Yalnız Mesajı Göster

İslam Ansiklöpedisi (F)

Eski 11-04-2012   #5
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (F)



Fitrat

Yaratılış, yapı, karakter, tabiat, mizaç, Peygamberlerin sünneti, Kâlb-i selim, adetullah Ayrıca hilkat, tabii eğilim, hazır olmak, huy, cibilliyet, içgüdü, istidât gibi manalara da gelir Terim olarak fıtrat: "Allah Teâlâ'nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, Beyrut, (ty), V, 55)

Fa-ta-ra fiil kökünden türeyen fatr: yarmak, ayırmak; iftar: orucu açmak; infitâr: yarılmak, açılmak; futûr: yarıklar, çatlaklar anlamındadırlar Fıtrat; ilk yaratılışı kavramlaştırdığı gibi, sürüp giden her yaratılışı da anlamında toplar Yani herhangi bir şeyin bir maddeden veya ilk yaratılıştaki gibi yokluktan ilk icadı ve ilk çıkışına fatr, bunun ortaya çıkış biçimine ve taşıdığı özellikleriyle birlikte görünüşüne fıtrat denir Yaratığın fitrat üzerinde kazandığı öz niteliklerine de tabiat denilmiştir Kâinatın Allah'ın fitratı üzere işleyişi İslâmî dilde âdetullah, sünnetullah, fitratullah ifadeleriyle isimlendirilmektedir (Râgıp el-İsfahânî, el-Müfredât, 38 vd; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1889 vd; Ali Ünal, Kur'an'da Temel Kavramlar, İstanbul 1986, 198 vd)

Fıtratın geniş anlamları Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde açıklanmaktadır:

"Sen Hakka yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta (Fıtratallah) verdiği dine ver Zira Allah'ın yaratmasında değişme olmaz İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30)

"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir'' (en-Nahl, 16/78)

"Allah'ın kanununda bir değişme bulamazsın " (el-Fâtır, 35/43; Ayrıca bk el-İsrâ, 17/77; el-Ahzâb, 33/62; el-Mümin, 40/85; el-Feth, 48/23)

"Nefse ve onu şekillendirene Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır Semûd, azgınlığından yalanlandı Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti" (eş-Şems, 91/7-14)

"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (el-Beled, 90/10)

"Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur" (el-İnsân, 76/3)

"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir" (Tâhâ, 20/50)

"Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir'' (el-A'lâ, 87/14)

"O (adamın) tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese, 80/7)

"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir"? (el-İsrâ, 17/84)

"Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (ez-Zariyât, 51/21)

"Öncekilere uygulanan yasayı görmezler mi? Sen, Allah'ın kanununda bir değişiklik bulamazsın" (el-Fâtır, 35/43)

"Dilediğini yaratır ve onlar için hayırlı olanı seçer" (el-Kasâs, 28/68)

"De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl başlamış?" (el-Ankebût, 29/20)

"Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir" (el-Mü'minûn, 23/14)

"Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez" (er-Ra'd, 13/11)

Kur'an-ı Kerîm'deki bu ayetler birbirini tefsir ederek fıtratın anlamını açıklar Hz Peygamber (sas)'in şu hadisleri bu anlamı apaçık bir şekilde genişletmektedir:

"Kötülük yapmak seni üzüyorsa, artık sen müminsin" (Ahmed b Hanbel, Müsned, V 251-252)

"Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra ebeveyni onu hristiyan; yahûdi, mecûsî yapar Eğer ana-babası müslüman iseler, çocuk da müslüman olur" (Buhâri, Cenâiz, 79; Müslîm, Kader, 23-25; İman, 264; Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 233, 435)

"Beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıkları traş etmek, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek, koltuk altındaki tüyleri yolmak" (Buhâri, Libas, 51, 63, 64; Müslim, Tahara, 49; Ebû Dâvûd, Tereccül, 16; Tirmizî, Edeb, 14)

''Çocuklarınıza öğreteceğiniz ilk söz Lailaheillallah olsun " (Abdurrezzak Sanânı, Musannef, Beyrut 1970, IV, 334)

"İçini tırmalayan, kalbinde çarpıntılar oluşturan, gönlünü bulandıran şeyi terket" (İbn Hibban Hakîm)

"Hayr, nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, yüreğin oturduğu şeydir Şer de nefsin kendisine ısınamadığı, kalbin mutmain olmadığı, içinde tereddüt ve ıztırablar meydana getiren şeydir, her ne kadar müftiler hilafına fetva verseler de " (Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 194)

"Müftiler sana fetva verseler de bir kere kalbine danış" (Dârimî, Buyû, 2) "Ameller niyete göredir" (Buhâri, Itk, 6)

"Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç" (Hanbel, Nesâî, Taberânî), "Kötülük, insanın içine sıkıntı verir" (Müslim, Birr, 14)

"Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanif (salim fıtrat) üzere dünyaya gönderdim Sonra şeytanlar onu dinden saptırdılar Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara bana ortak koşmalarını söylediler Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim" (Müslim, Cennet, 63; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 162)

Bütün bu açıklamalar fıtratın anlamını belirlemektedir:

Her doğan Allah'ın en güzel yaratması ile doğar

Eğitim ve çevre faktörü, fıtratı ya İslâm üzere devam ettirir, yahut fıtratı bozarak yaratılış amacından saptırır

Bütün insanlar Hanif üzere yaratılmakta, sonra şeytan ve nefis onları bozmaktadır

Allah insanın nefsini takva ve fücurla yoğurarak yaratmış, şeytanın hilelerine karşı yine de kullarını kurtarmak için peygamberler aracılığıyla onları fıtrat dini hakkında bilgilendirmiştir

Allah'ın yaratılış kanunu kevnî ve şer'î şekillerde değişmeyen bir yasadır

İnsanı yaratan Allah onda iyilik ve kötülüklerle dolu dünya hayatında iyilikten yana tercih yapabilecek bir kabiliyet (vicdan) vermiştir Bozulmamış, fıtratım korumuş insan iyiden yana tavır aldığı gibi, herhangi bir şekilde Allah'ın ayetlerini de akıl veya kalble kavramaya meyillidir Ancak insanoğlunun kalbine her an şeytan veya melekler tarafından hayır ve şer telkin edilmektedir İşte bunu kesin olarak hidâyete çevirmek İslâm dininin görevidir İslâm, fıtratı korur, geliştirir, nefsi arındırarak insanların kurtuluşunu gerçekleştirir Allah, yaratıklarını en güzel şekilde yaratır ve terbiye eder Vahye bilerek karşı çıkan insanı şeytan ve grubu -fıtrata aykırı her türlü eğitimci, devlet, aile, toplum düzeni- saptırır Bu aşamada İslâm ancak bir öğüt, bir tebliğdir, dileyen inanır, kurtulur, dileyen batağa sapar

