Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (F)
Furkân
Hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıran
Furkân ism-i masdardır: Masdar değildir Fark kelimesinden daha anlamlıdır Çünkü furkân sadece hak ile bâtılı birbirinden ayırma manasında kullanılır Fark ise, daha umumî olup, ayırmanın mümkün olduğu bütün nesneler hakkında kullanılır (Abdu'r-Rauf el-Mısrî, Mu'cemü'l-Kur'an, Beyrut 1367/1948, II, 77)
Furkân, Kur'an-ı Kerîm'de değişik anlamlarda kullanılmıştır:
1- Zafer anlamında: "Hani Musa 'ya doğru yola gelirsiniz diye, o kitabı (Tevrât'ı) ve Furkân'ı (zaferi) vermiştik" (el-Bakara, 2/53)
2- Dinde insanı sapıklıktan ve şüphelerden çıkarma anlamında: "(O Kur'an ki) insanlara tam hidayettir, doğru yolu ve hak ile bâtılı ayırdeden (dalâletten kurtaran) hükümlerin nice açık delilleridir'' (el-Bakara, 2/185)
3- Kur'an ile eş anlamda: "Furkân'ı, âlemlerin (ilâhi azap ile) korkutucusu olsun diye, kuluna (Hz Muhammed 'e) indiren (Allah'ın şânı) ne yücedir" (el-Furkan, 25/1) (Ebu'l-Ferec Abdurrahman ibnü'l-Cevzî (V 597/1200), Nüzhetü'l-A'yfini'n Navâzir fi İlmu'l-Vücûh ve'n-Nazâir, Beyrut 1405/1985, s 459-460)
Müfessir Zemahşeri el-Bakara suresinin 53 ayetini tefsir ederken Furkân'la ilgili olarak daha değişik anlamlar vermekte ve şöyle demektedir: "Yani Musa'ya Tevrat'ı verdik O Tevrat ki, hem ilâhı bir kitaptır, hem de hak ile bâtılı birbirinden âyırdedendir Veya ayette geçen Furkân; hüccet, âsâ, yed-i beyzâ (ışık saçân el) ve diğer mucizeler demektir Yani Hz Musa'ya bunlar verilmiştir Furkân, helâl ile haramı birbirinden ayırdeden ilâhı kanunlar anlamına da alınabilir Başka bir görüşe göre de furkân, Hz Musa ile düşmanlarını biribirinden ayırdeden Zafer anlamındadır Nitekim el-Enfâl, suresinin 21 ayetinde geçen "Furkân Günü" Bedir'de kazanılan zafer anlamına gelmektedir" (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, 1397/1977, I, 69)
Zamahşen de el-Bakârâ, suresinin 185 ayetinde geçen furkan, "hak ile bâtılı, hidayetle dalâleti birbirinden ayıran" manasına alır (el-Keşşaf, I, 111)
Bazı bilginlere göre furkân masdardır Kur'an-ı Kerîm hak ile bâtılı birbirinden ayırdettiği için "Furkân" diye isimlendirilmiştir
Veya Kur'an, bölüm bölüm, parça parça indirildiği için Furkân olarak adlandırılmıştır (Zemahşerî, a g e , IV, 139)
4- ''Bundan evvel Tevrat ve İncil'i de indirmişti (ki onlar) insanlar için birer hidayet idi O hak ile bâtılı ayırdeden hükümleri de indirdi" (Âl-i İmrân, 3/4) Ayet-i kerimede geçen Furkân'dan maksat, bütün semâvî kitaplardır Çünkü bunların hepsi hak ile bâtılı birbirinden ayırdeder Veya furkân'dan maksat, ayette geçen Tevrat, İncil ve Kur'an'dır Veya dördüncü kitaptır ki, o da Zebûr'dur; yahut Allahu Teâlâ evvelâ Kur'an-ı Kerîm'i cins bir isimle (kitab olarak) zikretti, sonra şanını yüceltmek ve faziletini izhar etmek için onu bir vasıfla, yani hak ile bâtılı biribirinden ayırdeden bir sıfatla tekrarladı (Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1397/1977, I, 161-162)
5- "Ey İman edenler; eğer Allah'tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek olanı verir" (el-Enfâl, 8/29) ayet-i kerimesinde gecen furkân zafer manasında olabileceği gibi, beyân ve zuhûr manasına da gelebilir: "Allah size furkân verir" Yani sizi üne kavuşturur; sesiniz her taraftan duyulur; eserleriniz yeryüzüne yayılır Veya "Size furkân verdi'' demek, sizi başarıya ulaştırır, kalplerinize huzur verir Ayrıca Furkân'dan maksat, dinî ve dünyevî üstünlükler demektir Buna göre "Size furkân verir" demek, sizinle diğer dinlerin mensuplarını birbirinden ayırdeder; hem dünyada ve hem ahirette size üstün meziyyetler ihsan eder demektir (Zemahşerî, a g e , II, 164)
