Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (H)
Hristiyanlik
Hz İsa'nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din
Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5'inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir Bir milyar civarında mensubu vardır Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm'dakinden farklıdır Hristiyanlıkta Hz İsa merkezi bir öneme sahiptir Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir Nâsıralı İsa'yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir İsa, İsrâil'i, gelecek tanrı'nın krallığı'na hazırlamak istemiştir Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa'nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s 117 VD A Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc Mesud Sadak), İstanbul 1981, s 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s 200 vd ; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s 136 vd )
Hristiyan, Mesih'e bağlı demektir Bu kelime, Yunanca "Hristos"tan gelir İbranîcesi "Maşiah"dir, yağlanmış anlamını ifade eder İncillerde "Hristiyan", "Hristiyanlık" gibi terimler yer almaz Bu terimler, ilk defa Hz İsa'dan 20-30 sene sonra Antakya'da kullanılmıştır (Resullerin işleri, XI, 26) İnciller daha çok, Hz İsa'ya ağırlık vermektedirler ve onun bir tür hayat hikayesi durumundadırlar
Hristiyanlık aslında tek tanrı anlayışını esas alan bir dindir İncillerde ve diğer yazılarda bu hükmü doğrulayacak ifadeler vardır Allah'ın birliğinden söz edilmektedir (Yuhanna, V, 44) Fakat yine aynı metinlerde bir kısım ifadeler, mecâzî deyimler, daha sonraları bir üçleme (teslis) anlayışına yol açmıştır Bunda, İncil yazarları ile Hz İsa arasındaki zaman aralığının rolü vardır Öte yandan, Hristiyan Kutsal Kitabı'nda teslis, hiç bir yerde açıkça zikredilmemiştir Ancak "ben ve baba biriz", "baba'nızın ruhu", "Allah'ın ruhu" gibi ifadeler, zamanla Allah'ın yanında İsa ve kutsal rûhun da tanrı sayılmasına kadar varan yorumlara yol açmıştır Bu yorumları ilk başlatan, havârîlere sonradan katılan Pavlus olmuştur "Hz İsâ zamanındaki en büyük ilâhiyatçısı" olarak tanımlanan Pavlus, bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olarak bilinmektedir Modern bilginlere göre günümüz hristiyanlığı, Hz İsa'nın getirdiği nizamdan çok, Pavlus'un yorumlarından ibarettir Hatta denilebilir ki, sonraki yüzyıllar, dini inançlarını İncillerden çok, onun yorumlarına dayandırdılar Pavlus'un telkinleri, Allah'ı değil, İsa Mesih'i ağırlık merkezi olarak almıştır Ona göre İsa, sâdece bir insan değil, Tanrı'nın kudretiyle diriltilen bir kimse idi
Hz İsa'nın çarmıha gerilmiş olması ve tekrar dirilmesi, insanların Hz Âdem'in Cennet'te, yasak meyveden yemiş olması sebebiyle doğuştan günahkâr oldukları inançları da Pavlus tarafından Hristiyanlığa sokulmuştur
Görüldüğü gibi bugünkü Hristiyanlık, Pavlus'un yorumlarına dayanır Gerek dinin aslî şekli, gerekse kutsal kitabları olan İncil, tahrifata uğramıştır Artık Hristiyanlık muharref bir dindir Bunun içindir ki, günümüz hristiyanlarının benimsediği Hristiyanlık ile, Kur'ân-ı Kerîm'in bize bildirdiği Hristiyanlık, birbirinden tamamen farklıdır
Kur'ân-ı Kerîm'de Hristiyan için "Nasrânî", Hristiyanlar için de "Nasârâ" kelimeleri kullanılmıştır (Âli İmran, 3/67; el-Bakara, 2/62, 111, 113, 135, 140; el-Mâide, 5/14, 18, 51, 69, 82; et-Tevbe, 9/30; el-Hacc, 22/17) Ayrıca, "Ehl-i Kitap" ifadesinin yer aldığı âyetlerde, Hristiyanlar da muhatap alınmıştır Meselâ "De ki; ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit olan bir kelimeye gelin Yalnız Allah'a kulluk (ibadet) edelim ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım" (Âli İmrân, 3/64) âyetinde olduğu gibi
Kur'ân-ı Kerim'e göre, Yahudiler gibi Hristiyanlar da verdikleri sözde durmadıkları için, kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin salınmıştır Hz Muhammed onlara da gönderilmiş bir elçidir O, Ehl-i Kitab'ın gizledikleri ve sakladıkları şeylerin çoğunu onlara açıklamıştır Ancak Yahudi ve Hristiyanlar, kendilerinin "Allah'ın oğulları ve sevgilileri" olduklarını söyleyerek, Hz Muhammed'e karşı çıkmışlardır Yahudiler Uzeyr'i, Hristiyanlar da İsa'yı Allah'ın oğlu saymışlardır İnsanları tanrılaştırdıkları için de küfre girmişlerdir (el-Mâide, 5/12-18; et-Tevbe, 9/20) Allah'a çocuk isnad etmekle Tevhid'in özüne ve rûhuna aykırı hareket etmişlerdir Halbuki "Allah, bu tektir Her şeyden müstağnî ve her şey O 'na muhtaçtır O doğurmamış ve doğmamıştır Hiç bir şey O'na denk değildir " (İhlâs, 112/1-4) 
Kur'ân-ı Kerim, Hz İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu, O'nun da tevhid'i tebliğ ettiğini açıklar (el-Mâide, 5/46-47, 62-69, 72-77) Bu durumda Meryem oğlu İsa'yı ilah edinen Hristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsüdür" (el-Mâide, 5/72-75) diyerek doğru yoldan sapmışlar, tevhid çizgisinden uzaklaşmışlardır Tevhid esasından uzaklaşan Hristiyanların yüce Allah, dinlerinin aslına, tevhid ve İslâm yoluna çağırmaktadır (el-Mâide 5/46)
Yukarıda da belirtildiği gibi hristiyanlık, aslı itibariyle hak dinlerderdendir Peygamberi Hz İsa, kitabı da İncil'dir Bugünkü Hristiyanlığın odak noktasını oluşturan ve Pavlus teolojisinin temelini teşkil eden Hz İsa, yalnız Allah'ın kulu ve Rasûlü'dür Bunu bizzat kendisi şöyle ikrar etmiştir: ''Hz İsa: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum Bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı; nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve annene iyi davranmamı emrelti Beni bedbaht bir zorba kılmadı Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selam olsun" dedi (Meryem, 19/30-33) Ayrıca Hz İsa'yı ve annesini tanrılaştırıp "teslis" akidesini oluşturan Hristiyanlarla Hz İsa, kıyamet gününde yüzleştirilecekler ve böylece Hristiyanların uydurdukları yalanlar bir kere daha ortaya çıkmış olacaktır Bu husus, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle belirtilir: "Allah Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin," dedin?" demişti de; ''Hâşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen benim içimde olanı bilirsin, ben Senin içinde olanı bilemem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, ''Ben onları sadece, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, diye bana emrettiğini söyledim Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahiddim, beni aralarından aldığında onları sen gözlüyorsun Sen her şeye şâhidsin" (elMâide, 5/117)
