulması, geçersiz olması" (Buhâri, Ezân, 58; Vudû, 69; Salat, 15; Muvatta, Hacc, 152), e) "Akdin kusurlu (fasid) olması" (Buhari, Hiyel, 4), f) "Bozulmak" (Buhâri, İman, 39)
Bazı ayetlerde geçen, "yeryüzünde fesad çıkarmak" ifadesinin ne anlama geldiği hususunda şunlar kaydedilir:
a) İbn Abbas, Hasan ve Katade'ye göre; yeryüzünde fesad çıkarmak "Allah'a isyanı ortaya çıkarmak" anlamına gelir Fahreddin er-Râzı'nin naklettiğine göre Kaffâl, bu hususu şöyle açıklamıştır: Allah'a isyan izhar etmek, yeryüzünde fesad çıkarmak demektir Çünkü, şerîatler, insanlar arasına konulmuş yollar ve güzergâhlardır (sünen); insanlar, bunlara tutunursa düşmanlıklar kalkar, fitneler söner ve kan dökülmesi durur, neticede, yeryüzü ve bütün insanlar sulh ve sükuna kavuşur Eğer, bu sünnetler terkedilirse ve herkes heva ve keyfi arzularına göre davranırsa, anarşi ve çalkantılar kaçınılmaz olur
b) Bu ifade, bazı ayetlerde (el-Bakara, 2/205 de olduğu gibi), küfür ve nifak anlamına gelir
c) Fitneyi körüklemek, savaş çıkarmak anlamına gelir Bunun sonucunda da, insanların düzenleri, ekinleri, dinî ve dünyevî menfaatleri bozulur
Görüldüğü gibi fesad, özellikle Kur'an'da, "anarşi, bozgunculuk, istikrarsızlık" gibi anlamlarda kullanılmaktadır O halde Kur'an, toplum ve insanlık için gerek dinî gerekse sosyal manada, istikrar ve istikameti istemektedir İslâm, toplumun istikrarını korumak uğruna, tam istikamet üzere olmayan (fâsık) idareciye başkaldırmama anlayışını buradan almaktadır
Fesad'ın sosyal ve siyasi (sosyopolitik) muhtevasının yanında bir de, hukukî muhtevası vardır Bu muhteva kelimenin Kur'an, hatta sünnetteki kullanımında mevcut olmayıp daha sonra hukukçular tarafından ona yüklenmiştir
Hukuk doktrinlerinin doğup terminolojinin teşekkül etmeye başlamasından sonra, Hanefi hukukçular fesad sözcüğüne yepyeni bir hukukî anlam yüklemişler ve fesâd'ı akdin -fer'i yönlerinde (tamamlayıcı unsurlarında) bulunan ve akdi sıhhat mertebesi ile butlan mertebesi arasında bir mertebeye getiren bir kusur (halel) ile- kusurlu olması durumunu ifade için kullanmışlardır Bu kusur, aslı noktalarda (kurucu unsurlarda) bir aykırılık olmadığı için, bu akit "batıl (gayri mün'akid)" sayılamayacağı gibi, bünyesinde, akit sistemine fer'i noktalarda bir aykırılık mevcut olduğu için "sahih" de sayılamaz Öyleyse, fasid akit, hukukî varlığı olmayan bâtıl akit ile hukukî varlık kazanmış ve muteber olmuş sahih akit arasında yer almaktadır Zaten bu anlam, kelimenin sözlük anlamında da mevcuttur Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, fesad'ın sözlük anlamı, yok olma, ortadan kalkma değil, mevcut olan bir şeydeki, değişme ve bozulmadır Bu itibarla hukuken yok sayılan batıl akit ile, hukukî varlık kazandığı halde "bozuk (kusurlu)" olan fâsid akdin ayrı ayrı hükümlere tabi tutulması, güzel bir hukuk anlayışıdır
Fesad teorisi Hanefi menşe'lidir Diğer çoğunluk hukukçular, hukuken muteber olup olmamasına nisbetle akdi, biri "sahih (mün'akid)" diğeri, "fâsid veya bâtıl (gayri mün'akid)" olmak üzere iki derecede ele almışlar ve akdin gayri mün'akid olmasını, akit sistemindeki hukukî emir ve yasaklara uyulmaksızın yapılması olarak anlamışlardır Hanefi doktrin ise, hukukî düzenlemeye aykırılık şekillerini aynı derecede tutmamış, bunun yerine aykırılığın aslı ve fer'i noktalarda olabileceğini ve bu farklı iki durumun aynı sonuca bağlanmasının doğru olamayacağını ileri sürmüştür Çünkü, uygulanacak müeyyidenin, hukukî düzenlemeye (kanun koyucunun hukuk anlayışına) aykırılığın derecesiyle mütenasip olması gerekir Buna göre, akit sistemine yalnızca fer'i noktalardan aykırı olan, fakat esaslı noktalarda, sisteme uygun olup rükun ve şartlarını bulunduran akdin butlan ve sıhhat arasında bir mertebede yer alması gerekir Çağdaş İslâm hukukçularından Mustafa Ahmed ez-Zerkâ, Hanefilerin fesad teorisini "faydalı bir durak" olarak tavsif etmektedir