Seyyid Şerif Cürcânî, Furkân'ı şöyle tarif eder: "Furkân, hâk ile bâtılı birbirinden ayırdeden tafsîli ilimdir" (Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s 166)
Abdülbaki TURAN
FURKÂN SURESİ
Kur'an-ı Kerîm'in yirmibeşinci suresi Mekkî surelerdendir Ayetleri yetmişyedi, kelimeleri bin sekizyüzyetmişiki ve harf sayısı üçbinyediyüzotuzüçtür Sure; adını birinci ayette geçen ve "ayırmak, ayırdetmek, mühim davaları çözüme kavuşturan kesin delil, mûcize gibi manalara gelen "furkân" kelimesinden almıştır "el-Furkân", aynı zamanda Kur'an-ı Kerîm'in isimlerinden birisidir
Sure, Mekke kâfirlerinin Kur'an, Hz Muhammed (s a s )'in peygamberliği ve getirdiği öğretilere karşı yükselttikleri şüphe ve itirazları ele almaktadır Her itiraza uygun cevap verilmekte ve insanlar, gerçeği reddetmenin sonuçları hakkında uyarılmaktadır Surenin sonunda, Müminûn suresinin başında olduğu gibi Resulullah'a iman eden ve onun getirdiği öğretileri izleyen insanların üstün nitelikleri, ahlâkî ve mânevî üstünlükleri tasvir edilmektedir
Sure, bütünü itibariyle Resulullah (s a s )'i teselli edici, tatmin ve takviye edici, ruhunu okşayan ifadelerle doludur Bir yanıyla Allah'ın, kulu ve Resulü Hz Muhammed'e tatlı, sevimli ve ruh okşayıcı ifadelerini ihtiva etmekte; bir başka yanıyla da Allah'a ve Resulüne karşı direnen sapık insan yığını ile yapılan savaşı tasvir etmektedir
Konuyu ele alış tarzı bakımından sureyi dört ana bölümde incelemek mümkündür:
I Bölüm: İnsanları uyarmak için Allah'ın, Kur'an'ı kuluna indirmesinden dolayı hamd ve tesbihle başlıyor Göklerin ve yerin tek sahibi, kâinatı hikmet ve takdirine göre idare eden, oğul ve ortak koşmaları reddeden Allah'ın birliğini anlatıyor:
"Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve herşeyi yaratıp ona bir nizam veren, mahlukâtın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (1, 2)
Sonra müşriklerin tek Allah'a inanmayı reddedip O'nunla beraber başka tanrılar edindikleri, bu tanrıların kendileri yaratılmış olduğu halde onlara tapınmaları eleştiriliyor:
"O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler" (3)
Bunun ardından, onların Peygamber'in getirdiği gerçekleri yalanladıklarını ve bu gerçeklerin geçmişlerin masallarından ibaret bulunduğu, hatta bunları bir başkasının Peygamber'e yazdırdığını söylediklerini belirtiyor:
"İnkâr edenler, Bu olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' derler Böylece onlar hiç şüphesiz iftira ve zulme başvurmuşlardır" (4, 5)
İnkârcıların, Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olmasını, yemek yiyip çarşılarda dolaşmasını yadırgadıklarını belirtiyor; gerçekten bir peygamberse ona bir meleğin inmesi gerektiğinden söz ettiklerini naklediyor; bu aşırılıklarını yüzsüzlüğe çevirerek Hz Peygamber'in büyülenmiş birisi olduğunu iddiaya kadar vardırdıklarından söz ediyor:
"Ve dediler ki; "Bu ne biçim peygamberdir? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?O zâlimler "Siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (7, 8)
Cenâb-ı Allah, bunu açıklamakla, inkârcıların, Hz Peygamber (s a s ) ve onun risâleti hakkındaki sözlerini etkisiz kılmak istiyor
Ondan sonra da sapıklıklarından ve kıyâmeti yalanlamalarından söz ederek, kendilerine hazırladığı cehennem azabını beyân ediyor Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yere atılacaklarını; bu esnada yol olup gitmeyi temenni edeceklerini belirtiyor:
"Üstelik saati (kıyâmeti) de yalan saydılar Biz de saati yalan sayanlar için çılgın bir ateş hazırladık Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler Elleri boyunlarına bağlı olarak, dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler Onlara, "Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, aksine birçok defalar yok olmayı isteyin' denilir" (11-14)