İslâm ümmeti insanları yaratılışlarındaki hayra eğilimli taraflarını ortaya çıkarmak ve onları en yüksek ahlâka ulaştırmakla yükümlüdür İnsanlığın günah ve şirk bataklığından doğru yola çekilmesi, vicdanların ilâhı saflığına dönüşü, takva ile en güzel olana uyulması için ilâhı, kutsal bir nur yani İslâm'ın rehberliği şarttır

-İnsanlar fert olarak nefislerinde olanı gözlerlerse veya kainattaki her çeşit, sayısız nimetleri aklederlerse veya geçmiş ümmetlerin başına gelenlerden ibret alabilirse hakikati idrak edebilirler

Her insan, nefsine ve topluma karşı yaptıklarında bir kötülük oluştuğunun farkındaysa vicdan azabı duyabiliyorsa onda bozulmamış bir ahlâkı yapı vardır "En güzel ahlâkı" tamamlamıştır, artık geçerli olan onun ahlâkıdır

Bütün yaratılmış varlıklar bu kâinatta Allah'ın değişmeyen yasası (âdetullah)na göre yasamaktadırlar İnsan bu kâinatta halife olarak yaratılmış ve emaneti yerine getirmekle sorumlu tutulmuştur: Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye yaratılışta sorguladığı insan, Rabbine şu sözü vermişti: "Evet, şahidiz"(el-A'râf, 7/132) Allah insanı yaratmış, ona düzen ve ölçülü bir biçim vermiştir Onu en güzel şekilde yaratmış, doğruyu ve yanlışı göstermiş, insan da ya şükreder yahut inkâr eder halde temkin edilmiştir Bundan sonra dünya hayatında kendini arıtan, yüzünü hanif olarak Allah'a çeviren, kendisini fatr edene ibadet eden kurtulacaktır (bk el-İnsân, 76/3; et-Tîn, 95/4; el-Beled, 50/10; en-Nisâ, 4/28; el-İsrâ, 17/51; el-Mülk, 67/3; el-İnfitâr, 82/7-8)

Yine Kur'an-ı Kerîm'deki kutsal bilgilendirme yolu, insanı âfâk ve enfüsteki ayetleri düşünmeye, akletmeye çağırdığı gibi, insanın en çok acz içindeyken, meselâ denizde bir gemide yol alırken aniden gelen bir fırtınada deniz orasında acz içinde kalınca, bütün yalanlama, fitne ve fücûru, ortak koştuklarını unutan insan, hemen Allah'a dua etmektedir Bu, insanın fıtraten Allah'ın bilincinde olduğuna bir delildir Bu manevî hak duygusu her ferdde mevcuttur ve İnsanı yoldan çıkaran, işlediklerini süslü göstererek onu asi yapan şeytandır (Münâvî, Feyzu'l-Kadir, Beyrut 1972, V 34; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1978, VI, 3822)

Dünyadaki her yeni doğan çocuk, tertemiz, sâf, her şeyi alma kabiliyeti ile donatılmış yapısını konuşma çağına kadar sürdürür Bundan sonra ona Lailaheillallah öğretilmez ve fıtratın anlamıyla eğitilmezse ailesi onu yahudi, hıristiyan, mecusi, vb yollarda eğitir ve buna göre onda bir kişilik yapısı gelişir Halbuki Allah: "Yüzünü samimiyetle ve tamamen bu dine çevir Allah'ın sıfatlarında sebat et ki o insanları bu fıtrat üzerinde yaratmıştır Allah'ın yaratması değiştirilemez İşte doğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (er-Rûm, 30/30) buyurmaktadır

Buna göre bütün insanlar Allah'a inanmak ve ona kulluk etmekle fıtratta sebat etmelidirler Yoksa Allah'ın öğütlerinden yüz çevirerek, bağımsız davranarak, ayetleri yalanlayarak fıtrata aykırı düşüleceği gibi, bu sebeple Allah'ın azabına da müstahak olurlar Çünkü fıtratı bozmak, Allah'a karşı gelmek demektir Meselâ müşrikler, fıtrata uygun doğan hayvan' yavrularının kulağını keserlerdi Kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi Kâbe'de Allah'a ortak koştukları birçok putlar bulundururlardı Fıtratı inkâr etmek için kendilerine de vahiy indirilmesini veya peygamberlerin birer melek olması gerektiğini ileri sürerlerdi Onların helâk edilmeleri de bu yüzden oldu Hiç kimse Allah'ın insanı kul olarak yaratması kanununu değiştiremedi ve değiştirmeye kalkanların azabla kuşatılması da bir kanun olarak uygulandı

İslâm'a göre hayatın anlamı ancak fıtrata uygun yaşamaktır Yeryüzündeki gelmiş geçmiş hiçbir din ve ideoloji bunu sağlayamamıştır Üstelik lâik çağdaş düşünce sistemleri, vahye karşı "doğal-pozitif akıl lâiklik" karşıtlığıyla oldukça, basit ve insan fıtratıyla uyum sağlamayan bir şekilde insanın kurtuluşunu din dışı bir yola sokmak istemişlerdir Ancak insanın fıtratı her şeye rağmen, her türlü muhteşem teknik gelişmelere, maddi ilerlemelere rağmen tabiatı gereği gerçek mutluluğu bulamamakta, büyük bir manevî boşluğa düşmektedir Bu boşluk Allah'ın sınırlarını aşmak ve nefsine zulmetmektir (et-Talâk, 65/1) Bu boşluğu çeşitli dinler doldurmak istemekte ancak hepsi de fıtrata aykırı muharref ve ilkel teklifler getirdikleri için insanlar İslâm'dan başka kurtuluş olmadığını anlamaktadırlar Çünkü: "Kalpler ancak Allah'ı sanmakla huzur bulur" (er-Ra'd, 1 3/28)

M Emin AY

Sait KIZILIRMAK

FİCÂR SAVAŞLARI

Câhiliye döneminde müşrik Araplar arasında haram aylar* dan birisinde yapılan savaşlar

İslâm'da yasak olduğu gibi câhiliye döneminde de Müşrikler arasında haram aylarda savaş yapmak, kan dökmek, haksızlık ve kötülüklerde bulunmak yasaklanmış idi Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarından oluşan bu aylarda yasağın ihlâl edilmesi, büyük bir günâh ve suç sayılıyordu

Bu telâkkiye rağmen câhiliyye döneminde zaman zaman haram ayların kudsiyeti çiğnenmiş, kanlı bazı savaşlar meydana gelmişti İşte bu savaşlar, müşrikler tarafından, günâhın işlendiği savaşlar anlamını ifade etmek üzere "ficâr savaşları" diye adlandırılmıştır

Arap tarihinde dört ficâr savaşı vukû bulmuştur I ficâr savaşı, Gıfâr kabilesinden bir şahsın Ukâz Panayırı'nda ayaklarını uzatıp oturarak "Arapların en şereflisi benim!" demesine kızan bir şahsın, kılıcıyla onun ayaklarını kesmesi üzerine iki tarafın adamları arasında cereyan etmiştir