Müctehid imamların, fesad mertebesi konusundaki ihtilafları, temelde, Kanun koyucunun -akitler gibi- itibarı varlığı bulunan tasarruflar hakkındaki yasağının (nehy) ne ifade ettiği (muktezası) konusundaki ihtilaflarına dayanır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, kanun koyucunun yasağının yorumlanmasındaki görüş ayrılığından kaynaklanın
Bazı ekoller, özellikle Hanbeli ekolü, nehyin yönelik olduğu noktalar arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, nehyin muktezasının butlan olduğunu ileri sürmüşlerdir Çünkü, bunlara göre yasak, yasaklanan işin meşruluğuna mutlak olarak aykırıdır Bu noktadan hareketle, bu görüş sahipleri, "Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kişiler gibi kalkarlar Bunun sebebi, onların; "alım-satım da faiz gibidir" demeleridir Halbuki Allah, alım-satımı helâl faizi de haram kılmıştır  " (el-Bakara, 2/275) ayetinden sonraki "Ey iman edenler, Allah'tan korkun, eğer mümin iseniz, artık faizi bırakın " (el-Bakara, 2/278) ayetinde geçen yasaklama sebebiyle, faizli akitlerin batıl olduğuna hüküm vermişlerdir Aynı şekilde, yine hadisteki yasak yüzünden, yasak bir şarta mukterin olan akdin bâtıl olduğuna hükmetmişlerdir (Bazı durumlarda, akdi değil de öne sürülen şartı batıl saymışlardır)
Hanefi ekolünde ise, bir işin yasaklanmış olmasının, o işin aslının meşru olmadığına delalet etmeyeceği, aksine, yasağa rağmen işin aslının (öz) meşru kalabileceği kabul edilmiştir
Sebeplerinin değişmesine göre, hukukî yasaklamanın sonuçlarına gelince:
Kanun koyucunun yasağı, genel olarak şu şekillerde karşımıza çıkar:
a) Yasağın, yasaklanan şeyin (Menhiyyun anh), bizzat (liaynihi) mi, yoksa dolaylı olarak (liğayrihi) mi, çirkin (kabıh) gösteren karineler olmaksızın varid olması: Bu şekildeki yasak, ilgili olduğu konuya bağımlı olarak iki çeşide ayrılır: Birinci çeşit yasak, zina, katı, şarap içme vb gibi maddî (hissî) fiiller hakkındaki yasak, ikinci çeşit yasak ise, oruç, namaz, alım-satım ve kiralama gibi şer'î tasarruflar hakkındaki yasaktır Maddi fiiller, yapılması ve gerçekleşmesi hukuk sistemine bağlı olmayan, yani bir hukuk sistemi olmaksızın da bihnen ve vukua gelen işler olarak tarif edilir Şer'i tasarruflar ise, meydana gelmesi ve bir hukukî değere sahip olarak yapılması, ancak hukuk sistemi dairesinde olabilen işlemlerdir Meselâ; oruç ve namazın, bir ibadet ve Allah'a yakınlaşma vesilesi olması ancak, İslâm hukuk sistemi (şer') ile olmaktadır Aynı şekilde alım-satımın bir takım özel şartlarla mülkiyeti nakleden bir akit oluşu, yine hukuk sistemi sayesinde anlaşılabilmektedir 
Hissi fiil ser-i tasarruf ayrımı, bünyesinde bir zorlama taşıyorsa da, özellikle Hanefi ekolündeki fesad-butlan teorisinde önemli bir yer tutar Usulcüler, hissi filler hakkındaki yasağın, -eğer bu yasağın, lâzım veya hâricî bir vasıf yüzünden olduğuna delil yoksa yasaklanan şeyin özü itibariyle çirkinliğine ve fesadına delalet edeceğinde hem fikirdirler Meselâ zina, hissi fiillerdendir, dolayısıyla zinanın yasaklanmış olması onun özü itibariyle çirkin olduğunu gösterir Usulcüler arasındaki görüş ayrılığı daha ziyade şer'î tasarruflar hakkında, mutlak olarak yani, öze mi yoksa bir vasıfa mı yönelik olduğuna dair bir karine olmaksızın, varid olan yasak hususundadır Diğer bir ifadeyle ihtilaf, hakkında bu türlü bir yasak varid olan şer'î tasarrufun hükmünün ne olacağı konusundadır Bu konudaki görüşler kısaca şöyledir:
1) Şer'i tasarrufların mutlak olarak yasaklanması, bu tasarrufların butlanına delalet eder ve yasaklanan şeyin çirkinliği sabit olur Bu tasarruf artık aslı itibariyle meşru olarak kalmaya devam edemez Şâfiî usulcülerin çoğu bu görüştedir
2) Böyle bir yasak tasarrufun butlanına delalet etmez Hanefiler ile bazı Şafiî usulcüler bu görüştedir