Müminlerin cennetteki durumundan söz ettikten sonra, konunun derinliklerine dalarak inkârcıların mahşer günündeki hallerini gözler önüne seriyor Allah'tan başka tapınmış oldukları şeylerle yüzyüze gelmelerini ve bu tapındıkları şeylerin, Allah'a karşı koşulan her türlü şirki yalanlamaları bölümüne geçiliyor
I Bölüm: Resulullah'ı teselli ile son buluyor ve ona, kendisinin de diğer bütün peygamberler gibi bir beşer olduğunu, onlar gibi yiyip-içip çarşılarda gezindiğini belirtiyor:
"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezinirlerdi Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz Ve Rabbin herşeyi hakkıyla görendir" (20)
II Bölüm: Ahireti inkâr edenlerin Allah'a karşı dil uzatmaları ve, "Bize melekler indirilmeli değil miydik? Veya Rabbimizi görmeli değil mi idik?" (21) dediklerini belirterek başlıyor ve çabucak, melekleri gördükleri kıyamet gününden bir tablo getiriyor gözlerinin önüne: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç iyi haber yoktur Melekler iyi haberler size yasaktır, yasak' derler O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir O gün, gerçek hükümranlık Rahmân'ındır İnkarcılar için yaman bir gündür o" (22, 25, 26)
Böylece Kur'ân'a karşı gelenlerin düşeceği hâli açıklayarak Peygamber'ine teselli vermektedir Onlardan önce geçen ve peygamberlerini yalanlayan, Musa (a s ), Nuh (a s )'ın kavminden, Âd ve Semûd kavminden, Ress halkından söz ederek başlarına gelenleri tasvîr ediyor, onların hayvanlarla aynı safta bulunduklarını, hatta onlardan aşağı olduklarını beyân ediyor: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler Belki daha da sapıktır yolları" (44)
III Bölümde, gece ile gündüzün ardarda gelmesinden, hayat bahşeden sudan ve insanların bu sudan yaratıldıkları halde, Allah'tan başka kendilerine fayda veya zararı dokunmayan varlıklara tapınmalarından, yaratıcılarına ise karşı gelmelerinden söz ediliyor:
"Onlara; "Rahmân'a secdeye varın" denildiği zaman; "Rahmân da nedir, emrettiğine mi secdeye varacağız?' derler, ve bu onların nefretini arttırır"
IV Bölümde ise Allah'a ibâdet edip secdeye kapaman ve Allah'a kulluk sıfatını hakeden "Rahmân'ın kulları" tasvir ediliyor; Rahmân'ın kullarının gittiği yoldan gitmek isteyenlere tövbe kapıları açılıyor; iman ve ibadetin mükellefiyetlerine sabredip dayananların mükâfatı tasvîr olunuyor: "İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlondırılırlar Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar" (75)
Surenin son ayeti, Allah'ı tanıyan ve emirlerine gönülden bağlanan kullar olmayacak olsa, inkârcılardan müteşekkil yol sapmalarının Allah katında hiçbir değerlerinin olmayacağını bildiren ifadelerle son buluyor
Halit ERBOĞA
FUSSİLET SURESİ
Kur'an-ı Kerîm'in kırkbirinci suresi
Mekke'de nâzil olmuştur Ellidört ayet ve yediyüz kelimedir; fâsılası: Dât, Zı, Tı, Sâd, Be, Zı, Rı, Dâl, Nun, Mîm harfleridir "Fussilet, uzun uzun ve ayrıntılı olarak anlatmak demektir Sure adını üçüncü ayette geçen "Teğabün Fussilet" (Tafsilâtlı Kitap) lâfzından almıştır
Kur'an-ı Kerîm'in tafsilâtlı kitap olması şöyledir:
Onda yüzondört sure, altıbinalıtıyüzaltmışaltı ayet bulunmaktadır Bütün kitapta mucizevî bir üslûp, beliğ ifadeler hakim olup; temel olarak inancı Allah'ın varlığı ve birliği, kudretinin delilleri, ahiret günü, müminler, münâfıklar ve kâfirlerin durumları, emirler, yasaklar, öğütler, kıssalar yeralmaktadır