II Ficâr savaşı, Kureyş'ten Benû Amir ile Kureyş'ten Benû Kinâne arasında meydana gelmiştir Yine Ukâz Panâyırı'nda Benû Amir'den bir kadına Kinâneoğullarından bazı gençlerin sarkıntılık etmesi bu savaşa sebep olmuştur

III ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarından bir şahsın, Âmiroğullarından birisine olan borcunu zamanında vermediği gibi oyalama cihetine gidip ödemeye yanaşmaması sebebiyle bu iki kabile arasında ortaya çıkmıştır

IV ficâr savaşı ise, Kinâneoğullarının yanısıra Kureyş ile Hevâzin'in Kays-ı Aylân kabileleri arasında meydana gelmiştir Hıre hükümdarının çıkardığı bir kervana kılavuzluk ve muhafızlık etme konusunda aralarında ihtilâf ve husûmet çıkan Kinâneoğullarına mensup bir şahsın Kays-ı Aylân'dan birisini öldürmesi bu savaşa sebep teşkil etmiştir Kinâneoğullarının yanında Kureyş'in diğer sülâleleri de savaşa katılmış, bu arada Peygamber efendimiz de amcalarıyla birlikte bu savaşta bulunmuştur Ancak genellikle kabul edildiğine göre o sırada yirmi yaşında olup savaşabilecek güçte olmasına rağmen sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcasına vermekle yetinmiştir Sonunda bu savaş, iki tarafın ölülerinin sayılıp ölüsü fazla olan tarafa fazlalık miktarınca diyet verilmesi kararı ile sulha bağlanarak neticelendirilmiştir

Ahmet ÖNKAL

FİDYE

Esiri veya herhangi bir kişiyi içine düştüğü durumdan kurtarmak için verilen mal veya para, kurtulmalık

İbadette meydana gelen bir noksanlığa karşılık olarak verilen mal ve bedele de fidye denir (es-Sabûni Revâlû'l-Beyân Tefsir-û Ayâti'l Ahkâm, I, 189) veya başka bir tarifle: "Fidye, bir şeyin yerinde geçerli olmak üzere verilen bedel demektir" (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an dili, I, 631)

Meselâ oruç tutamayacak kadar hasta olan bir müslüman tutamadığı her güne karşılık bir fidye verir Bu, oruç yerine geçerli bir bedeldir Fitre'nin miktarı ne ise fidyenin miktarı da odur

İbâdetlerden oruç hakkındaki fidye, ayetle sabittir:

"O size farz kılınan oruç, sayılı günlerdir O günlerde sizden kim hasta, yahut seferde olurda oruç tutmazsa, tutamadığı günler sayısınca, sıhhat bulduğu veya yolcu olmadığı başka günlerde oruç tutar Fazla ihtiyarlık veya ağır hastalık gibi sebeblerle oruç tutmaya gücü yetmeyenler üzerine, bir yoksul doyuracak kadar fidye vermek lâzımdır" (el-Bakara, 2/184)

Ayetin açık ifadesinden de anlaşıldığı gibi oruç hakkındaki fidye; hastalık ve ihtiyarlık gibi bir mazeret dolayısıyla eza ve kazaya imkân bulunmadığı zaman verilir Fidyesini verse, sonrada oruç tutabilecek duruma kavuşsa, evvelâ verdiği fidyelerle yetinemez, tutamadığı oruçları kaza gerekir Bu durumda; kaza etmeden ölürse, oruç borcunun ödenmesi için varislerine vasiyette bulunması gerekir Sıhhatine kavuşmadan vefât edecek olsa verdiği fidyeler kâfi gelir, vasiyette bulunması gerekmez

Savaş esirlerini serbest bırakma karşılığında alınan fidye de ayetle sabittir

''Onun için o küfredenlerle (savaşta) karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun Nihâyet onları güçsüz bir duruma düşürdüğünüz vakit bağı sıkı tutun (Ondan) sonra da ya iyilik yapın yahut fidye alın " (Muhammed, 47/4)

Ayetteki "bağı sıkı tutun" ifadesinin anlamı onları esir alın demektir

Savaş esirleri hakkında yapılacak muamelede İslâm, devlet başkanına geniş yetkiler vermiştir İslâm Devletini ve müslümanların yararını esas alır Esirin hayatta kalması zararlı ise idam edilir Maslahata uygunsa fidye karşılığı serbest bırakılır veya karşılıklı esirleri mubadele eder yahut da salıvermeyip köleleştirilmesini emreder İslâm Devlet Başkanı bütün bu yetkilerini, diğer meselelerde olduğu gibi İslâm; esaslara göre kullanır (el-İhtiyar li Ta'lili'l-Muhtar, IV, 197)

Bir müslüman namazını kılmamış, sonra da olan kaza etmeden vefat ederse, her vakit namaz için bir fitre miktarı fidye verilir Bu kimse vasiyette bulunmuşsa bıraktığı malın üçte birinden vasiyeti yerine getirilir, bulunmamışsa varisler isterse bu fidyeyi verir, isterse vermez

Ancak, iskat-ı salât hakkında, yani kılınmayan namazların fidyesini vermek husûsunda Kur'an ve Sünnet'de bir nass ve hüküm yoktur Yalnız İmam-ı Muhammed'in "Ziyadât" isimli kitabında kendisinden bu hususta bir ictihad nakledilir Bu ictihâdın da İmam-ı Muhammed tarafından yapılıp yapılmadığı kesin olarak bilinmemektedir Onun için bu görüşü alan bütün âlimler, kılınmayan namazların karşılığında verilen fidye sebebiyle o kimsenin af olacağı husûsunda kesin bir hüküm verememektedirler Yalnız "verilen fidyeler ve-fakirlere yapılan yardımlardan dolayı bağışlanması Allah'ın rahmetinden umulur" derler

Yahya ALKIN

FİDYE-İ NECÂT

Kurtuluş fidyesi, kurtulma bedeli Fidye ve eş anlamlısı "fıdâü" sözlükte; esirleri kurtarmak için verilen bedel, bazı ibâdetlerdeki eksikliklerden dolayı Allah için yoksullara verilen meblağ, ve kurban anlamlarına gelir Fidyenin çoğulu fidâ'dır Bir islâm hukuku terimi olarak; savaşta esir düşen kimsenin, kurtulmak için vermek zorunda kaldığı bedel anlamına gelir

Hz Peygamber bazı savaş esirlerini karşılıksız olarak serbest bırakmış, bazıları öldürülmüş, bazıları da mal karşılığında veya esir mübâdelesi sonunda salınmıştır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 2-6) Bu uygulama, toplum yararını gözetme ve müslümanların durumuna en uygun olanı tercih etme esasına dayanır

