Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (F)
Fetih Suresi
Kur'an-ı Kerîm'in kırksekizinci suresi Medine'de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret'in altıncı yılında nâzil olmuştur Yirmidokuz ayet, beşyüzaltmış kelime, ikibindört yüzotuzüç harftir fâsılası Elif harfidir Adı surede geçen Feth kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Ayet I) Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir Surenin konusu, kendisinden önce yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin müjdelenmesidir
Sure, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir Hudeybiye andlaşmasından önce Resulullah (s a s ) rûyasında sahabeleriyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü Bir peygamber için rûya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rûyaları bir çeşit vahiydir Bunun üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliama tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı
Hacc mevsiminde Mekke'nin kapılarını amansız düşmanlarına bile açan Mekkeliler sadece müslümanların gelmesini kabul etmiyorlardı
Peygamber (s a s )'le birlikte 1400 sahabi yola koyuldu O dönemde umreye gidenlerde âdet olduğu üzere her şahıs beraberinde silah olarak sadece kılıcını götürürdü Kurban edilmek üzere beraberlerinde yetmiş deve de götürmüşlerdi Mıkat'a geldiklerinde ihramlarını giyerek yollarına devam ettiler Harem sınırına yakın Hudeybiye denilen yere geldiklerinde ise Mekkelilerin silahlanarak pusuya yattıkları haberi duyuldu Müslümanlar orada konakladılar Karşılıklı elçiler gönderildi Nihayet andlaşma yapmak üzere görüşmeler yapıldı ve andlaşma imzalandı Andlaşma maddeleri görünürde müslümanların aleyhineydi Bu sebeple şartlar görüşülürken müslümanlar aşırı derecede huzursuz idiler Hoşnutsuzluklarını Resulullah'ın huzurunda bile söylüyorlardı
İşte böyle bir andlaşmadan dönerken -ki umre yapma imkânını da bulamamışlardı- Mekke fethini içeren Fetih suresi indi Sure, müslümanların gönlüne su serpmişti
Sûre şu fetih müjdesiyle başlar:
"Biz sana apaçık bir fetih verdik Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin Ve Allah sana şanlı bir zafer versin O, imanlarına iman katsınlar diye mü'minlerin kalblerine huzûr indirdi Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır " (1-4) 
Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke'nin fethedileceği müjdesi de verilmiş oluyordu
Sure, müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine'ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir Söz nihayet andlaşmaya katılan müminlere getirilir Allah'ın o kimselerden razı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır:
"Allah şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey'at ediyorlardı Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi Yine onlara (yakında) alacakları birçok ganimetler bahşeyledi Allah üstündür, hikmet sahibidir" (18-19)
Bu arada Hz Peygamber (s a s )'in Hudeybiye andlaşmasından önce gördüğü rûya ele alınarak Peygamberin bu rûyasının gerçek çıkacağı bildirilir (27-28)
Kuran'da geleceğe dair bu tür pek çok haber vardır ve bunların hepsi anlatıldığı gibi gerçekleşmiştir
Surenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir:
"Muhammed Allah'ın elçisidir Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler Onların, rukû ve secde ederek Allah'ın lutuf ve rızasını aradıklarını görürsün Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır Onların Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler Onlara karşı kâfirleri de öfkelendirir (bir duruma geldi) Allah, onlardan inanıp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vadetmiştir" (29)
Bu benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi
M Sait ŞİMŞEK
FETRETU'L-VAHİY
Vahyin kesildiği dönem, iki peygamber arasındaki zaman dilimi Fetret zamanı vahy ve semâvî hükümlerin kesintiye uğrayıp sükun bulduğu zamandır Bununla Peygamber Efendimiz ile Hz İsa arasındaki zamanın kasdedildiği görüşü daha çok yaygındır O hâlde fetret zamanı insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişememiş kimselerdir
