Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)
Havz-i Kevser
Âhiret yurdunda bulunan ve Yüce Allah tarafından Peygamber efendimize verilmiş olan ırmak ve havuzun adı
"Doğrusu biz sana Kevser'i verdik" (el-Kevser,108/1) anlamındaki âyeti kerimede Peygamber efendimiz'e Kevser'in verilmiş olduğu bildirilmekle birlikte, Kur'ân-ı Kerîm'de gerek Kevser'in ne olduğu ve gerekse Havz hakkında başka bir bilgi yoktur Bu konudaki bilgilerimiz otuz kadar Sahabî'den çeşitli yollarla gelen ve tümü de muteber hâdis kitaplârında yer alan 50 dolayındaki hadis-i şerif'e dayanmaktadır Hadislerden bir bölümünde Havz, bir bölümünde de Kevser hakkmda bilgiler vardır Her ikisi hakkındaki ortak noktalar, havz ve ırmaktaki suyun tad, koku ve rengi ile ilgili olarak verilen bilgilerdir Diğer özellikler farklı bir biçimde sayılmıştır
Nitekim, Havz, adından anlaşılacağı üzere bir havuz; Kevser ise, bir Cennet ırmağıdır Havz'ın genişliği hakkında bilgiler bulunmaktadır Birçok kez verilen bu bilgiler sırasında orada bulunanların anlayışlarına göre, Havz'ın genişliği bir aylık yol veya şu şehirden bu şehire şeklinde tanımlanarak, büyüklüğü hakkında fikir verilmek istenmiştir Havuzun kenarlarının ve açılarının eşit olduğu da gelen bilgiler arasında bulunmaktadır Kevser Irmağı'nın ise, vâdisi hakkında bilgiler vardır Buna göre, vâdi, yeryüzü ırmaklarının yataklarında olduğu gibi derin bir çukur biçiminde olmayıp, düz satıhtadır Akış, yüzeyin düz olmasına karşın, çevreye dağılmadan, kendi mecrasında sürüp gitmektedir Vâdinin tabanı, elmas, yakut ve inci gibi değerli taşlarla kaplıdır ve bu oluşum içindeki toprak, misk gibi kokmaktadır Irmağın iki yanı da altın ve yakutla çevrili olup, sahilinde, boydan boya içi boşaltılarak kubbeler biçimine sokulmuş inciden yapılar vardır
Havz'ın suyundan bir yudum bile olsa içenler, ebediyen susamayacaklar ve yüzleri de asla kararmayacaktır; içmeyenler ise, susuzluktan kurtulamayacaklardır Havz'ın suyunun kardan daha serin olduğu, oraya ilk varanın Peygamberimiz Efendimiz'in olacağı, ilk içenlerin fakir olup zengin bir kadınla evlenmek yahut idarecilere baş eğmek yoluyla zenginleşmenin yollarını aramayan, yüzü gözü toprak içinde pejmürde kılıkla Allah yolunda cihad eden, İslâm'a hizmette bulunan, dünya nimetlerini tadamadan şehitlik şerefine ulaşan muhacirler ve sonraki mü'minler olacağı da rivayet edilen bilgiler arasında bulunmaktadır
Havuz, ucu Cennete dek varan altın ve gümüş iki oluktan beslenmektedir Havuzu besleyen Cennet Irmaklarından bir ırmak olup, bu da Peygamber Efendimiz'e verilmiş bulunan Kevser Irmağı'dır Ebu Davud'ta zikredilen "Kevser nedir, bilir misiniz? O, Cennet'te bana vadedilmiş ırmaktır Onun üzerinde çok hayır vardır Onun üzerinde bir de bir Havuz vardır Kıyamet günü ümmetim oraya uğrayacaktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 26) anlamındaki hadis de, bu yoruma elverici manasıyla, Havuz ve Kevser'i bir arada Havz-ı Kevser olarak anmadaki gerekçeye açıklık getirmektedir Nitekim, Aliyyü'l-Kârî (Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev Y V Yavuz s 240 da) " Hazret-i Peygamber'in nehri Cennet'te; havzı ise kıyametin koptuğu yerdedir" diyerek bu duruma açıklık getirmiştir Havzın Sırat'tan önce mi, sonra mı olduğu konusu tartışmalı olmakla birlikte, Kurtubî, biri Sırat'tan önce, diğeri Sırat'tan sonra iki Havuz olduğunu ifade etmiştir Kıyamet yerindeki bu Havuz'lardan, lâyık olmayanlar kovulacaklardır Her peygamberin birer havuzu olduğu, son peygamber'in havuzunun çevresinin daha kalabalık olacağı ve bu Havuz üzerinde minberinin de yer aldığı yine rivâyet edilen bilgilerdendir Kevser ise, yalnızca bizim peygamberimize verilmiş olan bir ırmaktır
Gerek Havuz ve gerekse Kevser Irmağı'nın (burada, artık, Havz-ı Kevser diye ortak adı kullanabiliriz) ortak yanlarına gelince, suyun rengi kardan, sütten ve güneşten daha beyazdır Kokusu ise miskten daha hoştur Tadı, baldan daha tatlıdır İçecek olanların kullanması için, orada, sayıları gökteki yıldızların sayısından daha çok olan altın ve gümüşten yapılma cennet kapıları vardır
Kevser ve Havz hakkında verilen bu bilgiler "tevâtür" derecesinde olduğu için, bunlara imanın farz olduğu belirtilmiştir Bununla birlikte, özellikle Kevser Sûresi'nin tefsiri sırasında, aşın mezhepler ve felsefi açıklama yönüne gidenler, gerek Havı, gerekse Kevser konusunda kimi bâtınî veya aklî yorumlar yapmaktan da uzak durmamışlardır
"Kevser" kelimesinin ifade ettiği geniş manadan yola çıkarak, muteber âlimler de, bu kavrama "Cennet Irmağı" ile birlikte daha başkaca anlamlar da vermişlerdir Bu tutumda Kevser Suresinin iniş sebebi de rol oynamıştır Gerçekten de, Sure, Peygamber Efendimiz'e, oğlu Kasım'ın ölümünden sonra, "ebter/nesli kesik" diyen müşriklerin bu sözleri üzerine, alınandan daha fazlasının verildiğini belirtmek ve "ebter" olmadığını vurgulamak üzere gönderilmiştir Gerek kelimenin anlamındaki genişlik ve gerekse nüzul sebebi dolayısıyla, tefsirlerde, Kevser kelimesi, aynı zamanda "çok büyük bir hayır, taşkın hayırlar" anlamı çerçevesinde de ele alınmış ve "bu büyük hayr, Kur'ân-ı Kerîm'dir yahut İslâm dini'dir veya ümmetin çokluğudur ya da neslinin kesilmeyip, daha arttığı, artacağı, her yana yayılacağı gerçeğidir" yolunda yorumlarda bulunulmuştur Kısacası, Kevser, Cennet'teki ırmakla birlikte daha birçok iyi, güzel ve hayırlı olan olguyla anlatılmış ve bunların tümünün yüce Allah tarafından resûlüne verildiği üzerinde durulmuştur
Zübeyr YETİK
Hayâ
Ar, utanma duygusu "Edeb, mahcubiyet, utanmak; ar ve namus; nefsin çirkin şeylerden sıkılması ve bunun için kötü şeylerdi terketmesi Hoş ve güzel olmayan bir olayın ortaya çıkmasından kalbte meydana gelen bir incelik ve ızdırabtır Haya herkese nasib olmayacak kadar değerlidir