3) Bu nehiy, ibadetlerde fesada delalet eder fakat muamelatta fesada delalet etmez Şevkanı, bu görüşü Ebu'l-Huseyn Basrı, Gazzalî ve Razi'ye nisbet eder
b) Yasağın, yasaklanan şeyin bizzat kendisine veya bir parçasına (cüz'üne) yönelik olması: Meselâ; taş atmanın alım-satım sayıldığı (bey'u'l-hasât) sırf şeklî akdin yasaklanmasında yasak bizzat bu fiile yöneliktir (Müslim, Buyû, 1513; Şevkânî, Neylu'l-Evtâr, V, 147-148) Diğer taraftan, erkek hayvanın sulbündeki veya dişi hayvanın karnındakinin satılmasına (mezamin ve melakih) yasaklanmasında ise, yasak akdin bir rüknü ve bir parçası olan "mebı"e yöneliktir
Çoğunluk usulcülere göre bu şekildeki nehiy, butlan muradifi olan fesad'ı gerektirir
c) Yasağın, yasaklanan şeyin aslına (özüne) değil de, ayrılmaz bir vasfına yönelik olması: Meselâ, faizin yasaklanması böyledir Çünkü, yasak, fazlalık sebebiyledir; bu fazlalık ise ne satım akdinin kendisi, ne de onun bir cüz'üdür Aksine, akdin ayrılmaz (lazım) bir vasfıdır Akdin muktezasına aykırı bir şartı ihtiva eden satım akdinin, bayram günü oruç tutmanın yasaklanması bu kabildendir Çoğunluk usulcülere göre bu yasaklama, bir şeyin bizzat (özü itibarıyla) yasaklanmasından farksızdır Yani, fesadı gerektirir ve yasaklanan şey, matlub olan hiç bir sonucu meydana getiremez Hanefilere göre ise, bu nehiy, sadece vasfın fesadını gerektirir ve işin aslı meşru olarak kalır Hatta, bu vasıf giderilince söz konusu tasarruf meşrulaşır Hanefiler bu şekildeki tasarrufu fasid olarak isimlendirir ve ona bir takım sonuçlar tertip ederler
d) Yasağın, yasaklanan şeyin haricî ve ayrılabilir bir vasfına yönelik olması: Gasbedilmiş yerde namaz kılmanın yasaklanması böyledir Buradaki yasak, başkasının mülkünü haksız olarak işgal etme sebebiyledir ki, bu sebep, namazın ayrılmaz vasfı değildir, yani namaz başka yerde de kılınabilir Cuma ezanı okunurken alış-veriş yapmanın yasaklanması da böyledir Yani yasak, alış-verişin özüne değil, onun dışında başka bir hususa yöneliktir ki, bu husus; alış veriş yaparken cuma namazının kaçırılmasıdır Cumhur usulcülere göre, bu tür yasaklama, yasaklanan şeyin butlanını da fesadını da gerektirmez Bu yasaklamaya rağmen, iş meşru olarak kalmaya devam eder ve amaçlanan sonuçlarını meydana getirir Ne var ki fâili günah kazanmış olur
Kanun koyucunun bâtıl olduğunu belirtmeksizin bir tasarrufu yasaklaması durumunda, nehyin sonucu, nehyin sebebine göre başka bir ifadeyle hukuk düzenine aykırılık çeşidine göre değişiklik gösterir Şöyle ki;
1) Kanun koyucu, bir fiili bazan, özü (asıl) itibarıyla meşru olmadığı için yasaklar Çünkü bu fiil özü itibariyle çirkindir Meselâ, zinadan neseb ve mehir sabit olmaz, mûrisini öldüren (kâtil) öldürdüğü kişiye vâris olamaz, yine gasbeden gasbettiği şeye mâlik olamaz Bu tür şeylerin yasaklanması literatürde "hissî (maddî) fillerin yasaklanması" olarak ifade edilir Melâkih (erkek hayvanın sulbünde bulunan) ve mezâmınin (dişi hayvanın karnında bulunan) satılması hakkında sünnette varid olan yasak da bu kabildendir Ser', bunları akde uygun "konu" saymamıştır Aynı şekilde, mülâmese ve münabeze'nin yasaklanması da böyledir Çünkü, bu tür alım-satım, sahih rızaya delalet etmemektedir Görüldüğü gibi, bu akitler, kurucu unsurlarından birini kaybetmişlerdir Bu sebeple "bâtıl"dırlar
2) Kanun koyucu, bazan, aslı meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasak Kanun koyucunun, yasaklanan işte çirkin gördüğü ve işi kendisinden arındırmak istediği bir vasfa yönelir Şöyle ki, aslın meşru olduğu açık olduğuna göre, sadece vasıf, yasağın hedefi olarak kalmaktadır Faizli işlemin yasaklanması gibi Böyle bir işlem ya satım ve ödünç akdidir ve her ikisi de asıl itibarıyla meşrudur Fakat bu akitlerde, kanun koyucunun çirkin gördüğü bir vasıf vardır ki, o vasıf akdin, "karşılıksız bir fazlalığa" olmasıdır Satım ve kira akdinde bazı özel şartların öne sürülmesinin yasaklanması da böyledir Her iki akit de asıl itibarıyla meşrudur fakat bu akitlerde öne sürülen vasıf mesabesinde olan şart gayrı meşrudur