Hz Musa ile Hz İsa'nın peygamberlik dönemi arasında kalan İsrailoğulları ve Hz İsmail ile Peygamberimiz (s a s ) arasında yaşayan Araplar fetret döneminde yaşamış kimseler kabul edilirler Çünkü Hz İsmail'den sonra Peygamberimize kadar Hicaz bölgesinde yaşayan Araplara başka bir peygamber gönderilmemiştir İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zamanında da yine Araplar fetret dönemi insanı olarak kabul edilir Zira İsrailoğullarının peygamberleri onları Allah'a davet etmemiş veya başka bir tabirler onlara gönderilmemişti
Fetret dönemini, peygamberler arasındaki bir boşluk olarak kabul etmeyip o şekilde değerlendirmeyenler de vardır: İmam Kurtubî, İbn Sa'd dan şu rivâyeti nakleder: "Hz Musa ile Hz İsa arasında bin yediyüz yıl geçmiş olmasına rağmen fetret dönemi olarak kabul edilmemiştir Çünkü bu zaman içerisinde İsrailoğullarından yüz peygamber gönderilmiştir Hz İsa ile Peygamberimiz (s a s ) arasında beşyüzaltmışdokuz yıl ve bu arada üç peygamber gönderilmiştir Kelbî'ye göre de bu arada gelen peygamber sayısı dört olup onlardan biri de Arap olup, Abbasoğulları kabilesinden Hâlid b Sinan'dır (el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'an, 6/121-122)
Buhâri'nin rivâyetine göre de Peygamber Efendimizle Hz İsa arasındaki zaman yaklaşık altıyüz yıldır Bu süre içinde gelip geçen fetret dönemi insanları üçe ayrılır:
1- Akıl ve basiretleriyle Allah'ın varlığını idrak edip O'nun birliğini kabul edenler Bu gruba Kus b Saîde el-Eyalî vb kimseler örnek gösterilir
2- Allah'a iman etmeyip putlara tapmak suretiyle O'na ortak koşanlar ve şerıâtleri değiştirip bir din icat edenler Bu gruba da Hicaz'a putperestliği getiren Amr b Luhay vb misal verilebilir
3- Allah'a ne ortak koşup ne de O'nun birliğine iman edenler Yani iman ve küfürden tamamıyla gâfil olarak yaşayanlar
Bu üç gruptan birincisinin mümin ve cennetlik, ikincisinin kâfir ve cehennem ehli oldukları ihtilafsız kâbul edilmiştir Üçüncü grubun cennetlik yâ da cehennemlik olmaları hususunda ilim adamları ayrı ayrı görüşler belirtmişlerdir
Mu'tezileye ve Ehl-i Sünnet imamlarından Ebu Mansur Mâtûridî ve Irak'ın büyük âlimlerinden bir çoğuna göre, kendilerine bir peygamber'in daveti ulaşmayan kimseler de Allâh'a iman ile mükelleftir Allah'ı bilip O'na iman etmek onlar için farzdır Hatta böyleleri iman ve şirkten tamamıyla gâfil olsalar bile yine ahirette azaba uğrayacaklardır
Ebu Mansur Mâtûridî'ye göre akaid (inanç esasları) bütün peygamberler arasında müşterek olduğundan, o konuda fetret yoktur Fetret yalnız ameli hükümlerdedir Bunun içindir ki, fetret zamanında yaşayıp da aklı ile Allah'ın varlığını ve birliğini düşünüp O'na iman etmemiş olanlar mümin değillerdir
İmam Gazalı: "Peygamberimizin gönderilmesinden sonraki insanlar üç sınıfa ayrılırlar" der, şöyle ki:
1- Peygamberimizin gönderildiğini, insanları Allah'ın din ve şerîâtına davet ettiğini bilmeyenler Bunların cennetlik olduklarında şüphe yoktur
2- Peygamberimizin davetini, getirdiği kitabı, açık mucizelerini, yüce yaşayış ve ahlâkını duydukları ve bildikleri halde O'na iman etmeyenler Bunların da cehennem ehlinden oldukları şüphesizdir
3- Peygamberimizin davetini ve O'na ait bazı haberleri duymuş, fakat bu haberleri tahkik ve derinlemesine araştırma imkânı bulamamış olanlar Bunlarında affedilip kurtuluşa ereceklerini ümit ediyoruz Çünkü onlar kendilerini imana teşvik eden ve ısındıran bir sözü işitmemişlerdir
"Duha" suresinin nüzûl sebebi olarak gösterilen, Hz Peygamber (s a s )'e hıra mağarasında ilk gelen vahiy olan, sonra vahyin gecikmesi olayına da fetretü'l-vahiy, yahut fetret zamanı denir (Taberî, Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, XXX, 148; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 5885)
Resulullah (s a s )'ın Kur'an-ı Kerîmi kendiliğinden söylemediğini isbat eden ve O'nu daha sonraki yıllarda yapacağı çetin mücadelelere rûhen hazırlayan fetret-i vahiy, Müddesir suresinin ilk beş ayetinin nüzulü ile sona ermiştir Fetret-i vahyin sona ermesini bizzat Resulullah (s a s ) şöyle anlatmıştır: "Ben bir gün yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses işittim Başımı kaldırdım Bir de baktım ki Hıra'da bana gelen melek (Cebrail) semâ ile arz arasında bir kürsü üzerinde oturmuş Çok korktum Evime dönüp beni örtün, beni örtün dedim Bunun üzerine Allah Teâlâ Hazretleri, "Ey örtüsüne bürünmüş, kalk (ve insanlara gelebilecek azapla) korkut Rabbinin ismini yücelt, elbiseni tertemiz et Kötülüğün her çeşidinden çekin (el-Müddesir, 74/1-5) ayeti kerimelerini indirdi Artık o günden sonrâ vahyin ardı arkası kesilmedi" (Buhâri, Bedü'l-vahiy, 3)