Kur'an'da geçmiş, hal ve geleceğe ilişkin temel bilgiler yeraldığı için bu kitap tafsilâtlı bir kitaptır Bu bilgiler kesindir ve başka hiçbir bilgi onların verdiği malûmatı ihtiva etmez Hangi yaklaşımla okunursa okunsun her okuyan onun çok anlamlı mucizevî bir metin olduğunu farkedebilir Allah, kullarına acımış ve bütün hakikatleri bu kitapta bildirmiştir Yeryüzündeki milyonlarca kitap işte bu Kur'an'a dayanmakta ve onu tefsir etmektedir Kur'an öyle tafsilâtlıdır ki, hemen her surede birbirine benzer veya tekrar tekrar vurgulanan gerçekler, birbiriyle bağlantılı olarak birçok açıdan değişik meseleleri işlemektedir
Bu sebeple tarih boyunca yüzlerce tefsir yazılmıştır
Yirmiüç yılda ayet ayet, sure sure tamamlanan bu kitabın koruyucusu Allah'tır ve O, kitabını Arapça indirmişse bunun mutlaka dil açısından bir hikmeti vardır Kur'an'ın iki kelimesini anlatmak için sayfalarca tercüme yapılması da buna basit bir delildir Ve hiçbir kitap onun gibi göze, kulağa, bütün ruha tesir etmez Hiçbir musiki onun tilâveti kadar insanı rahatlatmaz, duygulandırmaz Bu yüzden o indirildiği zaman şairler şiirlerini Kâbe duvarından indirmişler, herkes onun ilâhî bir nur olduğunu anlamıştır
Fussilet suresinin ilk ayetleri şöyle başlamaktadır:
"Hâ, Mîm Bu Kur'an, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından bilen bir kavim için ayetleri çeşitli biçimlerde teker teker açıklanmış, Arapça bir Kur'an ve müjde verici bir uyarıcı olarak indirilmiştir Böyleyken onların çoğu bunu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmiştir Arlık onlar dinlemezler Onlar, Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz bir örtü içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır Artık sen dinince yapabileceğini yap, biz de dinimize göre hareket ederiz ' derler" (1-5)
Surenin başındaki mukattaa harflerinin manasını ancak Allah bilir O nedenle sureye Hâ-Mîm ve Secde olmak üzere iki kelimeden oluşan Hâmîm secde adı da verilmiştir Ayrıca Mesâbih, Secde, Akvât adları da verilmektedir
Surenin nüzûl sebebi olarak şu rivâyet nakledilir: Ebû Cehil ve Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelirler; Muhammed (s a s)'in durumunu araştırmak üzere sihir, kehânet ve şiirden anlayan birini araştırırlar Utbe b Rabia, "Ben, bu hususlardan anlarım; Muhammed'in bu gibi işlerle bir ilgisi varsa, bunu ortaya çıkarırım" der Utbe, Hz Peygamber (s a s )'e gider ve, "Ey Muhammed' sen mi daha hayırlısın, Hâşim mi; sen mi daha hayırlısın, Abdûlmuttalib mi?" der Bu sözleriyle, peygamberlik gelse gelse bunlara gelirdi, demek ister Peygamber (s a s ), cevap vermeden dinlemeye devam etti Utbe, sözlerini sürdürdü: "İlahlarımızın aleyhinde konuşuyorsun, atalarımızı sapıklıkla itham ediyorsun Reislik istiyorsan seni reis edinelim, mal istiyorsan, seni zengin kılacak kadar mal verelim Kadın istiyorsan, Kureyş kızlarından beğendiğin on tanesini seç, al Hasta isen seni tedavî ettirelim " Hz Peygamber (s a s ), hep susuyor, Utbe'nin sözlerini bitirmesini bekliyordu Sözünü bitirdiğinde, Resulullah (s a s ) "Sözlerin bitti mi?" dedi ve, "Bismillahirrahmanirrahim" diyerek Fussilet suresini okumaya başladı: "Eğer yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerinin başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım" ayetini okuyordu ki, Utbe, yerinden fırladı ve Peygamber (s a s )'in ağzını eliyle kapadı, devam etmemesi için yalvardı
Utbe, okunan ayetlerin etkisi altın da kalarak, birkaç gün Kureyşlilere görünmedi Ebû Cehil, Utbe'yi arayarak onu buldu Utbe, olayı anlattıktan sonra şöyle devam etti: "Bundan böyle ben Muhammed'e hiçbir şey söylemeyeceğim Bana öyle birşeyle cevap verdi ki, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in okuduğu ne sihir, ne şiir, ne de kehânet türünden birşeydir Bilirsiniz, Muhammed'in söylediği yalan çıkmaz Onu rahat bırakın Başınıza bir azap gelmesinden korkuyorum" (Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, XXVII, 3: İbn Hişâm, I, 313 vd , İbn Kesir, IV, 90 vd )