Ahmet Rıfat da Tasvir-i Ahlâk adlı sözlüğünde şunları söyler: "Bu güzel duygu, biri fıtrî, diğeri dinî olmâk üzere iki türü kapsamaktadır Fıtri olan, halk yanında açılması haram olan yerleri açmamak gibi şeyler olup, dinîsi, halk ve Halık huzurunda edeb ve hürmet müntehi olur Fahri âlem efendimiz, "Haya imandan bir şubedir" buyurdular "Utanmıyorsan dilediğini yap" nebevi hadisi de varid olmuştur ki, hikmetle damgalanmış bu hadis dünya ve içindekileri değer icazla düzenlenmiş bir kelâmdır İmam Ali -Allah onun yüzünü keremli kılsın ve ondan razı olsun-, "Bir kimse haya elbisesini giyinse, yani hayayı kendisine prensip edinse halk o kimsenin ayıbını göremez" buyurdular Gerçekten de haya öyle onur ve şeref verici bir elbisedir ki, onu giyinenler ayıp ve eksikliklerini örtmekle birlikte herkes tarafından saygı ve ikram görürler Haya elbisesini giyinmeyen kimseler ise ne kadar haysiyetli ve itibarlı olursa olsunlar kendilerinden aşağı kimselerden bile hakaret görürler Haya özellikle kadınlar için çok gereklidir Çünkü sahip oldukları yüz güzelliği bir kat daha artırır Hatta Aristotales, "Kadınlarda en çok sevilecek şey nedir?" sorusuna "Yüzlerinde hayadan dolayı ortaya çıkan kırmızılık" cevabını vermişti
Haya sırf hayır ve hayra vesiledir Buna karşılık hayasızlık ve çirkin söz de şer ve şerre götürücüdür Allah Rasulü -salat ve selam ona ve âline olsun- "Haya ile sükut iman ağacının iki dalı, çirkin söz ile beyan da münafıklığın iki budağıdır" buyurarak bu gerçeği ifade etmiştir
İmam Maverdî hayayı üç kısma ayırır: "1- Allah'tan utanmak, 2- İnsanlardan utanmak, 3- Kendi nefsinden utanmak " Maverdî, Allah'tan utanmayı şöyle tanımlar: "O'nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmaktır "
Rasûlullah (s a s), bir gün ashaba, "Allah'tan gerektiği gibi haya ediniz" demişti Onlar, "Yâ Rasulallah, Allah'a hamd olsun, haya ediyoruz" cevabını vermeleri üzerine, "Gerçek haya o değildir Fakat gerçek anlamda Hakk'tan haya eden başını (baçtaki duyu organlarını) ve başın (içindeki düşüncelerini) korusun, karnını ve karnının ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın, âhireti isteyen dünya hayatının süsünü terketsin, böyle yapanlar Allah'tan hakkıyla haya etmiş olurlar" buyurmuştur
Rivâyete göre Alkame b Ulase, "Ya Rasulallah, bana nasihat et" deyince Hz Peygamber (s a s) "Kavminin etkileyici kişilerinden utandığın gibi Allah'tan da utan" buyurmuştur Allah, bütün yaratıklan sürekli görüp gözetlemektedir Kur'ân'da "Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?" (el-Alak, 96/16) buyurulmuş, Rasulullah (s a s) de ünlü Cibril hadisinde, ihsanı, Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak tanımlamış ve eklemiştir: "Sen O'nu görmüyorsan bile O seni görüyordur" Şüphesiz Allah'ın kendisini gördüğünün bilincinde olan bir kimse O'ndan utanır, O'nun emir ve yasaklarına karşı gelemez Kuşeyrî, "Ândolsun kadın onu arzu etmişti, eğer Rabbi'nin doğruyu gösteren delilini görmeseydi, Yusuf da onu arzu etmişti" (Yusuf, 12/24) âyetinin tefsirinde şöyle bir kıssa anlatıldığını nakleder: "Zeliha evinin bir köşesinde bulunan putun üzerini örtmüş (sonra hadi demiş), fakat Yusuf (a s) sormuştu; "Şu yaptığın işin manası nedir?" Zeliha, "Puttan utanıyorum" deyince Yusuf, "senin puttan utandığından ziyade ben Hak Teâlâ'dan utanmaktayım" demişti
Allah'a karşı olan hayası, Yusuf (a s)'ı fuhuş ve kötülükten korumuştur Gerçekten de haya, özellikle Allah'tan utanma duygusu dinin kuvvetinden ve imanın sağlamlığından ileri gelmektedir O nedenle Allah Rasûlü, "Haya'nın azlığı küfürdür" ve "Haya imandandır" (Buharî, İman, 16; Müslim İman, 57-59) buyurmuştur Allah'tan gereği gibi utanmamak, haya duygusunun azlığı Allah'ın emirlerine muhalefet sonucunu doğurduğu için giderek insanı küfre kadar götürebilecek tehlikeli bir yoldur Bir başka hadisinde de Rasulullah şöyle buyurarak, iman ile hayanın ilişkisini ortaya koymuştur: "Haya, imanın nizamıdır Bir şeyin nizamı bozulunca parçaları darma dağın olur her dinin bir ahlâkı vardır, İslâm'ın ahlâkı da haya'dır" (İbn Mâce, Zühd, 17)
Maverdî, hayanın ikinci kısmı olarak ifade ettiği insanlardan utanmayı da şöyle tanımlar: "Kişinin insanlardan utanması ise, insanlara ezâ ve açıktan açığa kötülük etmemesidir " Nitekim Rasûlullah (s a s) "Allah'tan sakınan, insanlardan da sakınır" buyurmuştur
Maverdî'ye göre kişinin kendi nefsinden utanması, haya etmesi ise, iffetli olması ve yalnızlığında günahlardan sakınmasıdır Hayanın bu kısmı, nefsin erdemlerinden ve ahlâkın güzelliğinden ileri gelmektedir O halde insanın hayası bu üç yönden tam olursa onun hayır nedenleri de tam ve kötülük nedenleri kendinden uzaklaşmış olur Kuşeyrî, hayanın bir çok çeşidinden söz etmiştir Maverdî'nin tasnifinden tamamen farklı olan bu bölümleme de şöyle: Cinayet (günah işlemek) hayası: Adem (a s) bunun örneğidir Hz Adem, "Benden firar mı ediyorsun?" denilince, "Hayır, tersine senden haya ediyorum" cevabını vermişti
Kusur hayası: "Seni tesbih ve tenzih ederiz, sana hakkıyla ibadet edemedik" diyen meleklerin hayası gibi
Ta'zim (iclâl) hayası: Aziz ve celil olan Allah'tan haya ettiği için kanadını kapayan İsrafil (a s)'in hayası gibi
Kerem hayası: Ümmetinden haya ettiği için "evden çıkın" diyemeyen Rasûlullah'ın (s a s) hayası gibi Aziz ve Celil olan Allah bu konuda, "Ey mü'minler, Peygamber'in evlerine yemeğe çağrılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağılın, söze dalmayın Bu haliniz Peygamber'i üzüyor, fakat o size bir şey söylemekten utanıyordu Ama Allah gerçeği söylemekten utanmaz" (el-Ahzab, 33/53) buyurmuştur