Fetret-i vahyin süresi gerek hadislerde, gerekse İslâm tarihi kaynaklarında kesin olarak zikredilmemektedir Kaynaklarda verilen bilgilerde bu müddet farklı olup, rivâyetlerde bildirilen en uzun süre üç yıldır Son devir müelliflerinden Muhammed Ebû Zehra, bu konudaki rivâyetleri değerlendirdikten sonra fetret-i vahyin müddetini üç yıl olarak bildiren rivâyetleri: "Allah'ın seçtiği kulu bu kadar uzun süre sıkıntıda bırakmayacağını" ileri sürerek reddeder ve bu müddetin ancak beş ay civarında olabileceği kanaatini belirtir (Muhammed Ebu Zehra, Hâtemü'n-nebiyyin, I, 311-313)
İsmail Lütfi ÇAKAN
Dursun Ali TÜRKMEN
FETVA
Sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap Fetva veren kimseye müftî denir İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır Kendisi bizzat ictihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (ö Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246) Fetva, ictihada göre daha özel bir anlam taşır Çünkü ictihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır Gerçek fetva, ictihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir
Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır
Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir Kur'an-ı Kerîm de, "Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz" (en-Nahl, 16/43) buyurulur Ayet!erde fetva kökünden "yesteftûneke = sana soruyorlar" ve "yüftîkum = o size açıklıyor" gibi ifadeler kullanılmıştır 
Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir
- takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür Ahmed b Hanbel (ö 241/855) bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:
a) iyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir,
b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak,
c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak,
d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek,
e) Fert ve toplum olarak insanları tanımak
Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi, Terc Abdülkadir Şener, Ankara 1973, s 391 vd )
Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır Sahâbe problemlerini bizzat Allah elçisine sorar, O da bu problemleri âyet veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz Peygamberde toplanmıştı O'nun vâli olarak Yemen'e gönderdiği Muâz b Cebel (ö 18/639) ve Mekke'ye gönderdiği Attâb b Esîd (ö 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler (Ahmed b Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, VII, s 273; es-Serahsı, el-Mebsût, XIV, s 36)
Hz Ebû Bekir, Hz Ömer, Hz Osman, Hz Ali ve Ömer b Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı itliler Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır
Mezheplerin oluştuğu II ve III
Hicrî yüzyılda, üzerlerinde genellikle devlet memurluğu gõrevi bulunmayan müctehidlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir Sahabe devrinde doğrudan âyet ve hadislere başvurulurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır Ancak hukukî bir problemin hükmünü fıkıh kitaplarından çıkarmakta kimi zaman güçlük vardır Bu nedenle daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir Bunlar Kadîlerin elinde komprime hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukuk doktrininin ne kadar işlendiği ve komprime bilgilerin çokluğu ortaya çıkar (Kâtip Çelebi, Keşfüz-zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, II, s 61 -64)
Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir İctihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (ö Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250)
Müftî, ictihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir: Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfi arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır (Ebû Zehrâ, a g e , s 392-393)
İctihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır" (Buhâri, el-İ'tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b Hanbel, III, 187)