Yasaklanan akit eğer bu türden ise yani aslen meşru ise, yasak, Hanefilere göre, bu akdin bâtıl olması sonucunu doğurmaz Aksine bu akit fasid olarak (yani, fer'i yönlerinde, onu iptal edilebilir hale getiren bir kusurla kusurlu olarak) in'ikad etmiş sayılır Eğer bu fasid akdin iptaline bir engel çıkarsa (mesela fasid akit sonucunda kabzedilen şey meşru başka bir akitle elden çıkarılmışsa veya onda geri iade edilmesine imkân vermeyecek birtakım değişiklikler husule gelmişse), bu takdirde fasid akdin hükmü sabit olur ve artık feshedilemez İşte özellikle Hanefi fakihlerin fasid akdi tarif ederken "fasid akit, aslı itibarıyla meşru, vasfı itibarıyla gayrı meşru akittir" sözlerinin anlamı budur Bilindiği gibi batıl akit, hem aslı hem de vasfı itibarıyla meşru değildir ve ona sahih akdin sonuçlarından hiçbirisi terettüp etmez
3) Bazan da kanun koyucu, aslen ve vasfen meşru olan bir işi yasaklar ve bu yasağın illeti, tamamen haricî bir durum olur Mesela; cuma ezanı vaktinde yapılan alım-satım hakkındaki yasak böyledir Bu tür yasaklar, butlan veya fesadı gerektirmez Çünkü, alım-satım, medenî bir akit olması bakımından temel (tabii) unsurlarını ve kuruluş şartlarını tamamlamıştır Yasak ise, haricî bir sebep yüzündendir Bu haricî sebep de; akit yapmak uğruna, vacib olan ibadeti yerine getirememe ihtimalidir Böyle yasağın muktezası ise yalnızca "dinî bakımdan haramlık"'tır Nitekim bir kişinin, yine alım-satım yüzünden başka bir namazı kaçırması durumunda da aynı dini haramlık söz konusudur Namazın kaçırılması "din bakımından (diyaneten)" haramdır Ancak, bu haramlık, bu esnada yapılan akdin sıhhatine etki etmez Aynı şekilde, başkasının dünür olduğu kıza, -henüz düşünme safhasında iken- talip olmanın, bitmemiş pazarlığa yeni bir teklifle girmenin yasaklanması da bu kabildendir Bu ve benzeri yasaklama şekilleri bu şekilde alım-satım ve nikâhta "kazâı-medenî" yönden butlan ve fesad gerektirmez, ancak akdin kuruluş unsurları haricinde ahlâkı bir mana sebebiyle sadece "dinî bir kerahet" gerektirir Eğer, nehyin illetine veya mahiyetine bakılmaksızın, her durumdaki neh'yin sonuçları eşitlenecek olursa, "eksik akdî mahiyet" ile "tam ve sağlam akdî mahiyet" de eşit tutulmuş olur ki bu, hukuk mantığı bakımından tutarlı bir yol değildir
Butlân-fesad ayırımı bütün tasarruf çeşitlerine şâmil değildir Mesela, namaz, oruç, hac vb ibadetlerde batıl ile fasid arasında fark yoktur İbadetler, ya sahihtir (ve mükellefin zimmetini borçtan kurtarmıştır) ya da sahih değildir ve borç düşmemiştir İşte bu durumda bu ibadete fâsid ya da batıl denir ki her ikisi aynı anlamdadır Bu konuda İslâm hukukçuları görüş birliği etmişlerdir
Medenî hukuk alanında ise, fesad-butlan ayırımı, sadece karşılıklı borçlar doğuran ya da mülkiyeti nakleden "mâlı akitler"de câridir Bu kural (söz) alım-satım, kira, rehin, havale, kısmet, şirket, büzaraa ve benzeri akitleri içine alır Çünkü bu akitler karşılıklı borç doğururlar Aynı şekil de karz ve hibe akdi de bu çerçevededir Çünkü, bu ikisi mülkiyeti nakleder Bu akitlerin hepsinde fesad, butlandan ayrılır ve bu akitler fesada rağmen hukukî varlık kazanmış (mün'akid) sayılır
Aynı şekilde, butlan-fesad ayırımı şu tasarruflarda da cârı değildir: a) Mutlak fiilî tasarruflar b) Akit kabilinden olmayıp, talak, vakıf, ibra, kefalet, ikrar gibi tek taraflı irade kabilinden olan tasarruflar, (dava bundan istisna edilmiş ve onda bu ayırımın cari olacağı öne sürülmüştür) c) Evlenme, vekalet, vesayet, tahkim gibi mâlı olmayan akitler, (Vekalet, vesayet ve tahkim "tevfiz akitleri"dir Bu yüzden bunlarda butlan-fesad ayırımı cân değildir Ancak, nikâh akdinde bu ayırım doktrinde tartışmalıdır Bk Fasid nikâh) d) Vedia ve iâre gibi karşılıklı borç yükleyen fakat mülkiyeti nakletmeyen mali akitler