Haşmet hayası: Hazreti Ali'nin hayası gibi Hazreti Afi, kızı Fatıma ise evli olduğu için mezinin çıkmasının dini hükmünü Rasûlüllah'a soramamış ve bunu sormasını Mikdat bin Esved'den rica etmişti
Hakir görme (istihkar) hayası: Musa (a s)'ın hayası gibi Hazreti Musa,
"Dünyevi bir ihtiyacım zuhur ediyor, fakat bunu izale etmesini Rabbımdan dilemekten haya ediyorum" demiş; yüce Allah da ona, "Hamurunun tuzuna ve koyununun otuna varıncaya kadar her şeyi benden iste" buyurmuştu
Nimet hayası: Bu, Rab Teâlâ'nın hayasıdır Sırat (köprüsünü) geçen kula mühürlü bir mektup verir, kul açar bakar ki içinde, "Sen yaptığını (ve yapmak istediğini) yaptın, fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan haya ettim, hadi (Cennete) git, affıma mazhar olduğun hususunda şüphen kalmasın" ibaresi yazılıdır" (Kuşeyrî Risalesi, s 314-315)
Cüneyd'e "Rabbım ne ile buldun?" diye sorarlar; şöyle der: "Azametini hatırlar, O'ndan haya eder ve günahtan kaçınırım" Bu, insanın Allah'ı kendisine yakın bilerek günah işlemekten haya etmesi, marifet sahibi olduğunun alâmetidir demeye gelir İbn Ata da, "En büyük ilim heybet ve hayadır (Bir kimsenin kalbinden) heybet ve haya (duygusu) gitti mi, artık onda hayır kalmaz" demiştir Haya ile ilgili olarak Sırrıyyu's-Sakatî'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Haya ve üns kalbin kapısını çalarlar, eğer burada zühd ve verâ' bulursa konaklarlar, aksi takdirde geçip giderler "
"Haya Allah'ın nimetlerini görmektir, ibadet ve ameldeki kusurları görmektir Bu iki görüş arasından bir hal doğar ve ona haya adı verilir "
Ahmet ÖZALP
HAYBER GAZVESİ
Hz Peygamber'in hicretin 7 yılında fethettiği, Şam-Medine yolu üzerinde Medine'nin 150 km kuzeyinde Yahûdilerin oturduğu bir yerleşim merkezi Hayber Yahûdi dilinde kale demek olup burası aynı zamanda hurma ve tahıl merkezidir Kalesinin yedi burcu vardır Bunlar Nâim, Kamûs, Şık, Netah, Sülâfim, Vatih ve Ketîbe'dir (İbn Sa'd et-Tabakâtü'l-Kübrâ II,106) Hz Peygamber Hayber Yahûdilerinin Medine'ye karşı müşriklerle ittifak halinde olmaları ve pek çok Yahûdi kabilesi'nin burada toplanmasından dolayı Hudeybiye musalahasından sonra Hayber'i fethetmek üze re hazırlıklara başladı (Vakıdî, Kitabü'l Meğazî, II, 441-442, İbn Hişâm, es-Siretü'n-Nebeviyye, III, 201)
Hz Peygamber, bu cihad hareketi için sadece cihada rağbet edenlerin katılmasını emretti Medine'de Siba' b Urfuta'yı vekil bıraktı Eşi Ümmü Seleme'yi yanına alarak 1400 yaya, 200 süvari ile yola çıkarken; "Biz buranın hayrını isteriz" buyurmuştur Rasûlullah Medine'den hareket ettikten sonra Hayber ile Gatafan kabilesi arasına karargahım kurdu Sabaha kadar burada bekledi (İbn Hişâm, es-Sîre, III/343) Gatafanlıların Hayber'e yardımını engellemek için burada konaklamış bulunuyordu Hayberliler sabaha kadar, müslümanların gelişinden haberdar olmamışlardı Sabahleyin kalelerinin kapısını açtıklarında; "Muhammed gelmiş ve günlerden de cumartesidir" diyerek kalelerine tekrar döndüler Yahûdiler mukaddes günleri olduğu için cumartesi günü muharebe etmezlerdi Rasûlullah bunu görünce; "Allahû Ekber, Hayber harab oldu" buyurdu (İbn Sa'd, et-Tabakat, II,106) Müslümanların bu muharebede beyaz renkli sancağını da Hz Ali taşıyordu Bu gazvede müslümanların kullandıkları parola; "Yâ Mansür, Emit, Emit" "Ey Allah'ın galip kıldığı müslüman asker öldür öldür' idi (İbn Sa ıt, II,106, İbn Hişâm, III, 347)
Hayber'in fethi, Nâim kalesi ile başladı Burada Mahmûd b Mesleme atılan taşla şehit oldu Sonra Kamûs kalesi ele geçirildi Daha sonra, Vatîh, Sülâlim, Şık, Netah ve Ketîba kaleleri alındı Bu kalelerin ele geçirilmesinde şiddetli çarpışmalar oldu Müslümanlardan yirmi beş kişi şehid olurken, Yahûdilerin kaybı doksan üç kişi oldu Hayber'in ileri gelenlerinden Useyr, Yâsir, Emir ve Kinâne b Ebi'l-Hukayk ve kardeşi öldürüldü (İbn Sa'd, II, 107)
Müslümanlar bu gazvede pek çok esir aldılar Ancak Hayber halkı esirlerinin iadesini, kendilerinin de affedilmesini istediler Rasûlullah da bunu kâbul etti Yahûdilerin ileri gelenlerinden Huyey Ahtab'ın kızı Safiyye de esirler arasında idi Rasûlullah Hz Safiyye'ye ailesinin yanına dönmeyi teklif ettiği halde Safiyye, müslüman olarak Hz Peygamber'e eş olmayı tercih etti Hz Safiyye Hayber gazvesinden önce Kinâne b Rabia ile evlenmişti İlk gece, gördüğü bir rüyayı Kinâne'ye anlatmış O da; "Sen ancak Muhammed'i istiyorsun" diyerek yüzüne bir tokat vurmuştu da, gözü morarmıştı Safiyye'nin Hz Peygamber ile evlendiği zaman hâlâ bu morluğun izi vardı Nitekim Rasûlullah'ın bunu sorması üzerine eşi de bu hadiseyi ona anlatmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 221)
Bu muharebe sonunda Zeynep bint el-Hâris, Rasûlüllah'a zehirli bir koyun ikram etti Rasûlullah ondan bir parça aldı, ancak yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve şöyle dedi:
"Gerçekten Peygamber isen, sana bundan haber verilir, eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz " Ancak Bişr b Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek vefat etti Bunun üzerine kadın Bişr'e kısas olarak öldürüldü Rasûlullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 222)