Hanefilere göre, İslâm devlet başkanı, savaş esirleri hakkında üç alternatiften birisini uygulayabilir Öldürme, köle edinme veya zımmî olarak serbest bırakma İmam Ebû Hanife'den bir rivâyette, savaş bittikten sonra esirleri mal karşılığında veya esir mübâdelesi yoluyla salıverme caiz değildir İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise esir mübâdelesi yoluyla salıverme caizdir İmam Muhammed es-Siyeru'l-Kebır'de şöyle der: İhtiyaç varsa mal veya müslümanların esirleri karşılığında salıverme caizdir Çünkü Resulullah (sas) müslümanlardan iki kişiyi, müşriklerden bir kişi karşılığında kurtarmış, yine Mekke'de esir olan birçok müslümanı bir kadın karşılığında serbest bırakmıştır (eş-Şevkanî, age, VII, 305) Hanefilerin çoğunluğuna göre, esirleri fidye almadan salıvermek caiz değildir Çünkü bu, düşmanın kuvvetinin artmasına sebep olur İmam Muhammed'e göre ise, devlet başkanı müslümanlar için yararlı görürse bazı esirleri karşılıksız olarak salabilir Çünkü Hz Peygamber (sas) Yemâme halkının büyüğü Sümâme b Üsal'i fidye almadan serbest bırakmıştır (ez-Zeylâî, Nasbü'r-Râye, II, 391, 402; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 301 vd; es-Sâbûnî, Tefsiru Âyâti'l-Ahkâm, II, 455-457; Ö Nasuhi Bilmen, İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, III, 401, 402)

Şâfiî, Hanbeli, İmâmiyye, Zeydiyye ve Zâhiriyye mezheplerine göre; devlet, esirler hakkında İslâm ve müslümanlar için uygun göreceği şu dört alternatiften birisini uygulayabilir Öldürme, köle edinme, fidye almadan veya mal yahut müslüman esirler karşılığında salıverme Mâlikiler buna cizye koymayı da ilave ederler (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, VI, 472, 473)

Kurtuluş fidyesi karşılığında salıverme; ya esir mübâdelesi, ya da bir bedel karşılığında serbest bırakmayı ifade eder "Bundan sonra esirleri ya karşılıksız ya da fidye karşılığında salıvermek vardır" (Muhammed, 47/4) ayeti bunun delilidir İslâm'da ilk kurtuluş fidyesi Abdullah b Cahş'ın Amr b el-Hadrami'yi öldürmesi ile ilgili olarak ortaya çıktı Hz Peygamber (sas) Bedir Gazvesi'nden iki ay önce, bu seriyye tarafından yakalanan iki esir için kurtuluş fidyesi aldı (Zeylâî, age, II, 403) Bundan sonra Bedir Gazvesi esirlerinin kurtuluş fidyesi dört bin dirhemdir (Beş dirhem yaklaşık bir koyun bedelidir) Bunu temin edemeyen esirler ise, ashâb-ı kirâm çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğretme karşılığında serbest bırakıldılar

Diğer yandan Hanefiler, kurtuluş fidyesi karşılığında salıvermeyi bildiren (Muhammed 47/4) ayetinin, aşağıdaki ayetler tarafından neshedildiğini söylemişlerdir: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz" (et-Tevbe, 5) "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen kimseleri öldürünüz" (et-Tevbe, 9/29) Bu görüş, Mücâhid'den nakledilmiştir Buna bağlı olarak Bedir esirleriyle ilgili uygulama da mensûh sayılmıştır Ancak İmam Muhammed, müslümanların mal ve paraya ihtiyacı varsa, fidye karşılığı salıvermeyi caiz görür (es-Sâbûnî, age, II, 455, 456)

Hamdi DÖNDÜREN

FİİLÎ SÜNNET

Hz Peygamber (sas)'in davranışları ve fiilî uygulamalarıyla oluşan sünnet

Hz Peygamber'in sözle veya fiille açıktan gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tümü diye tarif edilen sünnet; kavlı, fiilî ve takrirî olmak üzere üç bölümde mütâla edilir

Resulullah'ın bütün fiil ve hareket tarzları, sözünü ettiğimiz bu üç ana esastan biri olan fiilî sünneti oluşturur Bu çeşit sünnetlerde ifade Hz Peygamber'e değil de sahâbeden birine ait olur: "Kâne'n-Nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem" (Hz Peygamber (sas) şöyle idi, şöyle şöyle yapardı); "Raeytü'n-Nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem" (Resulullah (sas)'i şöyle şöyle yaparken gördüm) şeklindeki ifade tarzları fiilî sünnetin rivâyet usul ve kavramlarıdır

Hz Âişe'nin Resulullah'ın Şaban ayındaki nâfile orucu ile ilgili açıklaması fiilî sünnete güzel bir örnektir:

O şöyle nakleder: "Rasulullah (sas) öylesine oruç tutardı ki biz, daha artık iftar etmez derdik Bir kere de iftar etti mi biz artık daha oruca niyet etmez derdik" (Buhâri, Savm, 52, 53; Müslim, Sıyâm, 175, 179; Muvatta Sıyâm, 56)

Fiilî sünnetler de diğer sünnetler gibi kısmen yazılarak ama büyük bir kısmı hâfızadan hâfızaya ezberle nakledilerek tevâtür, meşhur, âhâd tarikleriyle bize kadar ulasan, hadis adı verilen sözlü ifadelerle belgelenmiş ve bunlar hadis kitaplarında toplanmıştır Fıkıhta Hanefilerden Serahsı; Şâfiîlerden Ebû İshâk Şirâzî; Mâlikîlerden Kadı Abdulvehhâb; Hanbelilerden Ebû Ya'lâ ve bütün Ehli Hadîs, şöyle der: Buhâri ve Müslim'in veya ikisinden birinin Sahîh'lerine aldıkları hadisler şüphesiz Hz Peygamber'e aittir yani sübûtu kat'îdir Sözü ve manası mütevâtir olan hadisin Sübûtu kesin; meşhur ve âhâd olanların sübûtu ise zannîdir Ayrıca delâlette açıklık ve kapalılık, nakledenlerin cerh ve ta'dili çok önemli ikinci meseledir Usulcüler hadisleri senet ve metin yönleriyle tenkid ederler Hadisleri, Hz Peygamber'den bize kadar bütün râvîleri zikredilenlere müsned; bir veya birkaç râvîsi eksik olanları da mürsel diye nitelendirmişlerdir Muhaddisler ise mürsel hadis tabirinden tabiînin sahâbiyi atlayarak Hz Peygamber'den rivâyet ettikleri hadisi anlarlar