Fetva kitaplarından bazıları:
a) Hindiyye: "el-Fetâvâ'l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye" ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr (ö 1 1 18/1706)'in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te'lif edilmiştir Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905)
b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b Mansûr (ö 592/1196) tarafından te'lif edilmiştir Hanefi mezhebi'ne göre verilen fetvalardan ibarettir Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır Hindiyye'nin kenarında basılmıştır
c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b Muhammed el-Kerderî (ö 827/1424) tarafından te'lif edilmiş olup, el-Câmiu'l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye'nin kenarında basılmıştır
d) Hulâsatü'l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (ö 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir "Cevapların özeti" anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır
e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut tarafından te'lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır
Hamdi DÖNDÜREN
FEVRÎ
Düşünmeden ve anı olarak yapılan hareket Fıkıh ıstılahına göre "fevrî", emredilen bir işi ilk imkân anında eda etmektir Mukabili "terahî"dir ki, emredilen bir işin ilk imkân anında yerine getirilmesi icap etmeyip daha sonra yapılmasının da mümkün olmasıdır
İslâm'da yapılması emredilen ibadetlerin gerçekleşmesi için ortaya konan şartların en aranılanı bu ibadeti yerine getirecek "zaman"ın var olmasıdır
İbadetlerin, kendilerine tahsis edilen zaman diliminde yapılmasına "eda"; zamanından sonra yapılmasına ise "kaza" denir Edâ edilmesi farz olan ibadetlerin her ne sebeple olursa olsun kazaya bırakılması halinde kaza edilmesi de farzdır Ancak bir kısım ibadetler için tayin edilen zaman, namaz vakitlerinde olduğu gibi belli bir zaman dilimine sıkıştırıldığı gibi bir kısım ibadetler de vardır ki, bunlar için tayin edilen zaman, ömrün sona ereceği ana kadar uzatılmıştır Bu noktada fevrîlik veya terahîlik söz konusu olur
Secde edilmesi emredilen ayetlerin okunması halinde yapılması gerekli olan Tilâvet secdesinin yapılmasının vacip olması, fevrî değildir Yani secde ayeti okunur okunmaz hemen secde edilmesi lâzım gelmez Bu secde uzun bir müddet sonra da yapılabilir Ancak bir zarûret bulunmadıkça tehir edilmesi tenzihen mekruhtur Ebû Yusuf'a göre tilâvet secdesi namazın haricinde fevren vaciptir
Zekât, zekâtı verilmesi gereken malın üzerinden bir yıl geçtikten sonraki zamanda ödenmesi gerekli bir farzdır Hemen verilmesi halinde borçtan kurtulmuş olunurken, daha sonraki zamanlarda verilmesi de mümkündür
Fıtır sadakası, Eimme-i Selase'ye (Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre Ramazanın son akşamı güneşin batmasından itibaren vacip olur Bayramdan sonraya bırakılması haramdır, yani o vakitte verilmesi fevren vaciptir Özür nedeniyle tehir edilirse, kaza edilmesi lâzımdır
Umre (Hac zamanının dışında Kâbeyi tavaf ve Safa ile Merve tepeleri arasında sa'y etmek), İmam Şafiî'ye göre fevrî olmayan bir farz-ı ayrıdır; Hanefîlere göre ise fevrî olmayan yani ömrün herhangi bir zamanında yapılması mümkün olan müekket bir sünnettir
Haccın ömrî (hayatta oldukça herhangi bir dönemde yapılabilecek) veya fevrî (şartları yerine gelince hemen yapılabilecek bir ibâdet) olması hakkında ihtilaf vardır Bir görüşe göre Hac ömrî'dir, hayatta kaldığı sürece herhangi bir zamanda yapılabilir Sonraya bırakmasından dolayı kişi günahkâr sayılmaz Fakat daha sahih olan görüşe göre ise Haccın farziyyetinin edası fevrîdir, tehir edilmesi halinde kişinin günaha girmesine sebeb olur
Cengiz YAĞCI
FEY'
Geri dönmek, vazgeçmek, gölge yayılmak fâe-yefıu-fey'en fiilinden mastardır Bir isim olarak fey'; güneşin doğudan batıya dönmeye başlayan gölgesi; güneşin gurubuna kadar olan gölgesi; haraç, cizye, ticaret rusûmu; düşmandan savaşsız elde edilen ganimet; beytü'l-malde bulunan herhangi bir mal anlamlarına gelir
İslâm arazi hukuku terimi olarak fey'; düşmandan savaşla veya savaşsız ele geçirilen toprakların mülkiyetinin devlette, yararlanma hakkının ise haraç vergisi karşılığında eski sahiplerinde bırakılması demektir Bu, bir bakıma, geliri toplum ihtiyaçları için harcanmak üzere arazilerin topluca vakfedilmesidir 