Rivâyetten de anlaşıldığı gibi, sure indiği sıralarda Kureyşli müşrikler, bu tür meselelerin dedikodusunu yapıyor; Kur'an'ı sihir, kehânet ve şiir olmakla itham ediyorlardı (Araplara göre şiir de cin işidir Her şaire şiiri imlâ ettiren bir cinni vardır Böylece Kur'an'ı anlaşılmaz kapalı sözler manzumesi olmakla suçluyorlardı
Sure, iddia ettikleri gibi Kur'an'ın anlaşılmaz sözlerden değil, Arapça bir da kitap olduğu ve sözlerinin apaçık olduğunu anlatmakla konuya giriş yapar Hem Hz Peygamber de aralarından çıkmış bir insandır Kur'an'ın onun eseri olması mümkün değildir; ve o, herşeye gücü yeten yüce Allah'ın eseridir
Sure, girişinde konusunu belirlemektedir: Konu, Kur'an-ı Kerîm'dir; Allah'ın bu indirdiği ayetleri, kâinatta her an olup biten ayetleridir Ayrıca kâfirlere karşı deliller getirilmekte, müminlerin özelliklerine deyinilmektedir İbret alınsın diye azaba uğrayan kavimlerin haberleri anlatılırken onların neden helâk edildikleri açıklanmaktadır
Surede Kur'an hakkında indirilen ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "O küfredenler, şöyle dedi: "Bu Kur'an'ı dinlemeyin Onun hakkında (okunurken) manasız yaygaralar yapın; belki üstün gelirsiniz (susturursunuz) "işte biz o kâfirlere en çetin bir azabı tattıracağız Onları yapageldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız Halbuki o Kur'an cidden sarp bir kitaptır ki, ne önünden ne ardından ona hiçbir bâtıl yanaşıp gelemez O, bütün kâinatın hamdettiği o yegane hüküm ve hikmet sahibi Allah'tan indirilmedir Eğer biz onu yabancı dilden bir Kur'an yapsaydık muhakkak ki, " Ayetleri açıklanmalı değil miydi? Arabra, Arapça olmayan bir Kur'an mı?" diyeceklerdi Onlara de ki: "O Kur'an, iman edenler için bir hidayet ve şifâdır İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır Onlar Kur'an'ı duymazlar, duymak istemezler O Kur'an bunlara karşı bir körlüktür Onlar, uzak bir yerden çağrılıp da duymayan kimseler gibidir Andolsun ki biz Musa ya kitap (Tevrat'ı) verdik de, onda da ihtilâf edildi Eğer Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı (hesab gerektirilmemiş olsaydı), aralarında olup bitirilmişti (helâk olmuşlardı) Herhalde onlar bundan, şüpheci bir tutum içindeler De ki: Eğer o Kur'an Allah nezdinden gelmiş de sonra siz ona küfretmişseniz, bana haber verin, haktan uzak bir muhâlefette bulunanın ta kendisi olan sizden daha sapkın kim vardır?"
Günümüzde de inanmak istemeyenler, Kur'an'ın Arapça bir kitap olarak indirildiğini ve onun yalnız Araplara geldiğini söylerler Halbuki, herhangi bir kitabın ve bu Kur'an'ın bütün yeryüzüne şâmil olması için yine yeryüzü dillerinden biriyle indirilmesi kadar doğal bir şey olamaz Aslında onların her birine tek tek de Kur'an indirilse onlar yine inanmazlar Kaldı ki Allah'ın elçisi ve sevgili kulu Muhammed (s a s ) Arap toplumunda doğdu ve ona -o ümmiye- Kur'an Arapça indirilmeseydi de meselâ İbranice indirilseydi, bu sefer de Allah'ın buyurduğu gibi "Arap'a Arapça olmayan bir kitap mı?" diyeceklerdi Kısaca, kâfirler, yolu yokuşa sürmek için her zaman saçmasapan iddialarda bulundular Kâh onu Muhammed uydurdu" dediler, ama o ümmî idi; kah "Bunlar defi saçması" dediler ama onun gibi bir ayet dahi getiremediler Yine onlar ayetlerin mucizeliğini reddettiler; siyak ve sibakını, ayetlerin anlam örgüsünü bozarak ayetleri asıl manalarından başka manalara tefsir ederek sapıttılar Ama, Kur'an'ın hiçbir bilgisini