Bir hadis müsned muttasıl olur, ravîleri de gerekli şartları taşırsa o hadisle amel edilir Zâhirîler ve Şâfiîler mürsel hadislerle amel etmezler Ancak Şâfiîler, İmam Şâfiî'nin belirttiği şartları taşıyan mürsellerle amel ederler Hanefi, Mâlikî ve Hanbeli hukukçuları ise mürselle amel etmiş onu kıyasa tercih etmişlerdir Hadisle amel edilen konunun içeriği hakkında da haber-i vâhidin hüccet olduğu yerin yalnız fiil ve amelle ilgili olan şer'î hükümler olduğu belirtilmiştir Sahih hadisle amel etmek için onun ayet ve mütevâtir sünnete muhalif olmaması, akla aykırı olmaması, ilk râvînin fakih olması şartlan aranır Bu son şart Hanefilere göredir

Hz Peygamber (sas)'in fiilleri üç kısımdır:

İlki, bütün ümmetin yapması caiz olanlardır Bunları O yapmış, fakat ümmetine emretmemiştir (bk Buhâri, Büyû')

İkincisi, Hz Peygamber'in kendine ait işleridir Teheccüd namazı gibi Bu namaz ona farz ümmetine müstehabdır

Üçüncüsü, bir insan olarak yaptığı işlerdir Yemekte sağ elle yemek, saçını ortadan ayırmak gibi Bu fiiller ümmetine farz değildir; çünkü bunlar beşerî fiillerdir

İsmail Lütfi ÇAKAN

FİL SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in yüzbeşinci suresi Mekke'de nâzil olmuştur; beş ayettir fâsılası Lâm harfidir Adını birinci ayetinde geçen "fil" kelimesinden alır Fil, Asya ve Afrika'da yaşayan, iri yapılı, güçlü hortumlu, büyük kulakları ve boynuzları (fildişi) olan bir kara hayvanıdır Sure, önceki bir dönemde Allah'ın müminlere yardımını ve büyüklenenlere karşı gösterdiği gazâbını anlatmaktadır

Surenin nüzul sebebi şudur: Habeşistan'ın Yemen vâlisi Ebrehe, San'a'da büyük bir tapınak yaptırdı Gayesi, Kâbe hacılarını buraya çekmekti Fakat Kinâne kabilesinden bir veya birkaç kişi geceleyin bu tapınağa girerek burayı pisledi Buna son derece kızan Ebrehe büyük bir ordu hazırladı Bu muazzam ordunun karşısında kimse dayanamazdı Geçtiği yerlerde her önüne çıkanı yendi Ordusu, büyük fillerle desteklenmekteydi ve bu fillerin "Mamut" denilen en iri olanı, karşısındakini ezip geçiyordu Ebrehe'nin ordusuna Ashâbu'l-Fil (fil sahipleri) denmiştir Bu ordu zayıf olan Kureyş'i de korkuttuktan sonra, tam Kâbe'ye saldıracağı sırada Allah ebâbil kuşlarını üzerlerine gönderdi Kuşlar ağızlarında ve ayaklarında taşıdıkları taşları askerlerin üzerine atarak bu muhteşem orduyu helâk ettiler Olay Hz Peygamber (sas)'in doğduğu yılda meydana gelmişti Aynı zamanda bu olay onun peygamberliğine delâlet eden mucizelerden sayılmıştır

Surenin manası şudur: "Görmedin mi nasıl etti Rabbin ashâbı file, Kılmadı mı tedbirlerini müstağrak tadlile? Saldı da üzerlerine sürü sürü kuşlar Atıyorlardı onlara siccilden taşlar Derken bir yenik hasıl gibi oluverdi" Onlar (Muhammed Hamdi Yazır meâli) Yani "Görmedin mi Rabbin Fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı Nihayet onları kurt tarafından yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı" demektir

Burada "görmedin mi?" lafzı hem Fil olayını bilenlere, hem Resulullah'a, o zamanda yaşayan herkese ve de bütün insanlara yöneliktir

Fil suresi önemli ve ibret verici özellikler içermektedir

Allahu Teâlâ, Kâbe'yi mübârek kılmıştır Ona herhangi bir şekilde saldırıda bulunan, surede zikredildiği gibi korkunç bir azaba uğrar Allah, buyruklarına uyanları kurtarır, onlara yardım ederken; karşı gelenleri azâbıyla kuşatır Allah zâlimlere karşı zayıflara, ezilenlere, hakka inanıp da zâlimlere karşl çıkamayanlara daima yardımcıdır ve en güçlüler bile O'nun intikamı karşısında yok olur giderler

Ebrehe Kâbe hakkında, "Allah onu elimden kurtaramayacaklar" deyip büyüklendi O dönemde Mekke'nin başkanı sayılan Abdülmuttalib de, "Bu Beytullah'ın bir sahibi var, O onu koruyacaktır" dedi Rivâyetlerde ayrıca Ebrehe'nin, "Bu Beytullah'ın emin bir ev olduğunu duydum; onun eminliğini yok etmeye geldim" dediği de kaydedilir Abdülmuttalib'in de, "Bu, Allah'ın evidir Bugüne kadar hiç kimse ona saldıramadı" demesine karşılık Ebrehe, "Ben onu yıkmadan geri dönmeyeceğim" diyerek Mamut'u Kâbe'ye doğru yöneltti Ancak hayvan olduğu yere çökmüştü Kureyşlilerin niçin savaşmadıkları hem bu fillerden, hem de sayılarının azlığından anlaşılmaktadır Kureyşliler ancak onbin kişi kadarken Ebrehe ordusu altmışbin kişiydi Kureyşliler katliamdan kurtulmak için dağlara çekilince Kâbe ortada kaldı İşte bu sırada Allah intikamını aldı; sürülerle kuşlar, askerlere taş yağdırdılar Rivâyetlere göre bu taşlar askerleri parçaladı; değdiği askeri hemen parçalayan, veya değdiği eti ve kemiği hemen çürütüp eriten taşlardı bunlar Askerlerin et ve kanları su gibi akıyor, kemikleri dışarı fırlıyordu Kısacası, korkunç bir fâcia meydana gelmişti Milâdı 571 yılında cereyan eden bu olaya Araplar "Fil Vak'ası" ve bu seneye "Fil Yılı" demişlerdir Olay, Müzdelife ile Mina arasındaki Mahasab vadisi yakınındaki Muassıb'da meydana gelmiştir Müzdelife'de durmak, Muassıb'da hızlanarak geçmek Resulullah'ın bir sünneti olmuştur Bu olay üzerine Araplar pekçok şiir ve kasîdeler yazmışlar ve müşrik Mekkeliler bir müddet (on yıl) tek Allah'a iman edip putlarmı Kâbe'den kaldırmışlardır Ama bir süre sonra yine ortak koşmaya başladılar ve ardından Hz Peygamber risâletle kendilerine gönderildi Kureyş, Ebrehe'nin helâkının her yerde duyulmasıyla itibar kazanmış ve kervanları gittikleri yerlerde âdeta dokunulmazlığa sahip olmuştur Kureyş suresinde onların "Kâbe hizmetçiliği" görevleri sayesinde Araplar arasında nasıl dokunulmaz kılındıkları anlatılmaktadır (Mevdûdî, Tefhimu'l-Kur'ân, VII, 235-243; M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 6097-6146