Fetihle ele geçirilen araziler üç kısma ayrılır: Savaşla (anveten) elde edilen; düşmanın savaşsız başka yere göç etmesiyle boş kalan ve sulh yoluyla ek geçirilen araziler
A Savaşla ele geçirilen araziler
Düşman toprakları zorla (anveten) ele geçirilmişse, İslâm devlet başkanı, bu topraklara şu üç statüden birisini uygulayabilir:
I) Bu arazileri savaşa katılanlar arasında paylaştırabilir Hz Peygamber'in Hayber topraklarını taksim etmesi gibi
2) Arazileri eski sahiplerinin ellerinde bırakabilir Bu taktirde onlara şahısları için cizye, arazileri içinde haraç vergisi bağlar Arazi, haraç arazisi, gayri müslim olan halk da zimmî olur İhtiyaç olması halinde ganimeti hak sahipleri arasında taksim etmek daha uygundur Ancak buna ihtiyaç yoksa, gelecekte müslümanlar lehine bir güç oluşturmak için, eski sahiplerinin elinde bırakmak daha uygun olabilir
İslâm hukukçuları, savaş ganimetlerinin, ganimeti hak eden sahiplerine taksim edilmesinin caiz oluşunda görüş birliği içindedirler
"Biliniz ki, savaştan ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, mutlaka Allah'ın, peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır" (el-Enfal, 8/41) ayeti bu konuya delil gösterilmektedir Bu duruma göre, ganimetlerin beşte biri ayette zikredilenlere veya İslam devletine, beşte dördü ise, diğer hak sahibi gazilere aittir
Hz Peygamber'in kavlî ve fiilî sünneti de buna delildir: "Herhangi bir yerleşim merkezine girip yerleştiğiniz zaman, orada sizin hisseniz vardır Allah'a ve Resulüne karşı gelen bir yerleşim merkezini ele geçirdiğinizde ise, buranın beşte biri Allah'ın, peygamberinin, sonra sizindir" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahira, 1353 H , s 57) Bu hadiste ilk ele geçirilen yerden "fey' " arazileri ikincisinden ise savaşla ele geçirilen "ganimet" toprakları kastedilmiştir Hz Peygamber yine zorla fethedilen Hayber topraklarını ganimet haklı sahiplerine taksim etmiştir Medine halkı İslâm'a girince, menkul ve gayri menkul mallarının sahibi olarak kalmışlardır Allah Rasûlü Mekke'yi zorla (anveten) ele geçirmiş, fakat topraklarını gazilere taksim etmemiştir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 533, 534)
Hanefi ve Hanbelilelere göre, İslâm devlet başkanının fethedilen araziler üzerinde, gâzilere taksim etme veya vakıf hâline getirme yetkisi vardır Nitekim Hz Ömer hilâfeti zamanında fethedilen Suriye, Irak ve Mısır topraklarını vakıf hâline getirerek, "fey'" hükümlerini uygulamıştır Burada arazinin kuru mülkiyeti (rakabesi) devletin, yararlanma hakkı ise zilyed olarak daha önceki sahiplerinin olur Irak toprakları fethedilince gâziler buranın kendilerine taksim edileceğini bekliyorlardı Hz Ömer dağıtmak istemeyince, uzun müzâkere ve istişareler oldu Hz Zübeyr, Abdurrahman b Avf ve Bilâl Habeşî ile aynı düşüncede olanlar, bu toprakların ganimet olarak kabulü ile Resulullah'ın Hayber topraklarını dağıttığı gibi gâzîlere dağıtmasını istediler Muaz b Cebel ve Hz Ali gibi sahabe büyükleri de Hz Ömer'i desteklediler
Hz Ömer şöyle diyordu: "Bu toprakları dağıtırsam sizden sonra gelecek müslümanlara ne kalır Onlar toprakların ahalisiyle birlikte taksim edilmiş olduğunu, babalardan oğullara miras olarak intikal ettiğini, böylece kendilerinin her şeyden mahrum edilmiş olduklarını görecekler Bu görüş, görüş değil" Bunun üzerine Abdurrahman b Avf; "Görüş dediğin nedir? Arazi ve sahipleri Allah'ın gâzilere ihsan ettiği fey' ve ganimetlerden başka bir şey değildir" dedi Hz Ömer şöyle cevap verdi: "Onlar senin dediğin gibidir Fakat ben meseleyi öyle görmüyorum Allah'a yemin ederim ki, benden sonra müslümanlara çok şeyler sağlayacak bir ülke fethedilmez Aksine fethedilen ülkelerin müslümanlara maddî bakımdan bir yük ve külfet olması da muhtemeldir Irak ve Şam arazileri işleyicileri ile birlikte taksim olunursa, o zaman kaleler nasıl korunur? Daha sonra gelen nesillere, yetim ve dullara Irak ve Şam arazisinden ve diğer beldelerden ne kalır?" Toplantıda bulunanlar bu defa; "Allah'ın bize kılıçlarımızla ihsan ettiği ganimetleri savaşa katılmayan, taksime bile yetişmeyen kimselere, onların çocuklarına ve ortada hiç mevcut olmayan daha sonraki çocuklarına mı vakfedeceksin?" dediler