Bu tasarruflarda, iki mertebe söz konusudur; sıhhat ve butlan Bu ikisi arasında üçüncü bir mertebe yani fesad mertebesi yoktur Aksine bunların butlan ve fesadı, hukuk düzeni tarafından muteber olmadığını göstermesi bakımından aynı anlamdadır
Fesad sebebleri
Fesad sebebleri, genel fesad sebebleri ve özel fesad sebebleri olarak ikiye ayrılır Özel fesad sebeblerini bilmek için, her akdin özel sıhhat şartlarını bilmek gerekir Her akdin özel sıhhat şartları farklı olduğu için, bir akit için fesad sebebi olan bir sebep, başka bir akdi fasid kılmayabilir Mesela "şüyû" satım akdini fasid kılmaz ama, rehn akdini fasid kılar Aynı şekilde müfsid şart, muavazalı akitleri fasid kılar fakat hibeyi fasid kılmaz
Genel fesad sebebleri
1) Cehalet: Hanefi doktrininde akdi fasid kılan cehaletle kasdedilen "fahiş cehalet"tir Fahiş cehalet de, "çözümü güç anlaşmazlık (müşkil nizâ)"a yol açan cehalet anlamındadır Mesela, bir kimse, tayin edilmeksizin sürü içerisinden bir koyun satsa, satıcı, tayin edilmemiş olma gerekçesiyle, kötü bir koyunu vermek isteyebileceği gibi, aynı gerekçeden hareketle müşteri iyi bir koyun isteyebilir Her iki tarafın tutunduğu gerekçe birbirine eşit olduğu için bu türden anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması güçtür Bu türden çözümü güç anlaşmazlığa yol açmayan cehalet ise akde zarar vermez
Akdi fasid kılan cehâlet genelde şu dört hususta olur; "akit konusu olan şeydeki (ma'kudun aleyh) cehâlet", "mali muavazalı akitlerde ıvazın, mesela, satım akdinde semen'in mechul olması", "surenin bağlayıcı önemi bulunan kira vb akitlerde surenin meçhul olması" ve "akitte şart koşulan vesikalandırma yollarının meçhul olması mesela, satıcı müşteriden müeccel semen için bir kefil istese, bu kefilin belirlenmesi gerekir aksi takdirde akit fasid olur "
2) Ğarar (aldatma, kandırma): Ğararla kastedilen, akdin mevhum ve güvenilmeyen bir duruma dayanması durumudur Hanefi doktrini, makudun aleyh'in aslında olan ğarar ile evsâf ve mekadır'deki ğararı birbirinden ayırmıştır Makudun aleyhin aslında (özünde) olan ğarar akdin butlanını gerektirir Meselâ, anasının karnındaki yavru hayvanı satmak böyledir
Vasıf ve miktarlardaki ğarar ise akdin butlanının değil, fesadını gerektirir Ğarar ile kasdedilen de daha ziyade bu ğarardır Mesela, bir kimse, şu kadar litre süt veriyor olması şartıyla bir inek satarsa, bu satım fâsiddir Çünkü, ineğin o kadar süt vermemesi mümkündür Ancak, ineği, "bol sütlü" diyerek satarsa, bu bir vasıftır ve bunda ğarar yoktur Eğer örfe göre, inek, sütlü denecek kadar süt vermiyorsa, müşteri, "şart koşulan vasfın olmaması" muhayyerliği ile ak di feshetme hakkına sahiptir
3) İkrah: İkrahın, akdi fâsid mi yoksa mevkuf mu kıldığı hususu Hanefi doktrininde tartışmalıdır Ebu Hanife, ikrahın akdi fasid kılacağını ve bu akde, diğer fâsid akitlere terettüp eden hükümlerin terettüp edeceği görüşündedir Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Züfer ise, ikrah bulunan akdin fâsid değil, "sahih mevkuf" olduğunu ileri sürmüştür
Fesad sebebleri arasında bunlar dışında, bir de "müfsid şart" vardır
Bunlar dışındaki fesad sebebleri özeldir ve etkisi bazı akitlere münhasırdır Mesela, "süre tayini" satım ak dini, fasid kılar, "sürenin tayin edilmemesi" de kira akdini fasid kılar
Fesâdın sonucu: Fasid akdin, hanefi doktrinde mün'akid (hukukî varlık kazanmış) akit olduğunu, fakat bununla birlikte feshedilmesi gerekli olduğunu belirtmiştik İşte, fesadın sonucu, taraflardan her birinin, tek taraflı iradesiyle akdi feshedebilmeleridir Bazı durumlarda, fâsid akdi hakim de feshedebilir
Fasid akde terettüp eden hüküm, sırf in'ikad etmesiyle değil, ancak teslim anındadır Teslim tamamlanıp, mebiin mülkiyeti müşteriye geçince, müşteri, konuştukları semeni değil, mebiin kabz günündeki kıymetini ödemek durumundadır (mecelle md 371)