O devirde, yani Milâdı altıncı yüzyılda Arabistan yarımadasında tek bir din hâkimdi ve Mekke bu dinin merkeziydi Mekke, beşinci yüzyılda Zemzem kuyusu yanında kuruldu Buraya ilk defa Amalikalılar onlardan sonra da Cürhüm kabilesi yerleşti Cürhümîler'den sonra Mekke'ye Huzaa oğulları hâkim oldu Resulullah'ın dördüncü göbekten dedesi olan Kusay b Kilâb 440 yılında Mekke ve Kâbe hâkimiyetini ele geçirdi Böylelikle, sikaye, hicâbe*, rifâde ve livâ denilen Kâbe hizmetleri Kureyşlilerin eline geçmiş oldu Mekke'ye "Beytü'l-haram", "Ümmü'l-Kurâ", "el-Beledü'l-Emin","el-Beytü'l-Atik" denilir (Bk el-En'âm, 6/92; et-Tîn, 95/1-3; el-Hacc, 22/28) Resulullah'ın bir hadisinden Hz İsmail neslinden Kinâneoğulları; onlardan Kureyş, ondan Haşimoğulları ondan da Resulullah'ın seçildiği kaydedilmiştir Kâbe'yi Allah'ın emriyle Hz İbrahim ve oğlu Hz İsmail (as), birlikte inşa etmişlerdir (el-Bakara, 2/127) Yine Allah İbrahim'e insanlara haccı bildirmesini tebliğ etti ve insanlar Kâbe'yi bir hac yeri kıldılar (el-Hac, 22/27) Kâbe, tavansız, dört köşe, küçük bir yapıdır Dört köşe olmasından dolayı Kâ'be denilir

İA

FİRASET

Düşüncede tutarlı olmak, bir şeyde düşünerek davranmak ve basiretli hareket etmek, bir şeyin gerçek mahiyetini görebilmek Bir kişi işlerin iç yüzünü görebildiği, önceden tahmin edip, düşünebilme kabiliyet ve maharetine sahip olduğu müddetçe firasetli sayılır

Bir müslüman kalbini kin, nefret, münafıklık, çekememezlik, düşmanlık vb her türlü kalb hastalıklarından temizleyip, iman nuru ile takva muhabbetiyle doldurduğunda, aynaya akseden eşyanın sureti gibi bazı sırlar adeta cilalanmış olarak kalbine akseder, "başkalarının gönüllerindeki saklı olan şeyleri de keşfedebilir ki, işte bu gerçek "firasettir" Nitekim Hz Peygamber "müminin firasetinden sakınınız; zira o Allah Teâlâ'nın nuru ile bakar" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağır, 1, 24) buyurmuştur (Gazzalî, İhyau Ulumi'd-Din tıc Ahmet Serdaroğlu, İstanbul 1973, II 726)

Firaset kabiliyetinin iman nuru ile yakından alakalı olduğunu destekleyen şu ayeti burada hatırlatmak gerekir "Ey iman edenler! Şayet Allah'dan ittika ederseniz, o size fürkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir" (el-Enfâl, 8/29) (Elmalılı Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV 2392)

Yukarıda sözü edilen hadiste iki ayrı yorum yapılmıştır: Birincisi, hadisin zâhirinin delalet ettiği anlamdır ki, bunu Allah Teâlâ, evliyasının kalbine koyar da, onlar da bunun sayesinde kerâmet, isabetli zan ve hades (başkalarının bilmediği şeyleri bilebilme yeteneği) çeşitleri ile insanlardan bazısının durumlarını bilirler İkinci görüşe göre ise; hadiste sözü edilen firaset, delillerle, tecrübelerle, yaratılış ve ahlâkla öğrenilen bir tür (maharettir) ki, bazıları insanların bâtın hallerini bu maharetleri sayesinde bilebilirler (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, Beyrut (ty), III 428)

Bu tecrûbî ve rasyonel izahın da hadislerde izahını bulmak mümkündür Zira Hz Peygamber mümini akıllı, zeki ve ince görüşlü olarak tavsif etmekle (Suyûtî, age, Şam(t) II 571), iman ve takva sayesinde elde ettiği firâseti sayesinde her türlü hile, tuzak ve entrikaya da düşmemesi gerektiğini de şu hadisleri ile işaret etmişlerdir: "Mümin bir kovuktan iki defa ısırılmaz (Buhâri, edeb, 83; Müslim, zühd, 63; Ebû Davud, edeb, 29; İbn Mace, fiten, 13; Darimi, rikak, 65; Ahmed b Hanbel II 1 15)

Talat SAKALLI

FİRAVUN

Mısır'da hüküm süren Amerika krallarına verilen ünvan Türklerin hükümdarlarına Hakan, Bizanslıların Kayzer, İranlıların Kisra dedikleri gibi, eski Mısırlılar da Firavun derlerdi İslâm dil bilginlerine göre firavun kelimesi, kibir ve gurur anlamına gelen "fer'ane" ya da "tefar'ane" kelimesinden gelir Çoğulu 'ferâine'dir Kelimenin bu anlamı nedeniyle kibirlenen, zulüm yapan kişi için "adam firavunlaştı" anlamında "tefer'ane'r recûlü" denir Kök anlamı dışında firavun kelimesinin sapma ve saptırma, bozulma ve başkalarını bozma, zarara girme ve zarara uğratma anlamlarında da yaygın bir kullanılışı vardır Buna göre her zâlim, sapkın ve mütekebbir kişi firavundur Kur'an da kelimeyi bu yorumu doğrulayacak biçimde kullanır Sözgelimi Hz Yusuf dönemindeki Mısır kralı Firavun olarak nitelenmezken, Hz Musa dönemindeki krallar Firavun olarak anılır Kelimenin anlamı, diğer bir görüşe göre, güneş tanrısının oğlu demektir Eski Mısırlılar güneşe Ra adını vermiş ve ona yüce tanrı diyerek tapınmışlardır Mısır inançlarına göre her kral iktidarını Ra ile olan ilişkisine dayandırır ve kendisini Ra'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak empoze ederdi Zamanla Ra soyundan geldiğini savunan krallar, kendilerinin de "yüce rab" olduklarını halka kabul ettirmek amacıyla Firavun (güneş tanrısının oğlu) ünvanını kullanmaya başladılar (Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'an Tercümesi, İstanbul 1986, II, 69)