Şu halde bugünkü Hristiyanlık, Hz İsa'nın tebliğ ettiği Hristiyanlık değildir; ''Mesih, Allah'ın oğludur" gibi sözleri kendi ağızlarıyla uydurmuşlar (et- Tevbe, 9/30) ve "Meryem oğlu Mesih'i'de, kendilerine Allah'tan başka Rab edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31) Aynı şekilde, mevcut Hristiyanların, Hz İsa'nın getirdiği İncil'le hiç bir ilgileri yoktur (el-Mâide, 5/68) Çünkü Yahudi bilginleri gibi, Hristiyan râhipleri de birtakım menfaat temini için, Allah'tan kendilerine indirilmiş olan Kitab'ın hükümlerini değiştirmişlerdir (et-Tevbe, 9/34)
Özetle söylemek gerekirse; İslâmiyet ile bugünkü Hristiyanlık arasındaki belli başlı ayrılıklar şunlardır:
1 Hristiyanlık'ta teslis akidesi olduğu halde İslâm'da tevhid akidesi vardır 2 İslâm bütün semâvî dinleri ve peygamberleri içine alır; Hristiyanlık ise, yalnız Kitab-ı mukaddes'i hak bilir ve Kur'an-ı Kerim'i vahye dayalı bir kitap olarak kabul etmez 3 Hristiyanlık, insanın doğuştan günahkâr olduğunu ve bu sebeple temizlenmesi için vaftiz edilmesi gerektiğini savunur; İslâm ise, bütün insanların günahsız doğduğunu ve hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenmeyeceğini belirtir 4 Hristiyanlıkta papaz ve rahiplerin günah çıkarmak ve affetmek yetkisi vardır; İslâmiyet'te ise, günahlar yalnız Allah tarafından bağışlanır 5 Hristiyanlık'ta Hz İsa'nın sözleri Allah kelâmı olarak telakki edilir; İslâmiyet'te ise, ilâhi emirler vahiy yoluyla, Cebrâil vasıtasıyla bildirilir 6 Hristiyanlar'a göre İsa (a s) çarmıha gerilmiştir İslam'a göre ise, Allah onu kendi katına yükseltmiştir 7 Her ne kadar bugünkü Hristiyanlar, kendi dinlerinin son din olduğunu iddia ediyorlarsa da, bu iddiânın İslâm nazarında hiç bir geçerliliği yoktur Çünkü "Allah katında din, şüphesiz İslâmiyet'tir  " (Âli İmrân, 3/19) Ye artık "Kim İslâm'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir ve o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır" (Âli İmran, 3/85)
Ahmet GÜÇ
HUCCET
Burhan, delil, senet, belge, fatura, seçkin âlimlere verilen ünvan Çoğulu hucec ve hıcâc
"İleri sürülen bir görüşün doğruluğuna delâlet eden, onu kuvvetlendiren şey" Bu şey aynı zamanda iki zıt şeyden birisinin geçerliliğini de gerekli kılar "Delil" ile aynı anlamı taşıdığı da söylenir (Cürcânî, Ta'rifât, s 82; Isfahânî, Müfredât, s 155)
Bununla birlikte huccet, kullanıldığı ilim dalına göre farklı anlamlar ifade eder Fıkıhtaki huccet ile, hadis ilmindeki huccet oldukça farklı ıstılâhî anlamlar taşırlar Aynı şekilde bazı itikâdî fırkalar arasında da, meselâ, İsmâiliyye, Bâtıniyye ve İmamiyye'de huccet daha farklı şeyler ifâde eder Ama bütün bunlarda ortak olan husus, hepsinin de genel olarak sözlük anlamını korumasıdır
Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime huccet kalıbının dışında, "hâce", "hâcec" ve "hâcce" gibi benzer kalıplarda toplam olarak otuz üç yerde geçmektedir Bunlardan onüçünde İsIâm'ın beş esasından birisi olan "Hac" ibâdeti (el-Bakara, 2/89, 196 ve 197) bir yerde de; "yıl" anlamında kullanılmıştır (el-Kasas, 28/27) Bu sonuncuların konumuzla fazla ilgisi yoktur
Geriye kalan 19 yerden 11'inde daha çok "hâce" ve "hâcec" kalıplarında "tartışma" ve "delil getirme" anlamlarında kullanılmıştır Bu anlamlar için şu âyetler örnek verilebilir:
"Milleti onunla (Hz İbrahim) tartışmaya girişti "Beni doğru yola eriştirmişken, Allah hakkında benimle mi tartışıyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum; meğer ki, Rabbim bir şeyi dilemiş ola Rabbim ilimce her şeyi kuşatmıştır; hâlâ ögüt kabul etmez misiniz?" dedi" (el-En'âm, 6/80)
"Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken; güçsüzler, büyüklük taslayanlara "Doğrusu biz size uymuştuk, şimdi ateşin bir parçasını olsun, bizden sayabilir misiniz?'' derler" (el-Mü'min, 40/47)
"Ey Kitap ehli, ibrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir Düşünmezmisiniz? Siz, hadi bilginiz olan şey üzerinde tartışanlarsınız Ama bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışırsınız? Oysa Allah bilir, sizler bilmezsiniz" (Âli İmrân, 3/65-66) 
Bizzat, "huccet" kalıbının kullanıldığı sekiz yerden birisinde, "tartışma" anlamında (eş-Şûrâ, 42/15), diğer yerlerde ise "delil ve burhan" anlamında kullanılmıştır Bu anlam için de şu âyetler örnek verilebilir:
"Üstün delil (huccetu'l-bâliğa) Allah'ın delilidir O dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi" de" (el-En 'âm, 6/ 149) 
"Bu; İbrahim'e, milletine karşı verdiğimiz huccetimizdir Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz Doğrusu Rabbin hakîmdir, bilendir" (el-En'âm, 6/83)
(Ayrıca huccetin bu anlamda geçtiği âyetler için bk el-Bakara, 2/150; en-Nisâ, 4/165; es-Fûrâ, 42/16; el-Câsiye, 45/25)
Şimdi de bu kelimenin çeşitli ilim dallarına göre kullanılışlarını ele alalım:
Fıkıh İlminde Huccet: Fıkıh ilminde huccetin, genel olarak kat'î olsun veya olmasın "delil" anlamında kullanıldığı görülmektedir Senetlere, vesîkalara, mahkemelerden verilen bir kısım îlâmlara da huccet denilir Aynı zamanda, baş tarafında hâkimin imzâsı, sonunda da şâhitlerin imzaları bulunup, alış-verişe, nafakaya, vasiyyete, vekâlete, ikrâra, borçlanmaya, kefâlete ve buna benzer şeyler için yazılan vesîkalara da huccet denir (Ömer Nasûhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul, t y, VIII, 119)
Eskiden bir hükmü ihtivâ etsin veya etmesin hâkim tarafından hukûkî bir hâdiseye dair düzenlenen vesikaya da bu ad verilirdi Şer'iyye mahkemelerinden verilen huccetler ta'lik yazı ile yazılırdı (M Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983, I, 865)
Ayrıca, yine bu sahada hucec-i hattiyye, tabiri kullanılmaktadır ki, bu; berât, defter-i hâkâni kaydıyla dava olunanın mahkeme tarafından verilip, herhangi bir kötü zan ve suçlamadan uzak olan vesika ve îlamlar hakkında kullanılan bir tabirdir Bunlar kanunen kesin delil (beyyine) sayılır ve iddia edilen şey bununla sabit olur (M Zeki Pakalın, a g e, 1/865)
Hadis İlminde Huccet: Bir hadis terimi olarak huccet hadis râvilerinin adaleti için kullanılan bir tabirdir İbn Ebî Hatim'in usûlüne göre, hakkında "huccet" tabiri kullanılan râvî, adâlet ve zabt yönünden en yüksek mertebededir Başka bir deyimle de, hadis alanındaki ehliyeti herkes tarafından kabul edilen, rivâyet ettiği hadisler delil olarak kullanılabilen, "sika"nın üstünde daha güvenilir bir râvîye "huccet" denilir
Ayrıca, üçyüz bin hadisi ezbere bilen hadis âlimine "huccet" denildiği gibi, râvilerinin durumlarıyla beraber sekizyüzbin hadis bilen hadis âlimine de "huccet" denilmektedir (bk Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s 138)
Mantık İlminde Huccet: Mantık ilminde huccet, "delil"in müterâdifi olarak kullanılır Hasmı ilzâm etmek ve onun delilini geçersiz kılmak için kullanılırsa el-huccetu'l-İlzâmiyye adını alır Bu tür bir huccet, hasmın kabul ettiği mukaddimeler üzerine binâ edilir; hasmın ileri sürdüğü mukaddimelerden hareketle, hasmın delilleri çürütülmeye çalışılır ki, bu bir çeşit hasmı kendi deliliyle kendisini geçersiz kılmak olur (bk Tehânevî, Kitâbu Keşşâfı Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul, 1984, s 1/384; İA , "Huccet" maddesi, 5/575)
İslâm Mezhebleri Tarihinde Huccet: Huccet tabiri, mezhebler tarihinde sözü edilen çeşitli itikâdî fırkalar arasında da farklı anlamlara gelmektedir Bu tabir, özellikle Şîa ve onun önemli kollarından olan İmâmiyye, İsmâiliyye ve Bâtıniyye'de daha çok kullanılmaktadır Bunlarda "huccet" genel olarak; dokunulmazlık verdikleri, masum kabul ettikleri şahıslara verilen isimlerden birisidir Bir kısmında "imam": huccet olarak görüldüğü halde, diğer bir kısmında imama giden yol huccetten geçer
Şimdi bu fırkalara göre "huccet''in kullanılışını ayrı ayrı görelim:
a) İmamiyye'ye Göre Huccet: İmamiyye veya İsnâaşeriyye adlarıyla bilinen bu fırkaya göre huccet, "oniki imama" verilen bir başka isimdir Onlara göre imam, Allah'ın yeryüzündeki delilidir Bundan dolayı da imamlara aynı zamanda huccet denilmektedir İmamların sözleri Allah'ın sözü, emirleri, Allah'ın emridir Onlar, ancak Allah adına ve O'nun vahyi ile konuşurlar İnsanlar üzerine şahittirler Onlar Allah'a giden yoldur ve O'na işaret eden delillerdir Onları sevmek imandan, onlardan nefret etmek ise küfürdür Onların dostu Allah'ın dostu, düşmanları da Allah'ın düşmanlarıdır Yeryüzü Allah'ın yarattıkları için huccetinden yani açık, gizli veya belirsiz bir imamdan mahrum olamaz (İmamiyyenin imam = huccet hakkındaki inançlarıyla ilgili daha geniş bilgi için bakınız: Ebû Câfer el-kummî, Risâletu'lİtikâdâti'l-İmamiyye, Terc Ethem Ruhi Fiğlalı, Ankara 1979, s 107-112; Hüseyin Atay, Ehl-i Sünnet ve Şia, Ank, 1983, s 102-110)
Ayrıca, İmamiyye'ye göre Hz Peygamber'in dedesi Abdulmuttalib "huccet", O'nun oğlu yani Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib ise O'nun vasîsidir (el-Kummî, a g e, s 131)
Görüldüğü gibi, İmamiyye'ye göre huccet veya diğer ismiyle imamlar çok farklı bir önem arzederler Zirâ onlar, bir nevî yeryüzünde Allah'ın temsilcileridirler Dünya ve âhiret ile ilgili bir çok şey onlarla izâh edilir Onları sevip, bağlanmakla herşey çözümlenmiş olur Hesab mizan, sırat ve mahşer'de hep onlar gündemdedir Meselâ, onlara göre, âhiretteki hesabın bir kısmı Allah tarafından, bir kısmı da O'nun huccetleri tarafından yerine getirilecektir Nebî'nin ve imamların taraftarlarına günahları sorulmayacaktır Yine onlara göre, bir başka yönden de sırat, Allah'ın huccetler adıdır Allah, dünyada onları tanı ve onlara itaat eden kimsenin, kıyamet gününde cehennem köprüsü demek olan Sırât üzerinden geçişine saade edecektir (bk el-Kummî, a g e s 80,84)
b)İsmailîlere Göre Huccet: İmanın yokluğunda yani gaybet durumunda kendi mezheblerine daveti yürüten kişiye "huccet" denir İmama giden huccetten geçer O, daima halkı aydınlatmak için faaldir, imam gibi olamaz O baş dâî olarak tayin edilmiştir Normal olarak din propagandası yapan dâîler bu baş dâî olan huccete tâbidirler (Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikâdî İslam Mezhebleri, İstanbul, 1980, s 103)
c)Bâtıniyye'ye Göre Huccet: Onlarca kabul edilen yedi imamdan birine verilen isimdir Onlara göre yedi Nebî, yedi de imam vardır Yedi Nebî; Âdem, Nûh, İbrahim, Musâ, İsâ, Hz Muhammed ve bağlı bulundukları Muhammed b İsmail'dir Yedi imam ise; İmam, huccet, zûmassa, dâî-i ekber, dâî-ime, zûn, mükellib ve mü'mindir Bunlardan huccet, imamın ilmini taşıyana denir İmamdan telâkkî ettiği delilleri muhatabın; zevkine göre tâlim eder Üçüncü imam olan Zûmassâ ise, çocuğun meme emdiği gibi ilmi huccetten alır (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni ilm-i Kelam, Ankara 1981, s 104)