Fasid akdin feshedilebilmesi için de iki şart vardır
a) Makudun aleyh'in, akdin tarafları dışındaki kişilerin makûdun aleyhte kazandıkları hakları iptal etmemesi Mesela, fâsid bir alım-satım akdiyle satın aldığı malı, başka birine sahih bir akitle satarsa, artık fasid akdin feshi mümkün olmaz Bu iki durumda fâsid akdin feshedilemez oluşu, her halde, "teamülün istikrarı" ve "kazanılmış haklarının korunması" fikrinden kaynaklanır
Tarafların fesada razı olduklarını söylemeleri (icâzet) sonucu değiştirmez, akit fasid olarak kalmaya devam eder ve yine feshedilmesi gerekir Çünkü, fesad, akit sistemine aykırılıktan kaynaklanmıştır
İslâm hukukunda özellikle Hanefi hukukçuların ortaya atıp geliştirdikleri "fesad teorisi" gerçekten çok ileri bir hukuk mantığının ve hukuk tekniğinin bir ürünüdür Fesad teorisi, çok ağır boyutta olmayan kusur ve aykırılıkları içeren akdin bir anda hukukî hayattan kaldırılmasını engelleyen ve o akde belli oranda ve belli şartlar dahilinde sonuç doğurabilme ve telafi edilebilme imkânı veren orijinal bir "medenî müeyyide"dir Hükümsüzlük sisteminde sıhhat ile butlan arasındaki bu "ara müeyyide", sosyal şart ve ihtiyaçlara daha kolay uyum sağlama ve hukukî münasebetlerin devamlılık ve istikrarını sağlama açısından önemlidir
H Yunus APAYDIN
FESH, FESİH
Bozmak, ayırmak, hükümsüz kılmak; daha önce yapılmış olan akdi bozup hiç yapılmamış gibi eski haline çevirmek
Akitlerin durumuna göre çeşitli fesih şekilleri vardır Bazan akit kendiliğinden münfesih olur Buna infisah denir Akdin konusunun, akdi ifa imkânsız olacak şekilde helâk olması gibi Bazan iki tarafın iradesiyle veya taraflardan yalnız birisinin isteği üzerine de akit feshedilebilir Bazan da fesih, devlet tarafından gerçekleştirilir Bu duruma göre, akitleri fesih şekline bakarak üç grupta toplamak mümkündür
I) Tek taraflı irade beyanıyla fesih: Akitlerin bir kısmı, bazı hallerde hepsi, taraflardan birisinin tek yanlı iradesiyle feshedilebilir Kendisinde muhayyerlik bulunmayan akde "lâzım", muhayyerlik bulunan akde ise "gayri lâzım" denir Gayri lâzım akit, tek yanlı irade ile feshedilebilen özelliğe sahiptir Bu çeşit akitler taraflardan sadece birinin akdi reddetmesiyle ortadan kalkar Lâzım akitler ise iki taraflı irade ile veya devletin müdahalesiyle sona erebilir Meselâ, satım akdinde muhayyerlik şartı koyan tarafın "akdi feshettim" demesi ile akit ortadan kalkar
2) Yeni bir akitle fesih: Bir kısım akitler iki tarafın anlaşmasıyla sona erer Bu, aslında önceki akdi, yeni bir akitle feshetmektir İkâle buna örnek verilebilir İkâle, karşılıklı rıza ile bir akdi bozmak ve akitten caymak demektir İkâle, tarafların razı olmadığı veya sonradan caymayı gerektiren bazı sebeplerin ortaya çıktığı durumlarda söz konusu olduğu için sıkıntıyı giderme amacına yöneliktir Hadiste; "Kim, bir müslümanın akdi bozma teklifini kabul ederse, Allah da kıyamet gününde onun sıkıntısını giderir" (Ebû Dâvûd, Büyû, 52; İbn Mâce, Ticârât, 26; Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 252) buyurulmuştur İkâlenin fesih mi, yoksa yeni bir akit mi olduğu İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır Ebû Hanife'ye göre, taraflar için fesih, üçüncü şahıs hakkında ise yeni bir akittir İmam Muhammed ve İmam Züfer'e göre mutlak olarak fesihtir Ebû Yusuf ise, ikâleyi yeni bir satım akdi sayar (el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 306; İbn Hazm, el-Muhallâ, IX, 603; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 335; Mecelle, madde, 163)
3) Devlet eliyle fesih: Bazı durumlarda akit Devlet eliyle feshedilir Meselâ; eşlerin nikâhın gayesini gerçekleştiremeyecek derecede ayıplı çıkması, kadının cinsiyet uzvunun doğuştan arızalı olması, erkeğin iktidarsız bulunması gibi hallerde karşı eş mahkemeye başvurarak nikâhı feshettirebilir (Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, madde 119 vd ) 