Muaz b Cebel; "Vallahi bu toprakları dağıtırsan hoşa gitmeyen şeyler ortaya çıkar Toprağın büyük bir kısmı müslümanların eline geçer Sonra bu sahipler zamanla ortadan kalkar ve büyük topraklar bir kişinin elinde toplanır Onun için bu topraklara şimdiki müslümanların da, sonra gelecek olanların da faydalanmasını sağlayacak bir statü ver "
Hz Ömer bu arada Kur'an-ı Kerîmden fey' ile ilgili şu ayetleri delil olarak göstermiştir:
"Allah'ın fethedilen diğer düşman ülkeleri ahalisinden peygamberine verdiği "fey' "Allah'a, peygamberine, hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalanlara aittir Ta ki bu mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın Peygamber size ne verdi ise onu alın, size ne yasak etti ise ondan da sakının" (el-Haşr, 59/7)
"Bilhassa o fey hicret eden yoksullara ait olup, onlar Allah 'tan fazlu inâyet ve hoşnutluk ararlar" (el-Haşr, 59/8, bkz ayet, 6, 9, 10)
Yukarıdaki ayetler, umumî olarak ganimetin taksiminden söz eden el-Enfâl Suresi kırkbirinci ayeti tahsis etmiştir Yani ganimet ayeti, menkul ve gayr-i menkul tüm malları kapsamına alır Haşr Suresindeki fey' ayetleri ise, ganimeti araziler dışındaki menkullere tahsis etti Haşir Suresindeki ayetler, savaşla veya savaşsız alınan topraklar üzerinde devlet başkanına maslahata göre tasarruf yetkisi verir Hz Peygamber Hayber toprakları için Enfâl ayetiyle, Hz Ömer ise Suriye, Irak ve Mısır toprakları için fey' ayetleriyle amel etmiştir Buna göre, fey' ayeti bütün müminleri içine alır Bu gayri menkuller üzerinde hak sahibi olmada, sonradan gelenler önceden gelenlere ortak olurlar Bu, ancak arazileri taksim etmemekle gerçekleşir Bunlar vakıf sayılır, fakat miras yoluyla geçebilir Gerçek vakıf ise mirasla geçmez (Ebû Yûsuf, Kitabü'l-Harac, Mısır 1352 H, s 75, 83,85; Ebû Ubeyd, el-Envâl, Kahîra 1968, s 94; Muhammed Hamidullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, s 314, vesika: 325; Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku s 146-149; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, s 202-207; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s 572, 573; ez-Zühaylî, a g e , V, 532-537) 
Hz Peygamber bazı beldelerin topraklarını eski sahiplerinin ellerinde bırakmış ve taksim etmemiştir Meselâ; Mekke'yi kılıç zoruyla fethetmiş, arazilerini gâzilere dağıtmamıştı Yine Kurayza, Nadîr ve Arap yurtlarından diğer yurtlar fethedilmiş, ancak Hayber dışında bunlardan hiçbirinin toprakları taksim edilmemiştir Bu konuda Devlet başkanı muhayyerdir Dilerse, Resulullah (s a s )'in yaptığı gibi taksim eder, dilerse, yine Resulullah'ın Hayber dışındaki toprakları eski sahiplerinde bıraktığı gibi bırakır Bu ikinciler fey' topraklarını oluşturur (ez-Zühaylî, a g e, V, 537)
Hz Ömer Irak topraklarını eski sahiplerinin elinde bırakırken Haşr Suresi'nin fey' ayetlerine (ayet, 6-10) dayanmıştır Araziler için haraç, gayri müslim sahipleri için ise cizye vergisi bağlamıştır Bu uygulama, müzâkere ve istişâreler sonucunda sahabenin icmaı ile ortaya çıkmıştır İşin başında Bilâl ve Zübeyr (r anhüma) gibi sahabiler karşı çıkmışsa da, sonradan onlar da bu görüşe katılmışlardır (Ebû Yusuf, Haraç, 27, 35; ez-Zühaylî, a g e , V, 537)
Şam ve Mısır toprakları fethedildiği zaman ordu komutanları bu yerlerin hükmünü Hz Ömer'den sormuşlar, Halife de şu cevabı vermiştir: "Araziyi sahiplerinde bırak, menkul ganimetleri muhariplere dağıt Böyle hareket, tedbirimiz gereği, müslümanların yararı içindir  " İlk devirlerde başlayan bu fey' uygulaması, sonraki devirlerde aynen devam etmiş, Osmanlılarda mîrî arazi uygulamasının temelini teşkil etmiştir Emevi halîfesi Ömer b Abdilaziz valilerine gönderdiği mektuplarında şöyle yazmıştır: "Arazi sahiplerinden kim müslüman olursa o anda elinde bulunanların hepsi kendisinindir Ama evi ve arazileri müslümanların olmakta devam eder Çünkü-onlar Allah'ın bir fey'idir" (İbn Zenceveyh, Kitabü'l-Emvâl, Arapça Uzm , Burdur Kütüphanesi, No: 183; Yahya b Adem, Kitabü'l-Haraç, thk Ahmed Muhammed şakir, Kahîra 1347 H , s 52, 62'den naklen Ali Şafak, a g e , s; 150)