Kur'an, Hz Musa ile ilişkisi nedeniyle sık sık andığı Firavun'un kimliğinden sözetmez Buna karşılık Cevheri gibi bazı İslâm bilginleri, Kur'an'da geçen Firavun'un Velid b Mus'ab olduğu görüşündedirler Fakat Kur'an'da sözedilen Firavun, gerçekte iki ayrı hükümdardır Bunlardan ilki, Hz Musa'nın doğduğu sırada Mısır' yöneten ve Musa'yı sarayında büyüten Firavun; diğeri de Hz Musa'nın risâletle görevlendirildiği sırada iş başında olan Firavun'dur Çağdaş tarih araştırmacılarına göre ilk Firavun MÖ 1292-1225 yılları arasında hüküm süren II Ramses; ikincisi ise II Ramses'in oğlu Mineftah'tır Ne var ki, Hz Musa'nın dönemi kesin olarak tesbit edilemediği için bu görüşün yanlış olması da mümkündür Kaldı ki tarihsel kişiliklerin tesbit edilip edilmemesi fazla bir önem taşımaz Bu nedenle Kur'ân kimlikler üzerinde durmayarak ilâhı mesaj karşısında yeralan evrensel Firavun tipinin özelliklerini vurgular

Hz Musa'nın doğduğu zaman Mısır'ı yöneten kişi Firavun'dur Çünkü zorbalığa yönelmiş, halkını sınıflara ayırmıştır Aralarından bir zümreyi (İsrailoğullarını) güçsüz düşürmek için oğullarını boğazlamakta, kızlarını diri bırakmaktadır Tam bir bozguncudur (el-Kasas, 28/4) Hz Musa böyle bir ortamda, ezilen zümrenin bir üyesi olarak dünyaya geldi Normal şartlarda hayatta kalabilmesi mümkün değildi Fakat Allah, zayıf düşürülenlere lütufta bulunmak, önderler yapmak ve zâlimlerin mirasçısı, o yerlerin hakimleri durumuna getirmek istiyordu (el-Kasas, 28/5-6) Bu iradenin gerçekleşmesi için de Hz Musa'nın hayatta kalması gerekiyordu Annesine Musa'yı denize bırakması vahyedildi Böylece Musa, hem Allah'ın, hem de İsrailoğullarının düşmanı olan Firavun'un sarayına getirildi Firavun ve ailesi, ileride kendilerine düşman olacak çocuğu kendi çocuklarıymış gibi besleyip büyüttü (el-Kasas, 28, 7-14) Hz Musa, gençlik çağında bir Kıptînin ölümüne neden olduğu için Mısır'dan kaçarak Medyen'e gitti Hz Musa kaçarak ayrıldığı Mısır'a on yıl sonra Allah Resulü olarak yeniden dönecektir

Hz Musa, Medyen'den dönerken risâletle görevlendirildi (Tâ-Hâ, 20/11-14) Doğrudan Firavun'a gidecek (Ta-Hâ, 20, 24), Allah'ın ayetlerini tebliğ edecek (Ta-Hâ, 20/42), ondan İsrailoğullarını serbest bırakmasını, onlara baskı ve işkence yapmamasını isteyecekti (Tâ-Hâ, 20/47) Firavun, azgın bir zorba (ed-Duhân, 44/31) ve büyüklük taslayan (el-Ankebût, 29/39) bir hükümdardı Kavmi de bir zâlimler topluluğu (eş-Şuarâ, 26/10) hâline gelmişti Firavun, Hz Musa'nın çağrısına, bütün ayetleri, delilleri ortaya koyduğu halde, büyük bir inatla karşı çıktı Bu andan itibaren Hz Musa ile Firavun arasında başlayan büyük mücâdele Kur'an'da ayrıntılı biçimde gözler önüne serilir Kur'an'ı izleyerek bu mücâdeleyi ana hatlarıyla şöyle tesbit edebiliriz: Firavun, ilâhı mesajla kendisine gelen Hz Musa ve Harun'u önce iddialarından vazgeçmemeleri ve kendisinden başka bir ilah tanımaları durumunda hapse atacağını söyleyerek (eş-Şuarâ, 26/29) sindirmeye çalıştı Başaramayınca, sarayda büyütülüşünü hatırlatarak (es-Şuarâ, 26/18) minnet altında bırakmayı denedi Bu da tutmayınca, "Rabbiniz kimdir?" (TâHâ, 20/49) ve "Önceki nesillerin durumu nedir?" (Tâ-Hâ, 20/51) gibi sorularla sınamaya, tartışma yoluyla susturma yoluna başvurdu; deli olduğunu iddia ederek sözlerini geçersiz kılmaya çalıştı (es-Şuarâ, 26/27) Bunda da başarılı olamayınca, çaresiz, Hz Musa'dan, getirdiğini iddia ettiği ayetleri (mucize) göstermesini istedi (eş-Şuarâ, 26/31)

Hz Musa, kendisine bağışlanan asa ve Beyaz el mucizelerini gösterince Firavun bu kez de onu sihirbazlıkla, kendilerini yurtlarından çıkarmayı planlamakla suçladı (Tâ-Hâ, 20/57) Hz Musa'nın bir sihirbaz ve dolayısıyla peygamberlik iddiasının temelsiz olduğunu kanıtlamak amacıyla ülkesinin önde gelen sihirbazlarını toplayarak onunla yarıştırdı Fakat sihirbazların bir sihir değil, mucize karşısında bulunduklarını anlayarak müslüman olmaları nedeniyle amacına ulaşamadı Üstelik bir bayram günü halk önünde cereyan eden yarışma Hz Musa'nın lehine sonuçlandı (TâHâ, 20/58-70) Bütün kozlarını kullanan Firavun, bütün zorbalar gibi zulme, katliama başvurdu Hz Musa'ya iman edenlerin oğullarının öldürülmesini, kadınlarının sağ bırakılmasını emretti (el-Mü'min, 40/25) Bununla da yetinmeyerek Hz Musa'yı öldürtmeye kalkıştı Fakat kendi ailesinden bir mümin kimsenin uyarısı üzerine vazgeçti (el-Mü'min, 40/26-35) Allah, belki gerçeği görür ve kabul ederler diye Firavun ve halkını kıtlık, tufan, çekirge gibi çeşitli azap ve felâketlerle cezalandırdı Her felâket sırasında Hz Musa'ya başvurarak Allah'a dua etmesini istediler; azabın kaldırılması hâlinde iman edeceklerine dair söz verdiler, fakat azap kaldırılınca sözlerinden döndüler Firavun, Mısır mülkünün kendisine ait olduğu, düzgün konuşamayan Hz Musa'dan daha iyi olduğu, doğru söylemiş olsaydı Hz Musa'ya güç ve saltanatın simgesi olan altın bileziklerin atılması ya da yardımcı melekler gönderilmesi gerektiği gibi söz ve gerekçelerle halkının itaatinin devamını sağladı (ez-Zuhruf, 43/48-54)