yalanlayamadılar Kur'an'ın doğruluğu her zaman ortada var oldu ve var olup gidecektir Onlar Muhammed'e "mecnun" dediler ama onun doğumundan beri aralarında yaşayan en dürüst insan olduğunu da reddedemediler Allah onlara ayetlerini gösterdi Her peygamberi ve onlara verilen kitabı da geçmişte kavimleri yalanlamışlardı Ama başlarına korkunç azap gelmiş Meselâ Âd ve Semud bunlardandı Doğru yol gösterildiği halde körlüğü tercih etmişlerdi Allah da onları alçaltıcı azabın yıldırımı ile yakalayıverdi Ancak iman edenleri ve sakınanları kurtardı Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte siz kulak, göz ve derileriniz aleyhinizde Şahitlik eder diye korunuyordunuz Aksine, yapmakta olduklarınızın birçoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz İşte bu sizin zannınız, Rabbiniz hakkındaki zannınız sizi bir yıkıma uğrattı; böylelikle de kayba uğrayanlar olarak sabahladınız" (22-23) Hz Peygamber, (s a s ) bu ayeti çok veciz bir şekilde açıklamıştır: "Rabbin, kulum beni nasıl tasavvur ederse ben öyleyim, der " Yani insan Allah'ı nasıl tasavvur ederse, amellerini ona göre ayarlar Müminin amelinin doğru olması, kâfirin amelinin yanlış olması gibi
Suredeki ahlâkî kaideler:
1 "Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve gerçekten ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kimdir? İyilikle kötülük eşit olmaz Sen en güzel olan tarzda kötülüğü uzaklaştır; o zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir Buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz Ve buna büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulmaz Şayet sana şeytandan yana bir kışkırtma gelecek olursa hemen Allah'a sığın Çünkü O işitendir, bilendir" (33-36) "Kim sâlih bir amelde bulunursa kendi nefsi lehinedir, kim de kötülük ederse o da kendi aleyhinedir Senin Rabbin kullara zulmedici değildir  İnsan hayır istemekten bıkkınlık duymaz, fakat ona bir şer dokundu mu artık o umutsuzluğa kapılır" (46, 49) "İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizer, ona bir şer dokunduğu zaman ise artık o geniş dua eden biridir" (51)
Bu âyetlerde Allah, insan psikolojisinin değişmez gerçeklerini bildirmekte, mü'minlerin amellerinin boşa gitmeyeceğini, fazlasıyla karşılığını vereceğini, beyan edip onları cennetle müjdeleyerek teşvik etmektedir Daha önce kötü insanlara kötü, iyi insanlara iyi arkadaşları nasib ettiğini haber veren Allah Teâlâ, müslümanlar henüz az bir grup iken ve Mekkeli kâfir çoğunluğun baskılarıyla bunalırken, onlara kötülüğün tabiatı icâbı zayıf ve çökmeye mahkum bulunduğunu beyan etmekte; iyilik ve doğruluğun iddia ettikleri gibi zayıf değil, aksine hakiki fethedici bir güç olduğunu bildirmektedir Kaldı ki, mü'minlerin en büyük vasfı, kötülüğe iyilikle karşılık vermektir Hiçbir kötülük, iyiliğin yüceliği karşısında tutunamaz, çöker İşte Allah mü'minlerin bu vasfını "büyük bir pay" diye nitelendirmektedir Çünkü gerçekten bunu herkes yapamaz Genellikle insan, kötülüğe kötülükle mukabele etmek ister; hatta insan kinci ve intikamcıdır Ancak o en güzel ahlâka sahip Rasûlullah'(s a s )'dir ki, kendisine her kötülüğü yapanları, hattâ zehirlemek isteyenleri bile affetmiştir İşte müslümanın tavrı budur