Bu gazve sonunda Hayberlilerin hayatlarının korunması, çoluk ve çocuklarının serbest bırakılması şartıyla Hayber'den çekilip gitmeyi ve topraklarını, altın ve gümüşlerini, üzerindekiler hariç, elbise ve silâhlarını teslim etmeyi, hiç bir şey saklamayacaklarını kabul etmek şartıyla Hz Peygamber ile sulh andlaşması yaptılar Rasûlullah da Hayber arazisini, ashabı arasında taksim etmişlerdi Ancak Yahûdilerin; "Biz toprağı işlemeyi ve hurma yetiştirmeyi biliriz, bizi yerimizde bırak" demeleri üzerine Hz Peygamber, onları kendi mülklerinde yarıcı olarak çalışmalarına ve orada kalmalarına izin vermiştir (el-Belâzürî, Fütûhu'l-Büldân, Çev: Mustafa Fayda, Ankara 1987, s 88) Bu duruma göre çoluk ve çocukları bağışlanmış, araziler elde edilen mahsulün ikiye ayrılması suretiyle onlara bırakılmıştı Buna mukabil hiç bir mal saklanmaksızın teslim edilecekti İşte Kinâne b Rabi' bu andlaşma hükümlerine uymadığı, iâdesi gereken malları sakladığı ve Mahmûd b Mesleme'nin ölümüne sebep olduğu için öldürülmüştür (İbn Hişâm III, 351) Ayrıca yapılan bu andlaşmaya göre Rasûlullah onları Hayber'den istediği zaman çıkaracaktı (Ebû Dâvûd, Harâc, 24)
Hayberliler, Hz Peygamber'in irtihalinden sonra da Hz Ebû Bekir ve Hz Ömer zamanına kadar belirlenen usûl ile yancı olarak orada kalmaya devam ettiler Bu arazilerin gelirlerin toplamak işi ile, Hz Abdullah b Ravâha görevlendirilmişti Ancak Hz Ömer zamanında aralarında zinânın çoğalması, müslümanlara kârşı iyi davranmamaları, Hz Ömer'in oğlu Abdullah'a suikast girişiminde bulunmaları ve müslümanların Hayber toprağını işletecek duruma gelmeleri üzerine yahûdiler Hayber'den Şam'a sürülmüşlerdir (el-Belâzürî, a g e, s 38-40; Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Hayber mad ) Yahûdilerin Hayber'den çıkarılmalarına Rasûlullah'ın "Arabistan'da iki dinin bir arada olmayacağına dâir" hadisinin de sebep olduğu rivayet edilmektedir (İmâm Mâlik, Muvatta', Medine 17-19; İbn Hanbel, Müsned VI, 275) Hz Ömer, Yahûdileri Hayber'den çıkardıktan sonra Hayber arazisini daha önce Rasûlullah'ın taksim ettiği ashaba ve ailelerine dağıtmıştır
M Ali KAPAR
HAYIR
Dilimize Arapça'dan geçmiş olan bu kelimenin aslı "hayr" olup; herkesin beğendiği, rağbet ettiği şeyler, şeref, meşru iş, faydalı ve sevabı gerektiren amel, iyilik, ibâdet ve mal gibi anlamlara gelir Zıt anlamı ise şerdir
Aynı kelimeden türemiş olan "hayrât"; beğenilen ve öğülen hasletler, sevap kazanmak için Allah rızası yolunda yapılan iyiliklere denir Başkalarına maddî ve manevî yönden yararlı olan kimselere de, hayır sahibi anlamına gelen "ehl-i hayr" denir
Hayır iki türlüdür Birincisi "mutlak hayır" olup, herkes tarafından dâima beğenilen, sevilen ve herkese göre iyi olandır Adâlet, yardımlaşma, cömertlik ve doğruluk gibi  Allah'ın bizler için hayır gördüğü her şey
"Kim zerre kadar hayır yaparsa onun karşılığını görecektir Ve her kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse onu görecektir" (ez-Zilzâl, 99/7,8)
"Ne hayır yaparlarsa ondan mahrum bırakılacak değildirler Ve Allah takva sahiplerini bilir" (Âlu İmrân 3/115)
"Herkesin yüzünü döndürdüğü bir yönü vardır Öyleyse siz de hayırlı işlere koşun Birbirinizle yarışın Nerede bulunursanız bulunun, Allah hepinizi getirir Şüphesiz ki Allah herşeye kadirdir" (el-Bakara, 2/148)
Cenâb-ı Allah'ın kullarının yapmış olduğu hiçbir hayrı boşa çıkarmayacağını açıkladığı bu âyetlerde geçen "hayr''dan maksat, iyilik, cömertlik, ibâdet ve tüm salih amellerdir Rabbimizin hoşnut olduğu bu filler ve özellikler, kullar tarafından da rağbet edilen ve benimsenen hasletler olmaları hasebiyle mutlak mânada hayırdırlar
İkinci tür hayır, "Mukayyed hayır"dır Yani kişiden kişiye değişen birine göre hayır, bir başkasına göre şer ve kötülük sayılan şeyler  Kötü yolda harcanan çok mal gibi
Arapça'da "hayr" kelimesi, sadece iyiliği ifade etmez, mal ve servet için de kullanılır Meselâ, Bakara sûresi 180 âyette geçen "hayr", mal ve servet için kullanılır Hayır kelimesinin nerede iyilik için, nerede mal ve servet için kullanıldığı ancak, kelimenin âyetin akışı içinde yer aldığı mevkiden anlaşılır Aynı şekilde "Şüphesiz ki insan, Rabbine karşr pek nankördür Buna kendisi de şahittir Ve o, hayr sevgisine aşırı derecede düşkündür" (el-Âdiyât, 100/6-8) âyetinde geçen "hayr" kelimesi iyilik anlamında değildir Çünkü 6 âyette, insanın Rabbine karşı nankörlüğünden sözedilmektedir
İçindeki "hayr" kelimesinin, mal ve servet anlamına geldiği âyetlerden bazıları:
"Birinize ölüm geldiği zaman, eğer hayır (mal) bırakacaksa; anaya, babaya ve yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" (el-Bakara, 2/180)
"Verdiğiniz her hayır kendi faydanızadır Yalnız Allah rızasını kazanmak için infak ederseniz  İnfak ettiğiniz her hayır size eksiksiz verilir Zerre kadar haksızlığa da uğratılmazsınız" (el-Bakara, 2/272)
"Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir" (el-Bakara, 2/273)
Hz Ali (r a), bir kölesinin yanına girdiğinde, kölesi "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sorar Hz Ali; "Hayır Çünkü Allah "eğer hayr (çok mal) terkederse" diyor Halbuki senin fazla malın yoktur" diye cevap verir (Rağıb el-Isfahânî, Müfredât, HYR maddesi)
Âyetlerde kullanılan "hayr", her zaman hayır değildir Ancak Allah rızası gözetilerek kullanılırsa hayır sayılır Mal ve servet ne kadar çok olursa olsun, Rabb'ın rızası olmayan yerlere harcanırsa hayr yerine şer olur O halde ister mal ister çocuk ister dünya nimetlerî olsun, Allah'tan dâimâ hayırlı olanı istenmelidir Yüce Rabbimiz buna işaretle, şöyle buyurmaktadır:
"İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey kötülüğünüzedir" (el-Bakara, 2/216)
"Hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir" (en-Nisâ, 4/19)
Rasûlullah (s a s): "Kişinin kendinden sonra bıraktığı şeylerin en hayırlısı üç tanedir: Kendisine dua edecek salih evlat, kendisine sevabı ulaşacak olan sadaka-i câriye ve kendisinden sonra onunla amel edilecek ilim" diye buyurur (İbn Mace, Mukaddime 20)