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, huccetten özellikle Mezhebler Tarihi alanında daha çok söz edilmektedir Bu konudaki Şîa'nın görüşleri ve imam anlayışında; onlara masumiyet tanımaya kadar varan tutumları Ehl-i sünnet itikadınca kabul edilmemiş ve tenkit edilmiştir Zira, onlar da insandır, günah işlerler, günahtan masum olamazlar, onları sevmek imandan, sayılmadığı gibi onlardan nefret de küfür sayılamaz Küfür ancak açık bir inkar halinde sözkonusu olur
Abdurrahim GÜZEL
HUCURÂT SÛRESİ
Kur'ân-ı Kerîm'in kırkdokuzcu sûresi, Medine'de nazil olmuştur sekiz âyet, üçyüzkırk kelime, bindörtyüz yetmişaltı harftir Fasılası Mim ve Nun'dur Dördüncü âyetinde geçen "hucurât" (odalar) kelimesinin sûreye ad olarak verilmesi şu olaydan kaynaklanır:
Hz Peygamberimiz (s a s)'in Medine'de eşlerine ait dokuz oda vardı ve bunlar mescide bitişikti Hicrî 9 yılda, henüz müslüman olmamış Temîmoğulları kabilesinden bir grup mescide gelerek, Hz Peygamber'in eşlerinin bulunduğu odaların arkasından bağıra bağıra "Muhammed! Muhammed" diye Hz Peygamber'i çağırdılar ve şiir okumak istediler Araplar da bazı sorunlar şiirle çözümlenir, kim daha güzel şiir okursa onun tezi kabul edilirdi Temîm kabilesinin şiirlerine karşılık Hassan b Sâbit şiir okudu ve bu kabilenin ileri gelenlerinden Akra b Hâbis müslüman oldu İşte dördüncü âyette "odaların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez" buyruğu bu olayla ilgilidir
Hucurât sûresi, mü'minler arasında ve Hz Peygamber'e karşı davranış kurallarını, âdâb ilkelerini belirtmektedir
Mü'minler, Allah ve Rasûlü'nden önce bir hüküm beyan etmeye kalkışmamalıdırlar Hz Peygamber ile konuşurken son derece nazik olmalıdırlar Fasıkların çıkardığı haberlere hemen inanılmamalı ve doğruluğu araştırılmalıdır Mü'min iki grup savaşırsa araları düzeltilmelidir Eğer bir grup sulh teşebbüsüne yanaşmayıp saldırıya devam ediyorsa yola gelinceye kadar o grupla savaşılmalı, sonunda da adaletle davranılmalıdır
Mü'minler kardeştir ve bozuşan kardeşlerin arası düzeltilmelidir Mü'minler birbiriyle alay etmemeli, birbirini kötü lakapla çağırmamalı ve kusur aramamalıdır Birbirlerini çekiştirmemeli, zandan ve gizli şeylerin araştırılmasından uzak durmalıdırlar Herkes Allah katında eşittir, üstünlük ancak takva iledir Mü'min, Allah'a ve Rasûlü'ne kesinlikle inanan ve malıyla canıyla cihad eden kimsedir En büyük nimet imandır Kimin gerçekten iman ettiğini gayba ve herşeye vakıf olan Allah bilir Sûrenin ana mesajları şöyledir:
Allah ve Rasûlü'nün Hükmünün Üstünlüğü Meselesi:
Sûrenin ilk ayetinde "Allah ve Rasûlü'nün önüne geçilmemesi" öğüdü, Ahzâb sûresindeki şu ayetle açıklığa kavuşmaktadır: ''Allah ve Rasûlü'nün hüküm koyduğu konularda hiçbir müslümana muhayyerlik (hür düşünce, kendi kendine karar verme yetkisi) verilmemiştir'' (el-Ahzâb, 33/36) Meşhur Muaz hadisi de bu hususta açık bir huccettir: Hz Muaz (r a), Yemen'e vali olarak giderken, Hz Peygamber ona "ey Muaz, ne ile hüküm vereceksin?" diye sormuş, o da "Allah'ın Kitabı, Rasûlullah'ın sünneti ve bunlarda bulamazsa ictihadı ile hüküm vereceğini" söylemiştir Rasûlullah da onun cevabı üzerine: "Rasûlü'nün elçisini peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" buyurmuştur (Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 230; Şâfiî, el Umm, VII, 273; Tirmizî, Ahkâm, 3; Ebû Dâvûd, II, 75-76 vd )
Öte yandan altıncı âyette: "Ey iman edenler, bir fâsık size haber getirirse onun doğru olup olmadığını araştırıp açığa çıkarın, yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz" buyruğu, Nisâ suresinin 93 âyetindeki "Onlar kendilerine gelen haberi Rasûle ve aralarındaki emir sahiplerine yöneticiler, âlimler) götürselerdi, içlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi" âyetiyle ve ''Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Rasule ve sizden olan emir sahibine (Ulu'l-Emre) itaat edin Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve Rasûlü'ne gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûlü'ne götürün (Kur'ân ve Sünnet'le hüküm verin) Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir'' (en-Nisa, 4/59) ve "Yeryüzünde bozgunculuk yapan aşırıların emrine uymayın" (eş-Şuarâ, 26/52) âyetiyle bu konu açıklığa kavuşmaktadır İslâm âlimleri, Ulu'l-emr'in ulema ve umera olduğunu söylemiştir Hz Peygamber'in ilk uygulamalarında da emanet ehline verilmiş; yöneticiler, toplumun ileri gelenleri, aynı zamanda âlim ve takva sahibi müslümanlardan meydana gelmiştir İtaat edilmesi sözkonusu olanlar, bu tür kişilerdir Aynı zamanda "sizden olan" ibaresi de itaatin ancak müslüman olana olması gerektiğini ifade etmektedir Rasûlullah bu konuda: "Allah'a isyan hususunda âmire itaat olmaz" buyurmuştur (Ahmed b Hanbel, 426) Ve yine O; "İtaat ancak iyi şeylerde olur", "Günah işlemesi emredilirse o emir dinlenmez ve itaat edilmez"; ''Emrime itaat eden bana itaat etmiştir, bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir" buyurmaktadır (Buhârî, Ahkâm, 14; Ebu Dâvûd, Cihad, 87)
İslâm toplumunda temel kanun Kur'ân ve Sünnet'tir Hayat bu temelllerde yükselir İhtilaflar, Kur'ân, Sünnet, icma, kıyas, ulu'l-emr'in şûrası ve İmamın kararı ile çözümlenir Bunun dışında Kitap ve Sünnet'in dışına çıkmak, "Allah'a ve Rasûlü'ne gelin" dendiğinde yüz çevirmek münâfıkların, kâfirlerin bâtıla sapanların, tâğuta (azgınlığa çağıran, yoldan çıkaran her şey) başvuranların yoludur ve onlar için "Allah elçisinin emrine aykırı davrananlar kendilerine bir belânın çarpmasından yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar" âyeti inmiştir (en-Nûr, 24/63)
Hz Peygamber'e Karşı Edebli Olmak:
"Ey inananlar Peygamberin yanında seslerinizi onun sesinden daha çok yükseltmeyin Birbirinize bağırdığınız gibi onunla bağırarak konuşmayın ki, siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider Rasûlullah'ın yanında seslerini kısanlar öyle kimselerdir ki Allah onların kalblerini takva için imtihan etmiştir Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır Odaların ardından seni çağıranların çoğu aklı ermeyenlerdir  "(2-4)
Hz Peygamber herkes gibi bir insandır (Müslim, III, 1337), ancak o peygamber olması ile diğer insanlardan farklı bir konumdadır Ona karşı düşünce ve davranışlarda dikkatli olmalıdır Onunla konuşurken hiç kimse sesini yükseltmemeli, bağıra çağıra konuşmamalıdır Ona hitap ederken adıyla hitap edilmemelidir Onun adı anıldığında salâtü selâm getirilmesi müslüman olduğunu iddia edenlerin üzerinde vâcip olan bir ilkedir Ne yazık ki her devirde ve günümüzde bazı insanların özellikle ondan söz ederken salâtü selam getirmesi bir yana, ona karşı edepli bir üslup kullanmadıkları görülür
Ayrıca âyetlerdeki ifadeler sadece özel konuda değil, bütün insanlar arasında da adab, nezaket, görgü, incelik ilkeleri vazetmektedir Yeryüzünde müslümanlar kadar latif, nazik, terbiyeli insanlar bulunmaz Tıpkı câhiliyye Arapları gibi yirminci yüzyılda da insanların çoğu bağıra çağıra konuşmayı, bir üstünlük sanırlar Oysa bu kabalıktır İşte âyet bu ince ölçüyü vazetmektedir Bu ses yükseltme olayı, bir başka buyrukta Rasûlullah tarafından "Siz uzakta birine değil, çok yakınınızda olana hitap ediyorsunuz" şeklinde ifade edilmiştir Araplar, ibadete ve konuşmalarda seslerini kısmayı ondan öğrendiler Yine yukarıdaki buyruklar, bir kimsenin evinden bağırarak çağırılmaması adabını da getirmektedir Bu buyruk da şu âyetle birlikte değerlendirilmelidir: ''Sesini kıs'' (Lokmân, 31/18)
Fasıkların Haberi:
"Ey inananlar! Bir fasık size haber getirirse onun doğru olup olmadığını araştırıp açığa çıkarın yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz İyice bilin ki aranızda Allah'ın Rasûlü vardır Pek çok işlerde o size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde süsledi İmansızlığı, fâsıklığı isyanı size çirkin gösterdi İşte onlar kemâle erenlerdir" (6-7) 
Müfessirler altıncı âyetin nüzûl sebebini Velid b Ukbe'nin Rasûlullah tarafından Mustalikoğulları kabilesine zekât toplamaya gönderilmesi ve onun korkarak geri dönüp Peygambere bu kabilenin zekât vermeyi reddettiği ve kendisini öldürmeye kalkıştıkları yalanını uydurmasından sonra indiğini belirtmişlerdir Hatta Rasûlullah ona inanarak hemen bir ordu hazırlamış Mustalikoğulları üzerine gitmeye kalkışmıştır Ancak bu kabilenin başı Haris b Dırar Hz Peygamber'e gelerek zekât vermeye hazır olduklarını, Velid'i hiç görmediklerini söyleyince bu âyet nazil olmuştur Âyetten çıkarılan hükümlerle İslâm hukuku da fasıkların şahitliği kabul edilmemektedir Hadis usûlünde de yalan haberlerin önlenmesi bakımından İslâm âlimleri Kur'ân'ın cerh ve belirlediği prensibe dayanarak Ta'dil ilmini geliştirmişlerdir
Ayetin devamında, Rasûlullah aralarında bulunduğu halde kendi görüşlerini ısrarla savunan ve hemen Mustalikoğullarına karşı savaş açılmasını söyleyenlere hitap edilmiştir: "O size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz"
Sûrede ele alınan diğer bir konu da "Mü'min grupların savaşıdır"
''Mü'minlerden iki grup savaşırsa hemen aralarını bulup düzeltin (barıştırın) Eğer onlardan biri diğerine tecavüz etmeye devam ediyorsa Allah'ın emrine dönünceye kadar siz de onunla savaşın Sonunda Allah'ın emrine dönerse artık aralarını bulup adaletle düzeltin ve daima adaletli hareket edin, çünkü Allah adaletli hareket edenleri sever" (9)
Bu âyetin hemen arkasından gelen âyette "mü'minler ancak kardeştirler" buyruğu vardır İslâmî grupların birbiriyle savaşması bu âyetlerle yasaklanmıştır Her şeye rağmen iki grup birbiriyle savaşırsa, onların arasını düzeltmek; eğer iki taraftan biri durur diğeri hâlâ savaşa devam ederse duran tarafın yanında savaşa girmek de İslâm ümmetinin üzerine farzdır Çünkü ısrarla savaş istemekle onlar Allah'a karşı gelmiş olmaktadırlar Rasûlullah, "bize silah çeken bizden değildir'' buyurur Bu âyetler İslâm'ın adaletini ortaya koyan, mü'minler'in barışık olmasını temel bir ilke olarak belirleyen buyruklardır Bir kısım âlimler bu emrin cihâddan daha faziletli olduğunu, Hz Ali'nin âsîlere karşı hareketini örnek göstererek, bütün müslümanların, devlete karşı ayaklanan âsî, şakî, eşkıya ve bağîlere karşı durmaları hususunda ittifak etmiştir Fâsık bir devlete, zalim bir devlet başkanına karşı ayaklananlara karşı çıkmak veya yardım etmek konusunda ise görüş birliği yoktur Bu konu, ulu'l-emre ve maslahata göre değerlendirilir Meselâ işgal altındaki topraklarda zulme karşı cihad hareketi esnasında mü'minler arasında da savaş çıkması durumunda her müslüman mazlum olan tarafta yer almıştır
Sûrenin devamında Mü'minlerin ahlakî tavırları ele alınmaktadır:
Allah, mü'minlere şöyle yol gösteriyor: "Ey inananlar! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; (alay edilenler) onlardan daha iyi ve hayırlı olabilirler Kadınlar da kadınlarla eğlenmesin; (eğleşilenler) onlardan daha hayırlı ve iyi olabilirler Kendi kendinizi kötülemeyin; birbirinize kötü lakap takmayın İmandan sonra fâsıklık adı ne kötüdür Bundan tövbe edip vazgeçmeyenler zalimlerin ta kendileridir" (11) Âyetin hitap tarzından İslâm toplumunun kadınlı-erkekli topluluklara izin vermediği de anlaşılmaktadır Âyet, insanlarla kesinlikle alay edilmemesini, kötü lakaplar takılmamasını bildirmektedir Âyetin, bir adamın hoşlanmadığı bir lakabla çağrılmasından veya mü'minlerin annesi Safiyye'ye mü'min kadınların; "yahudî kızı" demesi üzerine nazîl olduğu söylenmiştir