Üstelik müslümanın bu tavrından şeytan kahrolur Çünkü o her zaman müslümanın hatalı bir tavrını yakalamak ister Şeytanın kışkırtması işte budur Onun tuzağı müminlerin açığını kollamaktır Ebû Hûreyre bu konuda şöyle demektedir: "Bir gün birisi Resulullah'ın yanında Ebû Bekir'e geldi ve ona sürekli sövmeye başladı Ebû Bekir susuyor, cevap vermiyor, Resulullah da sesini çıkarmıyordu Ebû Bekir sonunda taştı ve sert bir karşılık verdi Resulullah'ın çehresi hemen değişti ve oradan uzaklaştı Hz Ebû Bekir ona yetişerek niçin böyle davrandığını sorunca o şöyle buyurdu: "Sen sessiz durduğun sürece bir melek senin yerine ona cevap veriyordu Fakat sen ağzını açtığında yanına şeytan geldi Bense şeytanın olduğu yerde bulunmam " Bu tavır, müminlerin her zaman Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığını dâima hissetmektir Zaten kâfirler haksız yere kötülük çıkarırlar; giderek bunalıma düşerler; sürekli şek ve şüphe içinde hastalığa yakalanmış gibi olurlar ve sonunda hevâ ve hevesleri onları helâka götürür Allah hiçbir zaman zulmetmez, salih amelleri zayi etmez ve kötülükleri de cezasız bırakmaz
Nihayet sure şu ayetlerle sona ermektedir:
"Biz ayetlerimizi hem âfakta hem de (enfüsde) kendi nefislerinde onlara göstereceğiz Öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine besbelli olsun Herşeyin üzerinde senin Rabbinin şahit olması yetmez mi? Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler Gözünü aç; gerçekten O, herşeyi kuşatandır" (53-54)
Müfessirler ayetlerin gösterilmesi konusunda şu önemli görüşleri ortaya koymuşlardır:
1 Onlar, İslâm'ın kısa bir sürede çevreye yayılacağını, ve kendilerinin de teslim olacaklarını tahmin edemezler Nitekim İslâm'ın adâleti her yere yayılınca herkes ayetleri gördü
2 Allah insanlara kendi vücutlarında, yeryüzünde, gökyüzünde ayetlerini göstermektedir Her devirde bilimin yeni bulguları keşifler ve icatlar buna bir işarettir
3 Tabiî ölüm halinde veya ölmeden önce ölerek herşeyden hakkı görmekle ayetler gösterilecektir
4 Bu ayetler, indikleri tarihsel ortam içerisinde Bedir zaferi, Mekke'nin Fethi vb olaylara işaret ederek mucizevî haberler yakın gelecekte gerçekleştiği gibi; dünya döndükçe genelde tüm insanlar ve toplumlar üzerinde de gerçekleşecektir
Genel Olarak Fussilet Suresi şu mesajları taşır:
1 Allah'ın kelâmı Arapça'dır; bir müjde, bir uyarıcıdır; dileyen akıl sahipleri onu okursa gerçeğin farkına varır Kalpleri kapanmış kişiler ise onu anlayamazlar
2 İnkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar kendi acı sonlarını hazırlamaktan başka birşeye nâil olamazlar Allah'ın bir olduğu gerçeği değişmez
3 Ne kadar aptal beyinsizdir şu inkârcılar Allah onları yoktan varetmiş, işte şu kâinatta sayısız nimetleri onların emrine vermiş, şu âlemin nizamını sağlamış olduğu halde ve kullarına hidâyete iletmek için İslâm'ı bildirdiği halde ona inanmıyorlar ve üstelik elçisini, kitabını yalanlıyorlar O halde geçmiş ümmetlerin anlatılan acı âkıbetleri de onları düşündürmüyorsa, cehennem ateşinde yanmaları kaçınılmazdır
4 Şimdi müminlere karşı güçlü gibi görünen, şeytanın da her kötülüğü güzel gösterdiği, akılsız güruh, kıyâmette birbirini bile tanımayacaktır
5 Kur'an, istenildiği kadar mesajı engellenmeye çalışılsa da tahkim edilmiştir ve kimse onun insanlara ulaşmasını önleyemez
6 Allah herşeyi yaratandır; yaratıklarına karşı çok merhametlidir ve o yarattıklarını başıboş bırakmaz, onlara doğru yolu gösterir; bu onun büyük bir fazlıdır Zaten hayat bir imtihandır, bir oyalanmadır
7 Peygamber de bir insandır ve aldığı vahyi tebliğ eder
8 Allah rızıkları dört günde takdir etti; sonra kendisi duman halinde olan göğe yöneldi; yeri ve göğü yedi gök olarak iki günde tamamladı ve her bir gökte kendi emrini vahyetti; dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattı ve bir koruma altına aldı İşte bu üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir O halde nasıl O'na ortaklar koşabiliyorlar? Allah'a karşı edepsizlik edip de Resulünü tanımıyorlar ve,
"O dileseydi bize melek gönderirdi" diye yalanlıyorlar? Veya Kur'an'ı Arapça diye küçümsüyorlar?