B Gayrimüslim halkın savaş korkusuyla başka yere göç etmesi sonucu boş kalan araziler Bunlar da fey' adını alır Müslümanların bu beldeye girmesiyle arazilerin mülkiyeti beytülmale intikal eder Bunlar vakfedilmiş devlet mülkü haline gelir Devlet başkanı bu arazileri ekip-biçen müslüman veya zimmîlerden haraç vergisi alır Böyle bir beldede düşmandan kalan menkul mallar da fey'e dahil olur İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre bunlar vakfedilir ve müslümanların maslahatı için harcanır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 389; es-Şırâzı, el-Mühezzeb, II, 247; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 353; el-Mâverdî, el-Ahkâmü's-Sultâniyye, s 133)
C Sulh yolu ile (savaşsız) İslâm ülkesine katılan topraklar Diğer sahipsiz topraklar gibi bunlar da devlet mülkiyetine geçer Bu topraklar devlet namına işletilip geliri toplum yararına harcanabileceği gibi, devletçe gerekli görülen özel şahıslara da, dağıtılabilir Nitekim Benî Nadir arazisi (Fedek ve çevresi), servetlerini Mekke'de bırakıp Medine'ye hicret eden yoksul sahabelerle, Medineli üç yoksul sahabeye taksim edilmiştir Devletin şahıslara tahsis edeceği bu topraklar prensip olarak arazinin bulunduğu bölgeye göre öşür veya haraç vergisine tabi olur (Fahruddin er-Râzı; et-Tefsîru'l-Kebîr, XXIX, 284-285; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, III, 288)
Sonuç olarak, savaşla veya savaşsız alınan toprakların kuru mülkiyeti (rakabesi) devlete tahsis edilerek, eski sahipleri olan müslüman veya gayrimüslim kimseler kiracı kabilinden bu topraklardan yararlanırlar Tesbit edilen haracı da beytülmale ödemeye devam ederler Kiracı durumundaki bu kimselerin araziyi satma, hibe, rehin verme gibi tasarrufları, ve mirasla intikal hükümleri kanunla düzenlenir (bk Arazı, Mîrî arazi)
Hamdi DÖNDÜREN
FEYZ-İ İLÂHİ
Bir şeyin taşıp akması, çoğalması Sufî terminolojisinde birincisi kozmoz (evren) ikincisi marifet nazariyesi (Epistemoloji-Theorie de Connaissance) ile ilgili olarak iki değişik anlamda kullanılır
İslâm Felsefesinde de bu terim, kozmozun meydana gelişi ile ilgili bir kullanıma sahiptir Ancak İslâm filozofları özellikle Farabı ve İbn Sina bu kelime yerine, Batı dillerinde, daha aşağı olanın daha yukarı olandan çıkmasını ifade eden "Emenation" kelimesinin ifade ettiği manayı karşılayan "sudür" kelimesini kullanırlar
Sudur nazariyesine göre kainat, İlâhı Varlık'tan tedricî olarak genişleme ve yayılma (Extantion) yoluyla meydana gelmiştir Bu nazariyenin temeli büyük ölçüde Platinos'un düşüncesine dayanır Plotinos'a göre her şey (kâniat) kendisine "varlık" sözünün bile bir sınırlama getireceği; kuvve ve fiil halinin de üstünde olan, diğer bir ifade ile varlık sözünün ifade ettiği manayı dahı askın olan ilk ilke'den sudür etmiştir O, ilk ilke'nin "tek"liği üzerinde titizlikle durur Her şeyin ilk İlke'den suduru (tasması çıkması), her şey ancak O'nunla varolur anlamına gelir Plotinos'un ilk ilke'sine Farâbı ve İbn Sina Zorunlu Varlık (Vacibu'l-Vücûd) derler Bu aynı zamanda düşünür ilkedir O'nun düşünmesi varlığın nedenidir Zorunlu varlığın kendi kendini düşünmesinden (akletmesinden) ilk akıl meydana gelir ki, Sufiler buna Hakikat-ı Muhammedı veya Nûr-ı Muhammedî derler İlk Akıldan da, Zorunlu Varlığı düşünmesi sonucu İkinci Akıl; kendisinin Zorunlu Varlığa nazaran zorunlu oluşunu düşünmesinden birinci göğün (felek) Nefsi; kendi özüne göre kendisinin mümkün (olurlu) oluşunu düşünmesinden de birinci göğün cismi meydana gelir Bu tedrici oluş Faal Akıl ve Yer küresine kadar devam eder (bk İbn Sina, En-Nefsü'l-Beşeriyye, s 36, Beyrut 1986; Farabî, es-Siyasetü'l-Medeniyye, s 48, Beyrut 1911; İbn Sinâ, Necât, s 288, Beyrut, 1985; Abdurrahman Bedevî, Eflûtın (Plotinos) İnde'l-Arab, s 134-39; Kuveyt 1977; İsmail Fennî, lügatçe-i Felsefe, s 26-17, İst 1341)
Gazzâlî sudur nazariyesini, sünnı kelamcıların yoktan yaratma düşüncesine ters düşdüğü ve sudür sürecinin zorunlu olduğu gerekçesiyle; bu yüzden de Allah'ın "Mürîd" oluşu ile çeliştiği için eleştirir Meşhur tehafütü'l-Felâsife' adlı eserinde bu konuyu genişçe ele alır Hatta bu nazariyenin mantıkı sonucunun Allah'ın her şeyi bildiği hakikatine ters düşeceğini ileri süren Gazzâlî, filozofları tekfiri neticesini çıkarmıştır Oysa İbn Rüşd Gazzâlî'nin filozofları yanlış anladığı kanaatindedir (İbn Rüşd, Faslu'l-Makâl, s 54-55, Leiden, 1959)