''Zannın çoğundan kaçının, çünkü bazı zanlar günahtır Birbirinizin ayıplarını araştırmayın, birbirinizi gıybet etmeyin Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yer mi? Bundan tiksindirici değil mi? Allah'tan korkun! Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok acıyandır" (12) Bu âyeti tefsir eden âyet: "Diliyle çekiştirip yüzüne de alay edenin vay haline" (el-Hümeze, 104/1) müslümanlar birbirlerinin gizli hallerini araştırmazlar Birbirlerini teşhir ve tekfir etmezler Kusurların üzeri örtülür Kimse hakkında hoşlanmayacağı şeyleri arkasından konuşmak, taşımak müslümana yakışmaz Kişiye, duyduğu her şeyi nakletmesi günah ve azab olarak yeterlidir Hayattayken de öldükten sonra da müslüman hakkında hep hayırla söz edilir Ölüler ardından hayır konuşulur Zan ile söylenen söz; sözlerin en yalanıdır Hiç bir müslümanın haysiyet ve şerefine, kişiliğine alayla, gıybetle, iftirayla yaklaşılmaz Üstü kapalı, işaretle, ima yoluyla kaş-göz hareketiyle konuşmak İslâm dışıdır Ancak kötülük yapan, zalim kişilerin şikâyet edilmesi veya mahkemede bir olayın anlatılmasında, hadis ravilerinin incelenmesinde istisnalar vardır Bunların dışında, kişilerin arkadan çekiştirilmesinde, konuşulanlar doğru ise gıybet, yanlış olsa iftira olur İftira da sahibine döner Buna bağlı olarak, müslüman, yanında bir başkasının gıybeti yapılırken ya konuşanı susturmak, yahut gıybet edilen kişiyi müdafaa eder ya da o meclisten gider Zira, iki melek her sözü yazmaktadır; (Kâf, 50/17,18) Ve Hz İbrahim'in duasının bilincine varır: "Sonrakilerin, beni güzel bir şekilde anmalarını sağla (eş-Şuara, 26/84) Bu hususta İslâm ahlâkı şu formülü benimsemiştir: Eline, beline diline sahip ol: "Bilmediğin şeylerin ardına düşme" (el-İsrâ, 17/36) ve "Ya hayır konuş yahut sus" (Buharî, Edeb 85; Müslim, İman, 74; Davûd, Edeb, 123; Tirmizi, Birr, 43)
Sûrenin önemli mesajlarından de Allah katında üstünlüğün takva ile olduğunu ifade buyurmasıdır:
Hucurât sûresinin on üçüncü ayetinde insanların Adem ile Havva'dan yaratıldığı, sonra tanışmaları için bile ve soylara ayrıldıkları, Allah katında üstünlüğün takvaca en ileri olmakla gerçekleşeceği buyurulmaktadır Hz Peygamber, veda hutbesinde; "Rabbiniz birdir Arabın Arap olmayana, siyahın beyaza, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur Üstünlük takva iledir'' buyurmuştur O, Allah'ın insanların şekillerine ve mallarına değil, kalplerine ve amellerine baktığını, en değerli insanın Allah'tan en çok sakınan olduğunu bildirmiştir (Camiu's-Sağir, I, 61)
Bir kısım insanlar Hucurât sûresinin ondördüncü âyetinde geçtiği şekilde ''İman etmediniz ama yine de itaat ettik deyin, henüz kalplerinize iman girip yerleşmemiştir Eğer Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz O sizi amellerinizden en küçük bir miktar dahi eksiltmez  İmanlarında sadık olanlar o mü'minlerdir ki Allah'a ve Peygamberine iman ettikten sonra şüphe etmeksizin Allah yolunda can ve mallarıyla savaşırlar Ey peygamber, iman ettiklerini iddia eden o bedevilere de ki; Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Onlar İslâm'a girişlerini senin başına kakıyorlar  Allah yaptığınız her şeyi görmektedir'' (14-18)
Âyette İslâm'ın zaferinden sonra müslümanlığı dille kabul eden ama hayatlarına geçirmeyenlerden bahsedilmektedir Savaşmadan müslüman olan bir kısım bedevinin Peygamber'den mal, mülk istemesine karşı, onların bu tutumu, İslâm'ı başa kakmak diye nitelendirilmiştir ki, imanı zayıf olanların bu tavrı her zaman bu tutum süregelmiştir Her zaman ve devirde bir kısım insanlar İslâm'a girişlerini başa kakar gibi, birtakım bedeller almak düşüncesi gütmektedirler
Şâmil İA
HÛD SÛRESİ
Kur'ân-ı Kerîm'in onbirinci sûresidir Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir Mekkîdir Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun'dur Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz Hûd'dan almıştır Mirâc'tan sonra inen sûre, Kur'ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah'ın kitabı ve Nuh, Hûd, Salih, Lut, Şuayb, Musa peygamberlerin kıssalarıdır Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah'ı (s a s) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır İslâm tarihçilerinin "Hüzün yılı" ve "Fetret dönemi" dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: "Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı" buyurmuştur (Tirmizî, Tefsîr, 57)
Hûd suresinin ilk bölümü Kur'ân-ı Kerîm'den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır
1 Kur'ân-ı Kerîm:
''Elif, Lâm, Râ Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır" (1)
Kur'ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren (el-Bakara, 2/2) kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir (Yûsuf, 12/2; Meryem, 19/9?; eş-Sûra, 42/7; el-Ahkâf, 46/12 vb ) Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kafirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler (el-Bakara, 2/23; Yûnuş 10/38; Hûd, 11/13) ve "Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır (en-Necm, 53/3-4) Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur
Hûd sûresinin başlangıcındaki "Elif, Lam, Râ" buyruğu hakkında müfessirler: "Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah'tır" demişlerdir Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur'ân'dan söz edilmektedir Bu hurûf-ı mukattaâ harfleri Kur'ân'dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı Onlar hiç bir zaman Kur'ân'ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir (Seyyid Kutub, Fî Zılâli'l-Kur'ân, 1,75 vd , Vlll, 90 vd ) "Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin Hem de Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir On dan başka tanrı yoktur Artık müslümansınız değil mi?" (13-14)
Hûd sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in sağ lamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır Allah'tan başkasına ibadet edilmez Dönüş Allah'adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah'a aittir Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır Kur'ân'a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalbleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır
Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lut, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah'ın birliğine ve sadece O'na itaate çağırmışlardır Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah'ın azabıyla helâk olmuşlardır Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: "Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir" (120)
Öğüt ve ibret almacak kıssaların özü şöyledir: Hz Nuh, (a s) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu'l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi Milletini Allah'a ibadete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler Hz Nuh, Allah'ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı Geride kalanların hepsi, Hz Nuh'un karısı ve kafir olan oğlu da helâk olmuşlardı Tufan bittikten sonra Nuh'un gemisinden inen mü'minler yeryüzünde halifeler yapıldı
Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf'ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkar ettiler Allah, Hz Hûd (a s )'ı gönderdi onlar da azabı istediler Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü Hz Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar Halbuki o azabı getiren buluttu Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgar insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı
Hz Salih (a s) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı
Hz İbrahim (a s), Hz Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, "Allah dostu" Hz İbrahim (a s)'ı ateşe attırdı Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim (a s)'ı kurtardı O, Bâbil'i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı Babası bile kâfirler arasında kalmıştı Hz İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler Tevhid dini, "İbrahim milleti" yoluyla yaşadı 
Lût (a s); aralarında fuhşun, cinsi sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom'a peygamber olarak gönderildi Hz Lût, İbrahim'e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar Lût, Allah'a dua etti Allah', Hz İbrahim'e İshak'ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (a s ) Sedom'un yok edileceğini de öğrendi Elçi melekler Lût (a s)'ın yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz Lût çok sıkıldı Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: "Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun Doğrusu ne istediğimizin farkındasın" (79) diyorlardı Hz Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar Sabah yakınken Lût'un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular
Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb * (a s)ın mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular Sûrede son olarak da Hz Musa* (a s)'ı yalanlayarak denizde boğulan Firavn *'dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir:
"Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır" (100) Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah'ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: "Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran Ve azıtmayın Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir" (112) Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah'tır Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir Sabret Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır
Sûre şu âyetle sona ermektedir: "Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır Bütün işler O'na döndürülür Öyleyse O'na kulluk edin ve O'na tevekkül edin Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir" (123)
Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Resûlüllah'ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle  
İşte hep bu yüzden onlar azabı hak ettiler Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler Bu, Allah'ın her zaman geçerli olan bir kanunudur Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır
M Sait ŞİMŞEK
HUD'A (ALDATMA)
Hile, aldatma, düzen kurma, insanın içinde gizlediği şeyin aksini açığa çıkarması Dilimizdeki "aldatmak" kelimesi, hud'a kelimesinin karşılığıdır
İslâm'da fertlerin birbirini aldatması yasak olduğu gibi, müslümanın aldanmaması da bir esastır Çünkü müslüman bir başkasının hakkına tecavüz etmeyeceği gibi, kendi hakkını da başkasına çiğnetmez Gerek alışverişte olsun, gerek diğer sosyal münasebetlerde olsun bir müslüman ne aldatır, ne de aldanır Böyle bir yola asla tenezzül de etmemeli ve bir müslümanı asla aldatmamalıdır Her müslüman diğer müslümanın kardeşi olduğu için (el-Hucurât, 49/10) toplumun birlik ve beraberliğini, bozmak bundan da öte kardeşliğini temelinden sarsan böyle bir yola tevessül etmek haramdır Nitekim Hz Peygamber çarşıda ıslak buğdayı, çuvalın altında kuru buğday ile kapatarak sattığı malın hatasını gizlemek suretiyle halkı aldatmaya çalışan kişiye: "Bizi aldatan bizden değildir" (Müslim, İmâm, 164; Ebû Dâvud, Büyü', 50; Tirmizi, Büyü', 72) ihtarında bulunmuştur
Kur'an-ı Kerim'de de "hud'a" kelimesi bazı ayetlerde geçmektedir: "Münafıklar Allah ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar; halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da, farkında bile olmazlar" (el-Bakara, 2/9); "Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, halbuki O, onların aldatmalarını kendilerine çevirir Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, Allah'ı pek az anarlar" (en-Nisâ, 4/142); "Eğer sana hile yapmak isterlerse, Allah sana yeter Yardımı ile seni ve mü'minleri destekleyen O'dur" (el-Enfâl, 8/62)