9 Müminler, kâfirlerin bu dünyadaki geçici üstünlüklerine aldırmasınlar Şeytan ve dostları bir tarafta, müminler ve melekler bir taraftadır Müminler, cennete gitmekle müjdelenirler ve onlara, "Orada artık tüm sıkıntınız, çileniz bitti, sonsuz nimetler sizin," denilir Oysa kâfirler "bir yolcunun ağaç gölgeliğinde dinlenmesi gibi olan şu kısacık oyalanma dünyasından" sonra cehennem'e giderler Onlar da orada ebedî kalıcıdırlar
Sait KIZILIRMAK
FÜRÛ'
Dallar, kısımlar, ikinci derecede önemli şeyler, ayrıntılar, teferruatlar Furû'un tekili olan fer' kelimesi "asl' kelimesinin zıddı olup "kendisinden başka birşeye bina edilen herhangi birşey" diye tarif edilir (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul 1283, s 111)
Bu kelime çeşitli ilimlerde kullanılır Fakat daha çok fıkıh ve fıkıh usûlü ilminde kullanılan bir terimdir Çünkü fıkıh ilmi herşeyden önce "usûl" ve "fürû" diye ikiye ayrılır Fıkıh usulü, fıkıh ilminin köklerini (kaynaklarını) veya dayandığı delilleri konu olarak ele alan ve bu deliller vasıtasıyla hüküm çıkarma metodlarını anlatan bir ilimdir
Böylelikle "fürû'", tanımını verdiğimiz usûl-i fıkıh üzerine bina edilen ve fıkhın bölümlerinden birine isim olarak verilen bir terimdir Fıkıh usûlünde konulan metodlar çerçevesinde ayetlerden ve hadislerden çıkarılarak tesbit edilmiş hükümler furû' fıkhın konusunu oluşturur Bu sebeple fıkıh ilmini meydana getiren usûl, furû' ve kaideler birbirine sıkıca bağlı olduklarından, ayrı ayrı düşünülmesi gerekir
Fıkıh usûlüne dair birçok eser yazılmıştır Fakat bunlar usûl kitaplarından daha çok fürû' konularını içeren eserlerdir Bu gibi fürû'a dair fıkıh kitapları genellikle temizlik bölümüyle başlar; bunları ibâdet yani namaz, oruç, hac ve zekât konuları izler İbâdet bölümlerinden sonra "muâmelât" dediğimiz kısımlar gelir Muâmelât konuları ise, genellikle, alış-verişler, kefâlet, havâle, muhakeme usulleri, şahitlik, miras hukuku  gibi konulardır Bu ve bunun gibi konular, Kur'an 've hadisten çıkarılan hükümler ve âlimlerin kendi görüşleri ile birlikte, en ince noktalara kadar inilerek, meseleler anlatılmış ve ortaya konulmuştur Meselâ es-Serahsî'nin (544/ 1149), Mebsut'u; el-Kâsânî'nin (587/1191) el-Bedâyiü's-Sanâyi; İmam Şâfiî'nin (204/819) El-Ümm'ü, fücû'a dair fıkıh kitaplarından birkaç örnektir
Furû'nun diğer bir anlamı da; Kişinin anne ve babası, bunların anne ve babaları  sonuna kadar usûlü; buna karşılık, çocukları, çocuklarının çocukları   sonuna kadar da furû'udur Kişi fürû'una zekât veremez Zira bunlara bakmakla yükümlüdür Mirasından da belli hisselere sahiptirler Bir kadı (yargıç) kendi fürû'nun davasına bakamaz (Ayrıca bk ferd)
Talat SAKALLI
FÜTÛVVET
Delikanlılık, yiğitlik anlamında Kur'anî bir terim Fetâ çoğul fitye; genç, delikanlı, yiğit
Ashab-ı kehf'in anlattığı kıssada Allahu Teâlâ mağaraya sığınan insanların genç, yiğitler olduğunu belirtmektedir: "Gerçekten bunlar rablerine iman eden genç yiğitlerdi" (el-Kehf 18/13) Mağaraya sığınan insanların en önemli özelliklerinin
"imanlı gençler" olması İslâm'ın gençliğe verdiği önemin en güzel delilidir Kıssanın bütününden, bu gençlerin yaşadıkları müşrik toplumda tevhîd mücadelesi verdiklerini, ölümle burun buruna gelmelerine rağmen imanî olanı, tercih edip son bir gayretle yaşadıkları toplumdan hicret ettiklerini anlıyoruz Tarih boyunca görülen bütün diğer hicretler gibi bu hicrette meyvesini vermiş, Allah onların şehadetlerini yeni bir doğuşa çekirdek yapmıştır Gençlerin tevhid için yaptıkları mücadelelerin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu vurgulaması açısından bu kıssada çok önemli da'vet düsturları vardır
Fütüvvet terimi Selçuklular döneminde kurulan Anadolu esnaf teşkilatı için kullanılmıştır (Geniş bilgi için bk Ahî, Ahîlik)
İA
|