Böylece sudur nazariyesi, İslâm filozoflarının Tanrı-Kâinat ilişkisini ortaya koydukları Kozmoloji öğretileri ile ilgili bir anlayıştır (S Hüseyin Nasr, İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul 1985)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Feyz veya feyz-i ilâhı kavramı Tasavvuf literatüründe iki anlama gelir: Birinci anlamda, ilâhı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine nüzulü anlamında marifet nazariyesi ile ilgili kullanılır; ikinci anlamda ise, sufi kozmoloji ile ilgili olarak kullanılır
Sûfiler hicrî üçüncü ve dördüncü asırdan itibaren, Kelamcılar ve filozoflardan farklı olarak, özel bir bilgi nazariyesi geliştirmişlerdir ki, İkbal'in deyimiyle, Kur'an'ın üç ilim kaynağından biri olarak belirttiği batını tecrübe esasına dayanır (M İkbal, İslâm'da dinî Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, İstanbul 1964, s I 1 3) Onlara göre insan, Levh-i Mahfuz'dan olan ilâhı gerçekleri vasıtasız olarak bilebilir Nitekim insan için iki türlü bilgi edinme söz konusudur Birincisi tecrübe ve deney yoluyla (buna nazarı-istidlâlî bilgi de dahil) elde edilen bilgiyi içerir; ikincisi, "Rabbânî Ruhânî bir latife" diye ifade edilen ve insanî bir yeti olan "kalb" ile elde edilen bilgiyi ifade eder ki, bu bilgi vasıtasız, doğrudan ve keşf yoluyladır Ancak burada kalb kelimesiyle ifade edilen şey Ruh, Nefs-i Natıka veya Akıl da denilen ve herkeste bulunan bir melekedir Daha açık bir ifadeyle kalb, aklın değişik fonksiyonlarından dolayı onun işleyişinin farklarını ayırmak için kullanılan bir terimdir (bk Gazzâli, İhya, III, 3 vd; Mişkât, 43-44; Taşköprülüzâde, Miftah, IIIIV, 319-320; Râgıb el-lsfahânı, ez-Zerı'a, s 64 vd; Müfredât, ilgili maddeler)
Sûfî'ler birinci yolla elde edilen bilgiye "Husûlî"; ikinci yolla elde edilen bilgiye de "Huzûrı' bilgi de derler
Batı Felsefesinde İntuition (hads) kelimesiyle ifade edilen ve ilk kez Kant tarafından sistemli bir tarzda ele alınan, daha sonraları özellikle Bergson tarafından geliştirilen bilgi anlayışı da Sûfilerin düşüncesiyle benzerlik arzeder
Sûfilerin marifet anlayışlarına göre insan, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi (nefsin arındırılması ve kalbin parlatılıp cilalanması) neticesinde, bir takım gerçeklere vakıf olur Bu, ilahı gerçeklerin Levh-i Mahfuzdan insan kalbine taşması (feyzi) yoluyla gerçekleşir Onlar bu ilme ilm-i mukayese de derler
İkinci anlamında ise Feyz, sufi kozmolojinin oluşumunu ifade eder: Buna göre Allah "gizli bir hazine" iken bilinmeyi istemiş ve bu irade neticesinde evreni varetmiştir Bu varoluş süreci tedrici bir iniş (tenezzül) sistemini ifade eder Bu anlayışın ilk sistemleştiricisi ise Muhyiddin el-A'râbı'dir Ona göre varoluş tenezzülât-ı seb'a dediği bir iniş sırası (mertebe) takib eder O'nun bu anlayışı Yeni-Eflâtuncu sudur nazariyesine bir çok yönden benzer Şu farkla ki, Muhiddin el-A'rabî'nin sitemin de ikinci mertebe de Hakikat-ı Muhammediyye bulunur ve son mertebe de ise insan bulunur (bk A Avni Konuk, Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1, 10 vd İst 1987; İsmail Fennî, Madiyyûn Mezhebinin İzmihlâli, s 259-262, İst 1928)
Nihayet sufiler bu son anlamında feyzi ikiye ayrılırlar:
1- Feyz-i Akdes: Allah'ın kendi zatına tecellisi ile eşyanın arke tipleri olan sabit gerçeklerin (Âyanı Sâbite) İIm-i İlâhı detaayyünü (belirmesi) Burada tecellî zatı olduğundan âyanı sabite'nin dış dünyada varoluşu söz konusu değildir Bu itibarladır ki Sûfîler, âyanı sabite varlığın kokusunu bile almamıştır derler
2- Feyzi Mukaddes: Allah'ın esmâ ve sıfatları yönünden tecellisi neticesinde ilm-i ilâhideki sabit gerçekler dış dünyada varlık kazanırlar Feyzi mukaddes Feyzi Akdes üzerine müretteb olduğundan dolayıdır ki, bu öğretiye bağlı sûfîler şeylerin özlerinin (ayn) yaratılmamış olduklarını sadece Onlara dış dünyada eğreti bir varlık bahşedildiğine inanırlar (bk Cürcânı, Ta'rifât, ilgili maddeler; Şeyhülislam M Sabri Efendi, Mevgıfu'l-Beşer Sahte Sultani'l-Kader, s 267 vd Kahire 1356)
Sey****ah SEVİM
|