Firavun'un, çevresinin ve halkının ilâhı mesajı kabul etmeyecekleri, zulüm ve işkencelerinin sona ermeyeceği kesinlik kazanınca Hz Musa'ya İsrailoğullarını bir gece Mısır'dan çıkarması emri verildi (eş-Şuarâ, 26/52) Durumu öğrenen Firavun hemen harekete geçerek büyük bir ordu topladı (eş-Şuarâ, 26/53) Amacı, İsrailoğullarını bütünüyle yok etmekti Ama Allah'ın da bir hesabı vardı Firavun ve ordusu, Hz Musa ve İsrailoğullarına yol vermek için yarılan Kızıldeniz'in yeniden birleşen suları içinde yok olup gitti (eş-Şuarâ, 26/60-66) Böylece Allah, Firavun ve halkını tapınırcasına sevdikleri şeylerden; çeşmelerden, bahçelerden, hazinelerden, o güzel yerlerden çıkardı ve bunları İsrailoğullarına miras yaptı (eş-Şuarâ, 26/57-59) Zorba Firavun, Kızıldeniz'in suları arasında artık her şeyin bittiğini, boğulacağını anlayınca, "Gerçekten İsrailoğullarının inandığından başka tanrı olmadığına inandım; ben de müslümanlardanım" dedi ama iş işten geçmişti "şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştur'' denildi Cesedi, gelecek nesillere ibret olması için denizden kurtarılarak bir tepeye atıldı (Yunus, 10/90-92)

Kur'an, tarihî olayları bir tarih kitabı gibi belli bir olayı aktarma amacıyla değil; insanları uyarma, düşündürme, evrensel gerçekleri kavratma gibi amaçlarla konu edinir Hz Musa ve Firavun hikayesi, bütün bu amaçların gerçekleştirildiği en kapsamlı kıssalardan birisidir Kur'an bu kıssa ile müslümanların imanını güçlendirme, İslâmî tebliğe karşı çıkan müşrikleri uyarma gibi amaçlarının yanısıra, İslâm dışı toplumsal yapılanmaların, yönetim biçimlerinin, eşdeyişle Firavunî toplumların değişmeyen özelliklerini de ortaya koymayı amaçlar İslâm dışı toplum ve yönetim biçimleri, tarihin hangi döneminde bulunursa bulunsun, hangi adla adlandırılırsa adlandırılsın, Firavun'a ve onun- temsil ettiği siyasal sisteme, bu sistemle şekillendirilen topluma özgü inanç ve düşünceleri, özellikleri yansıtır Bu nedenle özü bakımından Hz Muhammed'in karşısında yeralan kişilerle kökten değiştirmeyi amaçladığı toplumsal yapı, Hz Musa döneminin Mısır'ından pek farklı olmadığı gibi, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde varlığını sürdüren İslâm dışı bir toplumsal ve siyasal sistem de Mekke'dekinden çok farklı değildir

Kur'an, bize Firavun kıssası ile Firavunî toplumların temel özelliklerini belirleme imkânı veriyor Buna göre bu tür toplumların en temel özelliği Allah'ın yeryüzündeki hakimiyetini reddetmeleridir Firavun'un ilâhlık ve rablık iddiası, gerçekte Allah'ı ya da o toplumda varlığı kabul edilen ilahları yok saydığını değil; yeryüzünde kendisinden başka itaat edilecek, kanun koyacak, yönetecek güç tanımadığını ifade eder Allah'ın hakimiyetini ve ilahî kanunları reddeden toplum, bu yetkiyi ister Firavun örneğindeki gibi tek kişiye, isterse belli bir topluluğa, bir sınıfa, bir partiye tanısın, sonuç değişmez Firavun'un, içinden akan ırmaklara varıncaya kadar bütün Mısır mülkünün kendisine ait olduğu yolundaki sözleri Firavunî toplumların başka bir özelliğini gösterir Bu tür toplumlarda mülk Allah'ın değil hakim gücün sayılır Hakim güç, mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahiptir Bu mülkiyet ve tasarruf anlayışının doğal sonucu olarak belli bir azınlık servet içinde yüzerken büyük halk çoğunluğu açlık ve sefalet içinde kıvranır Firavun'un, böylesine mutlak bir hâkimiyet ve mâlikiyeti yalnız başına sürdürmesi mümkün değildir Bu nedenle Kur'an Firavun ile birlikte "mele" adını verdiği işbirlikçilerine de dikkat çeker Bugünkü karşılıkları ile söylenirse "mele", büyük sermaye sahipleri, meclis üyeleri, yüksek rütbeli subaylar üst düzey yönetici ve bürokratlar halkı etkileme ve yönlendirme imkânına sahip aydın, sanatçı, din adamı ve benzeri kişilerden oluşan topluluktur Bunlar, Firavun'un, firavunî düzenlerin kendilerine sağladıkları çıkarlar karşılığında onun hâkimiyetinin sürmesine yardım ederler Bu da firavunî toplumların başka bir özelliğidir

Firavunî düzenleri yapıları gereği varlıklarını ancak zulüm ve zorbalıkla sürdürebilirler Adâlet, eşitlik, insan hak ve özgürlükleri bu tür düzenler için hiçbir anlam taşımaz Toplumda her şey düzenin korunması ve sürdürülmesi amacına uygun biçimde düzenlenir Tıpkı Firavun'un Mısır'ındaki gibi toplum çeşitli sınıflara bölünür; özellikle düzen için tehlikeli görülen unsurlar baskı ve zulümlerle zayıf düşürülür; gerektiğinde erkek çocuklarının öldürülmesi gibi yöntemlerle nüfus planlamasına gidilir Peygamberler ya da onların takipçisi müminler tarafından adâlet, özgürlük, insanca yaşama adına yapılan her çağrı Firavun ve melesi için mülk, saltanat ve hakimiyetlerine yönelik bir saldırı anlamına geleceğinden hemen susturulması gerekir Firavun'un Hz Musa'nın daveti karşısındaki tutumu, firavunî düzenlerin bu yolda uygulayacakları bütün yöntemlerin bir özetini verir: Psikolojik baskı, daveti etkisiz kılacak karşı propaganda, suçlama, hapis ve öldürme tehditleri ve uygulamaları, çeşitli baskı, işkenceler ve nihayet soykırımı

Firavun kıssası, Firavun ve işbirlikçilerinin kaçınılmaz akıbetlerini de gözler önüne serer Onlar, galip ve güçlü olanın yakalayışı ile yakalanır (el-Kamer, 54/42) ve azabın en kötüsü ile kuşatılırlar (el-Mü'min, 40/55) Sonunda bütün yaptıklarının intikamı alınır ve hepsi boğulur, yok olup giderler (ez-Zuhruf, 43/55) Ahiretteki durumları ise daha da kötüdür Onlar azabın en şiddetlisine sokulurlar (el-Mü'min, 40/46) Hz Musa ve müminler ise imanlarının, sabır ve mücâdelelerinin bir ödülü olarak esenliğe çıkar, Firavun ve işbirlikçilerinin mülküne vâris ve hakim olurlar

Ahmet ÖZALP

Alıntı Yaparak Cevapla