Nikâhta fesih; evlenme akdi sırasında mevcut olan veya sonradan meydana gelen bir eksiklik veya bozukluk sebebiyle evlilik akdini bozmaktır Evlilikte fesih sayılan ayrılıklar şunlardır: 1) Karı kocadan birinin dinden çıkması sebebiyle evliliğin sona ermesi, 2) Evliliğin akitteki bir bozukluk yüzünden sona ermesi 3) Kocanın, karıya denk olmaması sebebiyle ayrılık 
Boşama (talak) ve fesih, ortak bir vasıf olarak her ikisi de evliliği sona erdirir Ancak aralarında şu farklar vardır: 1) Talâk, bâin ve ric'î olmak üzere ikiye ayrılır Bâin talak evliliğe derhal son verir Ric'î talâkta ise, eşlerin iddet içinde yeniden birbirine dönme imkânı vardır Fesih ise; evliliğe dâima derhal son verir Artık yeni bir akit olmadan erkeğin eski karısını evliliğe döndürmesi mümkün değildir Tabiidir ki, bu yeni akde engel bir hâlin de bulunmaması gereklidir 2) Talâk halinde, erkeğin, o kadın üzerindeki boşama hakkından birisi veya daha fazlası eksilmiş olur Fesih ise, boşama (talâk) sayılmadığı için, nikâh feshedilince, boşama sayısında bir eksilme olmaz Meselâ, büluğ muhayyerliği hakkını kullanarak evliliği feshettiren kızla erkek, sonradan yeniden evlenseler, erkek üç talâk hakkına sahip olur 3) Talâk, genel olarak hâkimin hükmüne bağlı olmadığı halde, fesih bu bakımdan iki durumda bulunur
a) Hâkimin hükmüne muhtaç olmaksızın kendiliğinden hukukî sonuçlarını doğuran fesihler Fesih, açık bir sebebe dayanır, takdir ve araştırmaya ihtiyaç duyulmazsa, hâkimin hükmü olmadan sonuçlarını doğurur İki mahrem hısımın bilmeden evlenmesi gibi Durum anlaşılınca bunların derhal birbirlerini terk etmeleri gerekir
b) Takdir ve araştırmaya muhtaç bir sebebe dayanan durumlarda fesih hâkimin hükmü ile sonuçlarını doğurur Bûluğ muhayyerliği sebebiyle nikâhı fesih gibi Burada daha önce velilerin nikâh akdini şefkat ve titizlik göstermeden kıydığı ithamı vardır Bu durum hâkimin araştırma ve takdirine muhtaçtır Hâkimin hükmüne bağlı olan fesihler, hüküm tarihine kadar muteber bir evliliğin bütün sonuçlarını doğururlar Hâkimin hükmüne bağlı bulunmayan fesihler ise, evliliğin devamına imkân bırakmayan bozukluğun ortaya çıkışından itibaren hüküm ifade eder ve evlilik ortadan kalkmış sayılır (es-Serahsı, el-Mebsut, VI, I-54; el-Kâsânı, Bedâyiu's-Sanâyi', III, 88-229; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, III, 20-173; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, II, 414 vd ; Ö N Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, II, 174-394; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, s 340-344)
Hamdi DÖNDÜREN
FETÂNET
Peygamberlerin zarûrî sıfatlarından biri "Fetâne" kelimesinin masdarı olup, kelime manası, akıllılık, zekilik, uyanıklık demektir Ahmaklık, akılsızlık veya az anlayışlılığın tam zıddıdır
Bilindiği gibi Yüce Allah Hz Âdem'den, Hz Muhammed (s a s )'e kadar, muhtelif zamanlarda, bir çok peygamber göndermiştir Bu peygamberler kendi topluluklarını Allah'ın yoluna ve tevhîd inancına davet etmişlerdir Onlara hakikatı ve hidayet yolunu anlatmışlardır (İbrahim, 14/4) "Beyan" ve tebliğ" gibi önemli bir risalet görevini yerine getirme durumunda olan bu peygamberler de, haliyle, mutlaka çok zeki, akıllı, muhakeme kabiliyeti en üstün, düşünme yeteneği en yüksek kişilerden seçilmektedir Çünkü yüce Allah lütuf ve ihsanının bir nişânesi ve kullarına olan sonsuz rahmet ve merhametinin bir eseri olarak, doğru yolu bırakıp sapıtan, dünyevî bir takım tağutların peşinde koşarak onlara sarılan, maddî, aynı zamanda faydası veya zararı bile olmayan elleri ile yaptıkları putları tanrı tanıyan topluluklara peygamberler göndermiştir Haliyle o kadar azgın ve sapık düşünceler içinde kalmış bir toplumla mücadele, siyası, kültürel üstünlüğü, hatta bundan