O halde, Müslüman, hem kendisi için hem de tüm insanlık için hayrı istemek, hayra teşvik etmek ve kötülüklerden uzaklaşıp başkalarını da uzaklaştıramaya çalışmak durumundadır Çünkü Hak Teâlâ:
"Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, ma'rufu emreden, münkerden alıkoyan, Allah'a inanan hayırlı bir ümmetsiniz" (Âlu İmrân, 3/110) buyurur
İslâm ıstılahında "Maruf"; her türlü hayrı, "Münker"de her türlü kötülüğü ifade eder
Halid ERBOĞA
HAYIZ
Kadının rahiminden belli günlerde kan gelmesi, doğum veya hastalık söz konusu olmaksızın, belli yaşlardaki kadının rahminden belli günlerde gelen kanı ifade eden bir fıkıh terimi
Türkçede "hayız" yerine, âdet, aybaşı, kirlilik, ay hali ve namazsızlık gibi kelimeler de kullanılır Bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir a) Hayız kanı Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir b) Özür (istihaza) kanı Kadın hastalığı olanlarda görülür c) Lohusalık (nifâs) kanı Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır
Âdet görme, yani hayız, kadını erkekten ayıran özelliklerden birisidir O, anormal ve çirkin bir olay değil, normal ve kadının yaratılışının gereği olan doğal bir olaydır İslâm'ın çıkış sırasında câhiliye devri Arapları âdetli kadına arkadan, Hıristiyanlar önden ilişkide bulunurlardı Yahudiler ve Mecusîler ise, böyle bir kadından uzak durular, hatta temizlendikten sonra da bir hafta süreyle onlarla bir arada kalmazlar, birlikte yiyip, içmezlerdi (Müslim, Hayız, 6; Ebû Dâvûd, tahâre, 102, Nikâh, 46; Faruk Beşer, Hanımlara Özel İlmihal, İstanbul 1989, s 154, vd)
İslâm, kadına rûhî ve fizyolojik sıkıntı veren ve onu küçük düşüren bu alışkanlıkları yasaklayarak koruyucu bazı hükümler getirdi Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey Muhammed, sana kadınların hayız halinden sorarlar De ki: O, kadına eziyet veren bir haldir Hayız halindeyken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar da onlara yaklaşmayın Temizlendikten sonra onlara Allah'ın emrettiği yerden yaklaşın" (el-Bakara;2/222) Hadiste ise şöyle buyurulur: "Bu hayız, Allah'ın Âdem (a s)'in kızlarına yazdığı bir şeydir" (Buhârî, Hayz, 1,7, Edâhî, 3, 10; Müslim, Hacc,119,120; Ebû Dâvud, Menâ**** 23) Âdet gören kadından tamamen uzak mı kalınacağını soranlara Allah elçisi şu cevabı vermiştir: "Cinsel ilişki dışındaki şeyler, normal zamanlardaki gibi yapılabilir" (Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâret, 18; İbn Mâce, Taharet, 12) Kur'ân da, âdetten "pislik" olarak değil, "eziyet" olarak söz edilmiş, bununla, sıkıntıda bulunan hayızlı kadın korunmak istenmiştir Diğer yandan Hz Peygamberin eşleriyle dizkapağı ve göbek arası dışındaki normal ilişkilerini sürdürdüğü bilinmektedir (bk Buhârî, Hayz, 5, Tahâret,175; Dârimî, Tahâret,108) Âdetli kadının temiz olmayan yönü sadece âdet kanıdır Onun tükrüğü ve teri pis değildir Pişirdiği yenir ve yemek artığı da temizdir Hz Âişe'den (ö 57/676) şöyle dediği nakledilmektedir: "Allah elçisinin isteği üzerine, ben adetli iken kucağıma yaslanır, Kur'ân okurdu" (Buhârî, Hayz, 2, 3; Müslîm, Hav,15; Nesâî, Tahâret, 173, 174) "Adetli iken, kemikli eti ısırır, sonra O'na verirdim Alır ve benim ısırdığım yerden ısırırdı Yine âdetli iken su içtiğim kabı O'na verirdim, alır ve ağzını benim ağzımı koyduğum yere koyar ve içerdi" (Müslim Hayz, 14)
Kadın, âdet görmeye yaklaşık dokuz yaşlarında başlar ve ellibeş yaşına kadar devam eder Bu yaşların dışında cinsel organdan gelecek kan "özür kanı" sayılır Âdet gören kadın artık namaz, oruç, hac gibi bütün şer'î emir ve yasaklara muhatab olur Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur Âdet veya ihtilâm gecikirse, çoğunluk İslâm hukukçularına göre onbeş yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır
Âdet görmenin üst sınırı için açık bir âyet veya hadis bulunmadığından İslâm hukukçuları tecrübeye dayanarak değişik yaşlar belirlemişlerdir Ebû Hanîfe'ye (ö 150/767) göre elli beş yaş olan bu sınır, Mâlikilere göre, yetmiş, Hanbelîlere göre ise, elli yaştır Şâfiîler âdetin devam edebileceği süreye bir üst sınırlama getirmemiştir, bu hâlin ömür boyu sürebileceğini, ancak çoğunlukla altmış iki yaşında sona erdiğini belirtmekle yetinmişlerdir (eş-Şürunbülâlî, Merâkû'l Felâh, Mısır 1315, s 23; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire (t y), I, 363; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, I, 279 vd Bununla birlikte Hanefilere göre, nâdir de olsa elli beş yaşından sonra gelen kan, koyu kırmızı veya siyah renkte ise adet kanıdır
Günümüz tıp bilimine göre, âdet; kadının ilk âdet kanaması (menarche) ile başlayıp, âdetten kesilene kadar (menepouse) her ay belirli süre devam eden kanamadır Bu; âdet kanaması, aybaşı, kirlenme, meneses, regl gibi' kelimelerle de ifade edilir Türkiye'de ilk âdet görme yaşı 12-14 yaşlarıdır Daha erken de görülebilir En erken görme yaşı dokuz olarak kabul edilir Âdetten kesilme yaşı ise kırkbeş ellidir Ancak en son altmış yaşına kadar devam edebilir
Âdetin başlama, bitme ve düzenine etki yapan faktörler şunlardır: Şiddetli geçen hastalıklar, kronik (müzmin) hastalıklar, iklim ve çevre değişiklikleri, korku ve heyecan, aşırı bedensel faaliyet, dengesiz zayıflama rejimleri, aşırı gebe kalma isteği veya gebe kalma korkusu
Âdet kanaması; rahmin en iç tabakası olan endometriumun 27-28 gün süreyle, hormonların etkisi altında gelişip, dördüncü hafta sonunda hormonların kandan çekilmesiyle, bu gelişen tabakanın bozulup dökülmesi olayıdır Âdet kanı, genellikle kadını hamile olmadığının belirtisidir Âdet kanının içinde bol miktarda doku artığı vardır Akyuvarlar bakımından oldukça zengindir Âdet kanında pıhtılaşma olmaz İçinde bir takım enzim ve kimyasal maddelerin miktarı artmıştır Genel olarak 3-5 gün devam eder, 28 gün arayla yenilenir Akan kan yaklaşık 100 gram kadardır Bu sulu kana; üreme yollarındaki akıntılar, bu yolun iç zarlarının döküntüleri ve yabancı mikroplar karıştığı için ağır bir koku verir Bu yüzden kadının özellikle âdet günlerinde temizliğine dikkat etmesi gereklidir
Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe kadın âdet görmez: Zira Evtâs'ta esir edilen kadınlar için Hz Peygamber (s a s) şöyle buyurmuştur: "Savaş esirlerinden hiç bir gebe kadınla, doğuma kadar gebe olmayanlarla da hayız görünceye kadar cinsel temasta bulunulmasın" (Ebû Dâvud, Nikâh, 44; Tirmîzî, Siyer,15; Dârimî, Talâk, 18) Yine, Abdullah b Ömer (ö 73/692) Âdet hâlindeki eşini boşadığı zaman Allah elçisi onun hakkında şöyle buyurdu: "Eşini temiz olduğu günlerde veya gebe iken boşasın" (eş-Şevkânî, Neylü'l Evtar, VI, 221) Mâlikîler ve son dönemdeki fetvasına göre imâm Şâfiî ise gebe kadının da bazan âdet görebileceğini kabul ederler Onlar, âdetten söz eden âyetin mutlak anlamı ile, âdetîn kadının fıtratından olduğunu bildiren bazı haberlere dayanırlar (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, 1, 51)
Hanefilere göre, hayızın en kısa süresi üç gün üç gecedir Bundan azı özür kanı sayılır "Ortası beş gün, en uzun sûresi ise on gün on gecedir On günü geçen kanamalar özür sayılır Dayandıkları delil şu hadistir: "Bekâr veya dul kadın için en kısa hayız süresi üç gün, en uzun süresi ise on gündür" (ez-Zeylâî, Nasbu'r-Râye, I 191) Şâfiî ve Hanbelilere göre, en kısa süre bir gün, bir gece, en uzun süresi ise, altı veya yedi gündür Mâlikiler, en az süre için bir sınır belirlemezken, en uzun süreyi kadının durumuna göre otuz güne kadar çıkarırlar (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', I, 39; İbnü'l-Hümâm, a g e , I,11; İbn Rüşd, a g e , I, 48, vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 308)
Lohusalığın en kısa süresi için bir sınırlama yoktur En uzun süresi Hanefi ve Hanbelîlere göre kırk gündür Bundan sonra lohusa kadından gelecek kan özür kanı sayılır
Âdet gören kadının bu hâli, doğum yapan kadının da lohusalık hali sona erince gusül abdesti alması gerekir (el-Bakara, 2/222; eş-Şevkânî, a g e , I, 568)
Âdetli veya lohusa kadına yasaklanan Şeyler:
1- Namaz kılmak Âdetli veya lohusa kadının namaz kılması câiz değildir Hz Peygamber (s a s), Fâtıma binti Ebî Hubeyş'e "Hayız gördüğün zaman namazı bırak ve hayız hâlin sona erince, kanı temizleyerek guslet ve namaz kıl" buyurmuştur Buhâri'deki rivâyet şöyledir: "Âdetin devam ettiği sürece namazı bırak, sonra boy abdesti al ve namaz kıl" (Buhâri, Hayz, 19, 24, Vüdû, 63; Müslim, Hayz, 62; Ebû Davûd Tâhâret, 109)
Âdetli kadın, kılamadığı namazı kaza etmez, orucu ise kaza etmesi gerekir Hz Âişe şöyle demiştir: "Biz Rasûlullah (s a s) devrinde âdet görüyorduk Namazı kaza etmekle emrolunmadığımız halde, tutamadığımız orucu kaza etmekle emrolunuyorduk" (Buhârî, Hayz, 20; Ebfı Dâvud Tahâre,104; Tirmizî, Savm, 67; Nesaî, Hayz,17; Siyâm, 64)
2- Oruç tutmak Âdet gören veya lohusa olan kadın oruç tutmaz Delil yukarıdaki Hz Âişe hadisidir Ancak oruç borcu, onların üzerinden düşmez Kaza etmeleri gerekir
3- Tavâf Hz Peygamber, hac sırasında âdet gören Âişe (r anhâ)'ye şöyle buyurmuştur: "Hayız gördüğün zaman, temizleninceye kadar Beytullah'ı tavaf dışına hacıların yaptığı diğer hac ibadetlerini yap" (Buhârî, hayz,1, 7, Hacc, 71, Edâhî, 3, 10; Müslim, Hacc,119,120; Ebû Davûd, menâsîk, 23)
4- Kur'an-ı Kerîm okumak Mushafa el sürmek ve onu taşımak "Ona (Kur'ân'a) tam olarak temizlenmiş olanlardan başkası el süremez" (el-Vâkıa, 56/79) Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "İddetli kadın ve cünüp olan, Kur'ân'dan hiç bir şey okuyamaz" (Tirmizî, Tahâre, 98; İbn Mâce, Tahâre, 105)
Hanefilere göre, bir kılıf içindeki Kur'ân'a el sürmek ve taşımak hayızlı ve cünüp için mümkün ve câizdir Yine ilimle uğraşan kimse, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını zarûret yüzünden elbisesinin yeniyle veya eliyle tutabilir Kur'ân yapraklarını abdestli çevirmek müstehaptır Yine bu yaprakları okumak için bir kalemle çevirmek de câizdir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l İslâmî ve Edilletuh, I, 471)
5- Mescide girmek, orada eğleşmek ve itikâfa çekilmek Hadiste şöyle buyurulur: "Hiç bir hayızlı veya cünüp mescide giremez" (İbn Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû',116) Şâfiî ve Hanbelîler, hayızlı ve lohusanın kirletmemek şartıyla mescitten karşıdan karşıya geçmesini câiz görürler Hz Peygamber'in Âişe (r anha)'ye böyle bir izin verdiği nakledilmektedir (Müslîm, Hayz, I1-13; Nesâî, Tahâre, 172, Hayz, 18; İbn Mâce, Tahâre, 120)
6- Cinsel temasta bulunmak veya göbekle diz kapağı arasını okşamak (istimtâ) Bunu delili âyet ve hadistir Âyette şöyle buyurulur: " Hayız halinde iken kadınlardan uzaklaşın ve temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın" (el-Bakara, 2/222) Uzaklaşmaktan (İ'tizal) maksat, onlarla cinsel teması bırakmaktır Yine hayızlı hanımıyla ne derece ilgilenebileceğini soran bir sahabeye Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: "Senin için göbekten üst taraf serbesttir" (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâı, I, 277)
Hanbelilere göre, göbek-diz arasında cinsel temas dışında serbesttir Delil şu hadistir: "Hayızlı kadına cinsel temasın dışında herşeyi yapabilirsiniz" (Müslim, Hayz" 16; Nesaî, Tahâre, 16)
Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere göre hayızlı veya lohusa olan eşiyle cinsel temasta bulunan erkeğe keffâret gerekmez Ancak tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir
7- Boşama Hayız hâlindeki kadını boşamak câiz değildir Ancak buna rağmen boşama geçerlidir, ve bid'î tâlak adını alır Âyette; "Boşayacağınız zaman, eşlerinizi iddetlerine doğru boşayın" buyurulur (et-Talûk, 65/1) Yani içinde iddet meşru olan bir sürede boşayın demektir Çünkü, ay hâlinin geri kalan kısmı iddetten sayılamaz Allah elçisi, Abdullah b Ömer'e, eşini temizlik günlerinde veya gebe iken boşamasını bildirmiştir (eş-Şevkânî, a g e , VI, 221; Geniş bilgi için bk el-Kâsânî, a g e , I, 44; İbnü'l-Hümâm, a g e , I, 54, 57, 61; eş-Şirâzî, el-Müheneb, I, 38, 45; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 306 vd ; İbn Âbidîn, a g e , I,158,162, 268, 274; eş-Şevkânî, a g e , I, 276, 278, 280, 777; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1985, I, 469 vd )
Hamdi DÖNDÜREN
HAYVAN KESMEK
İslâm'da eti helal olan hayvanları şer'î ölçülere göre boğazlamak Arapçada eti yenilen hayvanı kesmek ve boğazlamak anlamında kullanılan üç terim vardır Bunlar zebh, nahr, tezkiye Zebh; boğazlamak, hayvanın boğazına bıçak vurup damarlarını kesmek demektir Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "zebîh" veya "zebîha" denir Ancak bu terim daha çok sığır, koyun ve keçi gibi hayvanların çene altından meşrû şekilde kesimini ifade eder (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut, t y, XII, 3; el-Mevsilî, el-İhtiyâr, İstanbul 1984, cz V, 9) Kur'ân-ı Kerîm'de bu çeşit kesime yer verilir: "Allah size bir sığır kesmenizi (zebhi) emrediyor" (el-Bak,ara, 2/67) "Ve İbrahim'e oğulunun yerine fidye olarak büyük bir (koç) kurbanlık verdik" (es-Saffât, 37/ 107)
Nahr; bir hâyvanı göğsü üzerinden bıçak vurup, boğaz damarlarını kesmek, demektir Bu, deve cinsi hayvanın kesim şeklidir Deveyi çene altından kesmek (zebh) mekruh olduğu gibi, koyun ve sığır cinsini de göğsü üzerinden kesmek (nahr) mekruhtur Ancak bununla birlikte etleri yenilebilir (el Mevsilî, a g e , cz V, 11; el-Fetâvâ-i Hindiyye, V, 288)
Tezkiye; ise, gerçek kesimi veya av tüfeği üzerine besmele çekmek gibi hükmî kesimi kapsamına alır
Kesimin meşrûiyeti Kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır: "Ölü, kan, domuz, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmuş, vurulmuş, yukarıdan yuvarlanmış, süsülmüş, canavar yırtılmış olup da ölenler, dikili taşlar üzerinde onlar adına kesilen hayvanlar Üzerinize haram kılınmaştır" (el-Mâide, 5/3) "O halde Allah'ın âyetlere inanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılan hayvanlardan yiyin " (el-Mâide, 5/5) İlk âyette sayılan hayvanlardan eti yenilenler, ölmeden önce yetiştirilerek meşrû şekilde kesilirse helal olurlar
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Hayvanı keseceğiniz vakit, bıçağı keskinletiniz ki ona rahat ettiresiniz" (İbn Mâce, Zebâih, 3) "Hayvan kan akıtan her şeyle kesilir Üzerine de Allah'ın ismi anılırsa o kesileni yiyiniz Yalnız diş ve tırnak müstesnadır Sebebi şudur diş bir kemiktir, tırnak ise Habeşlilerin kesme âletidir" (Buhârî, Zebâih, 15; Tecrid-i Sarih Tercümesi, VII, 426)
Kesimin meşrû sayılması için gerekli şartlar:
a Kesenin müslüman veya ehl-i kitaptan olması Âyette; "  ancak usulüne göre kestikleriniz müstesna" buyurularak, mü'minlere hitab edilmiştir (el-Mevsili, a g e, cz V,10) "Bugün size temiz olanlar helal kılındı Kitap verilenlerin (Ehl-i Kitap) yemeği size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir" (el-Mâide, âyet, 5/5)
İslâm, kestiğinin yenilmesi konusunda ehl-i kitabı yani Hristiyan ve yahudileri müşrik ve münkirlerden ayrı tutmuştur Çünkü ehl-i kitap temelde vahye, peygamberliğe ve genel anlamda dinin aslına inandıkları için mü'minlere daha yakındır "Ehl-i kitabın yemeği" ifadesi, onların her türlü yemeğini kapsamına alır Kestikleri hayvanlar da buna dahildir Ancak leş, akan kan ve domuz eti gibi bizzat haram olanlar bundan müstesnadır Bunlar haramdır Diğer yandan kestikleri hayvan üzerine Mesîh, Üzeyir, haç ve benzeri, Allah'tan başkasının ismini zikretmemeleri de gereklidir (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanayî, V, 45; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, cz 1, 365 vd; el-Cezîrî, Kitabü'l-Fıkh alel-Mezâhibi'l-Erbaa, 11, 22 vd ; el-Kardâvî, İslâm'da Helal ve Haram, terc Ramazan Nazlı, İstanbul 1967, s 64 vd )
b Besmele çekmek İslâm, bir hayvanı keserken üzerine Allah'ın adının anılması prensibini getirmiştir Başka ilâh anılarak, putlar adına veya kasten besmele terkedilerek kesilen hayvanın etini haram kılar "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyiniz" (el-En'am, 6/121) Hz Peygamber (s a s): "Allah'ın adı anılarak, kanı akıtılan hayvanın etini yeyiniz"(Buhârî, Zebâih, 20) buyurmuştur Hz Aişe'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Bir grup insan Allah Rasûlüne gelerek şöyle dediler: Bazı kimseler bize et getiriyor Fakat biz, bu kesilen hayvanın üzerine Allah'ın adının anılıp anılmadığını bilmiyoruz" Hz Peygamber cevaben: "Üzerine besmeleyi çekip, ondan yeyiniz" buyurdular (Buhârî, Zebâih, 21; İbn Mâce, Zebâih 4)
Âyette, üzerine Allah'ın adı anılmayanı yememek emredilirken, bazı hadislerde konuya esneklik getirilmesi, değişik görüşlerin ortaya çıkmasına yol açmıştır İslam hukukçularının çoğunluğuna göre, hayvanı keserken besmele hatırlanırsa, çekmek farzdır Fakat unutulduğu zaman eti yenilir Bunlara göre sadece kasden terkedilince, kesilen hayvanın eti yenmez İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bir gün hayvan kesen, fakat besmeleyi unutan birisinin durumu sorulduğunda şöyle demiştir: "Aziz ve Celîl olan Allah'ın adı, her müslümanın kalbinde mevcuttur Onun kestiğini yeyiniz" (Buhârî, Zebîrih, 9; Ebû Dâvûd, Sayd, 2; el Kasânî, a g e , V, 47; Mevsılî, cı V, 9)