da Medehayı gerektirir Zira o topluluğun belki asırlar boyu sürdürüp geldikleri atadan görme davranışları ve geleneksel inançlarını onların kafasından silip, yerine doğruyu, hakikati ve hepsinden ileri tevhîd inancını yerleştirmek siyaset bilgisini, sosyolojik ve kültürel dehayı, kısacası bilgi ve üstün bir zekayı gerekli kılar Bundan dolayı peygamberlerde bütün bu vasıflar bulunmuştur veya yüce Allah böyle kimseleri kulları arasından peygamber olarak seçmiş ve onları vahiyle desteklemiştir İçinde bulunduğu toplumun düşünce ve akıl seviyelerine göre onları ikna etmek, yanlış inançlarını düzeltmek, münazaraya girenleri tutarlı ve mantıklı cevaplarla susturmak, Peygamberler gibi fetânet sahibi, akıllı, zeki kimselerin yapabileceği bir iştir
Peygamberlerin akıllarında en küçük bir kusura sebeb olacak bir rahatsızlıkları olmuş olsaydı, bu kadar ağır ve zor bir görevi başarabilmeleri mümkün olmazdı Onun içindir ki hiç bir peygamberde ahmaklık, akıl noksanlığı bulunması veya herhangi bir hastalığın akıllarına zarar vermesi mümkün olmamıştır (Taftazanî, Şerhu'l-Makasıd, II, 1 98, Beyâzı, İşâretü'l-Merâm, s 329)
Gerçi bazı kavimler kendilerine gönderilen peygamberlerini, kendi düşünce sistemlerine tamamen zıt, hayat tarzlarını kökünden sarsan ilahı davetleri karşısında akılsızlık veya çılgınlıkla itham etmişlerdir Fakat bu ithamlar sadece bir iddiadan ibaret kalacağı açıktır Kendilerinin daracık akıl dünyaları, ilk defa duydukları gerçekleri kabul edemediği ve kendi inançlarından başka hakikatin olamayacağını düşündükleri için bu ithamlarla hamakatlarını gizlemeye çalışmışlardır Fakat peygamberler onların da kabul edeceği tarzda deliller ve açıklamalar getirerek, kendilerinin böyle bir ithamın muhatabı olmadıklarını anlatmışlardır (el-A 'râf, 7/66-67), Âd kavmi, Hûd (a s )'ı böyle bir ithamlâ suçlamışlarsa da Hz Hûd peygamber, onlara cevap vermiş ve kendisinin böyle birisi olmadığını onlara açıklamıştır (Sebe, 34/46)
Bazı topluluklar da kendi peygamberlerini delilik veya sihirbazlıkla suçlamışlardır Fakat peygamber hakkındaki bu düşüncelerinin de onların azgınlığı huy ve sanat edinmelerinden ileri geldiğini, yine Allah Teâlâ âyet-i kerimesinde beyan etmektedir (ez-Zâriyât, 31/52) Yani onların bu iddiaları sadece inatlarının ve kötü huylarının bir eseridir Ayet gerçekte onların da, kendilerine gönderilen peygamberlerin akıllı ve zeki kimseler olduğunu bilmekte olduklarını haber vermektedir
Nitekim Hz Peygamber de, Mekkeli müşriklerin aynı iftiralarına maruz kalmıştır Onlar Hz Peygamber'e de deli demişlerdi Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz Peygamber'e hitaben "Sen, Rabbinin nimetiyle (şımarıp dengeyi kaybeden) çılgın değilsin" (el-Kalem, 68/2) şeklinde indirdiği ayetiyle, onların bu iddialarını adeta ilâhı bir belge ile reddetmiştir
Ayrıca hiç bir peygamberden aklilik veya zekiliğin, kısacası fetânetin zıddına bir davranışın zuhûr etmemesi, vakıa olarak peygamberlerdeki bu sıfatın mevcudiyetini ispat eder Üstelik her peygamberin, kendilerine inanmayanların bir çoklarınca da akıllı kimse olarak kabul ve tasdik edilmeleri bu hakikatin açık delillerindendir Mesela Hz Muhammed (s a s )'in daha peygamberlikten önce, Ka'be'nin inşası sırasında, Hacer-i Esved'i yerine koyma şerefine nâil olmak arzusundan doğan Kureyş kâbileleri arasındaki ihtilafda hakem tayin edilmesi neticesinde gösterdiği üstün maharetin, çıkmak üzere olan bir savaşı önlediği pek meşhurdur Hakem olan Hz Peygammer, Hacer-i Esved'i kendi abasına koymuş ve dört kabile reisinin, dört ucundan tutmalarını söylemiştir Bu şekilde kaldırılan taş, konulacağı yere kadar yükseltilince, kendi elleriyle Hz Peygamber taşı yerine koymuş ve bu usûle oradakilerin hepsi çok sevinmişlerdir (İbn Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire 1955, I, 196 vd )
Talat SAKALLI
|