Şâfiîlere göre, hayvan kesilirken üzerine besmele çekmek sünnettir Âyette, haram kılınan şeyler; leş, akıtılmış kan ve domuz eti olarak sayılmış, kesilirken besmele terkedilen hayvan zikredilmemiştir (el-En'âm, 6/145) Hz Peygamber bu üç şeyin dışındakilerin haram kılındığını söylemekle yükümlü tutulmuştur Kesilen bir hayvanın haram olması, üzerine Allah'tan başkasının adını anma yüzündendir (el-Kâsanî, a g e , V, 46)
Mâlîkî ve Zâhirîler ise "Kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanların etini yemeyiniz" (el-En'âm, 6/121) âyetinde unutma veya terketmeden söz edilmediği için, besmeleyi mutlak olarak farz kabul ederler Bu prensiple çelişen Hz Âişe'nin naklettiği yukarıda zikrettiğimiz hadisi de neshedilmiş sayarlar (Muhammed Fevzî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dimaşk 1977-79, s 663, 664)
c Kesim şekli Hayvanın nefes ve yemek borusu ile iki şah damarının (vedec) kesilmesi gerekir Ebû Hanîfe'ye göre, bunlardan üçünün kesilmesi yeterlidir Ebû Yusuf'a göre ise, nefes ve yemek borusu ile iki damardan en az birinin kesilmesi gerekir (el-Mevsılî, cz V, 110, el-Fetâvâ-i Hindiyye, V, 287)
Kurban niyetiyle Allah rızası için, usûlüne göre kesilen büyük ve küçük baş hayvanın sevabı, istenilen bir müslümana bağışlanabilir Mezar ve türbelere veya bir kimseyi karşılamak için kesilecek kurbanda Allah'a ortak koşma belirtilerinden sakınmak gerekir Kurban bir takım nimetlere kavuşmanın şükrü olarak Allah rızası için kesilir Misafire ikram etmek için hayvan kesimi câizdir
HAMDİ DÖNDÜREN
HAZENE-İ CEHENNEM
"Hazene", muhafız, bekçi cehennem kapısının bekçi ve görevlileri manasına gelen "hâzin"in çoğuludur
Sonsuz kudret sahibi olan yüce Rabbimiz, dilediği herşeyi, hiçbir kimseye ihtiyaç duymadan sadece "ol" demekle yapabildiği halde, hikmeti gereği birçok meleği çeşitli vazifelerle görevlendirmiştir "Hazene-i Cehennem"de bu görevlilerden bazılarıdır Bunu Kur'ân-ı Kerîm'in:
"Cehennemde görev yapanları ancak meleklerden kıldık" (el-Müddessir, 74/31) âyetinden anlamak mümkündür
Rabbimiz bize, cehennemde görevli bekçilerin sayısının on dokuz olduğunu bildirmektedir
"Biliyor musun sakar (cehennem) nedir? O, ne geri bırakır ne de azabdan vazgeçer İnsanın derisini kavurur Üzerinde görevli on dokuz (melek) vardır" (el-Müddessir, 74/27-30)
Kur'ân'ın verdiği bu on dokuz rakamı üzerinde durup, çeşitli yorumlarda bulunanlar eksik değildir Oysa Kur'ân'ın kendisi bunun hikmetini yukarda geçen âyetin devamında şöyle açıklamaktadır:
"Onların sayısını inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle kendilerine kitap verilenler kesin bir bilgiye sahip olsun, iman edenlerin imanını artırsın; hem kendilerine kitap verilenler hem de mü'minler Şüpheye düşmesinler; kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler: Allah bu misâlle ne demek istemiştir ki desinler" (el-Müddessir, 74/31)
Demek ki, inkârcılar ve kalbinde hastalık bulunanlar "Bu sayıdan ne murad edilmiş" derler ve muhtemelen; "ondokuz kişi cehennemliklere nasıl güç yetirecek?" şeklinde konuyu küçümsemek isterler Belki de bu görevlilerin, Allah'ın kendilerine büyük bir güç verdiği meleklerden olduğunu düşünemiyorlar Böyle bir ihtimale Cenab-ı Allah'ın cevabı:
"Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun Üzerinde iri yapılı, kaba ve sert tabiatlı, Allah'ın kendilerine verdiği buyruklarına baş kaldırmayan, kendilerine emredileni yerine getiren melekler vardır" (et-Tahrîm, 66/6)
Öyle melekler ki, yalvarıp yakarma, ağlayıp sızlama onları etkilemez, görevlerini yapmaktan bir nebze olsun alıkoymaz
"Hazene-i cehennem"in önde gelen ismi Mâlik'tir Kur'ân, cehennemliklerin çektikleri azaptan kurtulmak için:
" Ey Mâlik (dile de) Rabbin bizim işimizi bitirsin! Diye seslenirler Mâlik de, siz böyle kalacaksınız, der" (ez-Zuhruf, 43/77)
Peygamber (s a s) de, rüyasında kendisine cehennem ehlinin durumu gösterilirken, önündeki ateşi yakmakla meşgul birine gözü takılır Kim olduğunu sorduğunda: "Cehennem bekçisi Mâliktir" cevabını alır (Buhâri, Cenâiz, 93)
Halid ERBOĞA
HAZENE-İ CENNET
Cennet kapısının bekçileri ve cennetin muhafızlarıdır
Kur'ân-ı Kerim "Hazene-i Cennet" hakkında detaylı bilgi vermez Ne sayıları ne isimleri ne de görevlerinin mahiyeti hakkında insanları yeterince aydınlatmaz Buna gerek de yoktur Yalnızca iman etmek ve Allah'ın bildirdiği kadarını bilmek kâfidir Allah'ın ve Rasûlü'nûn bildirmediği ve ancak Onların bildirmesiyle bilinebilecek mevzularda yorum yapmak, ileri geri konuşmak da câiz değildir
"Rablerine karşı gelmekten sakınanlar ise zümreler halinde (bölük bölük) cennete sevkedilir Oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: Selâm size! Tertemiz geldiniz Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler" (ez-Zümer, 39/73)
Yukarıdaki âyetten; Cenâb-ı Allah'ın, "hazene-i cennet"ten sözederken onları çoğul siğası ile zikrettiğini görüyoruz Demek ki, "Cennet hazenesi"nin sayısı ikiden fazladır Zira Arapça'da çoğul, üç ve daha yukarısı için kullanılır
Ayrıca "hazene", cennetlikleri karşılarken takındıkları tavırdan mü'minlere karşı güleryüzlû, tatlı sözlü olduklarını öğreniyoruz
Hz Peygamber (s a s) bir hadisinde:
"Ben kıyamet gününde cennetin kapısına gelerek açılmasını isteyeceğim Cennetin bekçisi:
- Sen kimsin? diyecek Ben de:
- Muhammed'im diyeceğim Bunun üzerine:
- Ben ancak sana açmaya memur oldum Senden önce hiçbir kimseye açmayacaktım, diyecek " (Müslim, İman, 85)
Buradan da, "Hazene-i Cennet"in diğer melekler gibi, yalnızca kendilerine emrolunan şeyleri yaptıklarını öğrenmekteyiz
Halid ERBOĞA
|