Görüldüğü gibi, âyetlerde münafıkların aldatıcılığından söz edilmekte, fakat Allah Teâlâ'nın onların aldatmasına müsaade etmediği belirtilmektedir Münafıkların, küfürlerini içlerinde gizleyip, sonra da dilleri ile müslüman olduklarını söyleyerek, Allah'ı mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vahiyle açığa çıkarılmıştır Çünkü yüce Allah insanın içinden geçenleri ve niyetlerini de bilir Zira O, insana şah damarından daha yakındır (Kaf, 50/16) Dolayısıyla her şeye hâkim olan Allah, asla aldatılamayacağını âyetleri ile açıklamıştır Bu durum karşısında münâfıkların böyle bir yola tevessül etmeleri, kendilerini aldatmaktan başka bir şey değildir
Âyetlerde geçen "münafıkların Allah'ı aldatmaları" sadece bir mecazdır Çünkü aldatma, insanın içindeki bir çeşit hainlik olduğu için, âdeta münafıklar da şirklerini gizleyip, hile ve gurur ile iman ettiklerini ifade etmekle, hud'a yapmaya çalışmaktadırlar Bu sebeple âyetteki aldatma ifadesi, münafıkların, normal bir insanı aldatmak için hilelere başvuran bir kişinin yaptığı işleri yaptıkları için kullanılmıştır
Münafikların bu hareketlerinin günahı kendilerine dönecektir Bu sebeple de, kendilerinden başkasını aldatamamışlardır (el-Cessâs, Ahkâmü'l Kur'ân, I, 26)
Ayetteki bu kelimeler, münafıkların Allah'ı aldatabileceklerini sanmalarına da hamledilebilir Çünkü münafık bir kişi, gerçek mânada Allah'ı ve sıfatlarını tanıyamamıştır (ez-Zemahşeri, el-Keşşâf, Mısır 1354, I, 31)
"Harb aldatmadır (hiledir)" hadisi (Buhârî, Cihâd, 157; Menâkıb, 25; Müslim, Zekât, 153; Ebu Davûd, Cihad, 93) Âlimler bu hadise dayanarak, savaşta düşmana karşı aldatma ve hile yapmanın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir Savaşta imkanlar ölçüsünde hile ve tuzağın her türlüsüne başvurulabilir Fakat bunu yaparken, yapılan anlaşmayı ve verilen emânı bozmamaya da gayret sarfedilmelidir Bu tür anlaşmaları bozacak davranışlardan da azami ölçüde kaçınılır Prensip olarak düşman anlaşma şartlarına uyduğu sürece İslâm Devleti de uyar Düşman bunu çiğnerse, müslümanlar için de misliyle mukabele etme hakkı doğar Diğer yandan, yukarıdaki hadiste, savaş sırasında bütün kabiliyeti ortaya koyarak ve iyi düşünerek savaşı kazanma yollarını araştırmanın gerekliliğine de işaret vardır (İbn Hacer, Fethu'l Bârî, Mısır 1959, VI, 499)
Talat SAKALLl
HUDDÂMÜ'L-KÂBE
Kâbe hizmetçileri anlamında bir terkip
İslâm topraklarını batılı emperyalist güçlerin himaye, tecavüz ve işgaline karşı muhafaza etmek gayesiyle kurulmuş bir cemiyet
Kâbe Hizmetkârları Cemiyeti 1913'de kuruldu Başkanlığına Mevlana Muhammed Abdülbarî, genel sekreterliklerine de Mevlevi Şevket Ali ve Hüseyin Kıdwaî getirildi Bunların üçü de Hindistanlıdır
Cemiyet, Mevlana Abdülbarî'nin üstün teşkilatlanma çalışmalarının bir ürünüdür
Cemiyetin başlıca gayesi, Kâbe ve diğer mukaddes İslâm beldelerine saygıyı devam ettirmek ve buraları gayr-i müslimlerin saldırılarına karşı korumak ve savunmaktı Çünkü Ortadoğu'nun problemli şartları içinde bu görevi, sadece Osmanlı devletinden beklemek mümkün değildi Bu konuda Osmanlılardan başka diğer müslümanların da yardımlarına ihtiyaç vardı (Gail Minault, The Khılafat Movement, Newyork 1982, s 35)
Cemiyet, kültürel sahada faaliyetlerde bulunmak üzere kitaplar yayınlamıştır Bu kitaplardan ilki, cemiyetin genel sekreteri Kıdwaî tarafından kaleme alman "İslâm'a Çekilen Kılıç yahut Alemdarân-ı İslâm'ı Müdafaa, Londra 1919'dır Eserin konusu, Osmanlı murahhas heyetinin Paris Sulh Konferansı (18 Ocak 1919)'na sunduğu muhtıra ile konferansın Onlar Konseyi tarafından Osmanlı heyetine verilen cevabın ışığı altında Osmanlı İslam Devleti Meselesi'nin tahlilidir Değişik bir ifadeyle eser, Osmanlı hilafetinin batılı devletlere karşı bir savunmasıdır (Movement, a g e , s 6)
Kıdwaî eserinin önsözünde şunları söylemektedir:
"-Türklere isnad edilen haksız tecavüzler, tarih ve insanlık huzurunda mutlaka savunulmalı ve onlar hakkındaki gerçekler açıkça ortaya konulmalıdır İşte ben, onların din kardeşi olmam hasebiyle bu vazifeyi yerine getiriyorum Gerçi çok iyi bir dava vekili değilim Fakat doğru bir dava, çok iyi dava vekillerine de o kadar muhtaç değildir Dünya nüfusunun 1/3'ünü meydana getiren ve müslümanların vahdet merkezi olan bir devleti yıkmak hiç şüphesiz adaletsizliktir "
Cemiyetin gerçekleştirmeyi arzuladığı projeler arasında ise şunlar yer almaktaydı:
Hac taşımacılığında tekel olan İngiliz firmalarıyla rekabet etmek ve Bombay ile Cidde güzergâhındaki hacıları taşımada kullanılmak üzere gemiler satın almak ve müslümanlara ait bir gemi şirketi kurmak; Mukaddes beldeleri korumak için Arap denizinde müslümanlara ait bir deniz filosu bulundurmak veya en azından -bu amaç için Osmanlı deniz kuvvetlerine bir zırhlı savaş gemisi vermek Bu projelerin hiçbirinin gerçekleşememesi halinde bir veya iki uçak satın almarak Türkiye'ye hediye etmek Ayrıca zor durumda bulunan İslâm ülkelerini yok olmaktan kurtarmak amacıyla İslam dünyasından yardım toplamak (Menault, aynı eser, s 36)
1 Dünya Savaşı esnasında İngiltere, Mekke Şerifi Hüseyin'i Osmanlı hilafetine karşı isyan ettirmekle, İslam dünyasının Hüseyin'in arkasında toplanacağını, hiç olmazsa onun manen destekleneceğini ummuştu Ne var ki, beklenilen gelişmeler bu doğrultuda olmamış, aksine Halifeyi en zor anında "arkadan vurma çılgınlığı"nı gösteren Hüseyin şiddetle kınanmaktan kurtulamamıştır Bu noktada ilk protesto, Mevlana Abdülbari'nin liderliğindeki Hüddâmü'l-Kâbe Cemiyeti'nden gelmiştir Abdülbari, Hind ulemasından bir fetva çıkartarak Şerif Hüseyin'i lanetletir, bu arada Halife'ye karşı olan bağımlılıklarını ise perçinlettirir Güney Asyalı Müslümanların bu çabaları Türkiye'ye şu şekilde yansır:
"  Müslümanların halifesine isyan eden Mekke Emiri Hüseyin'in bu alçakça hareketi Hindistan'da duyulur duyulmaz her yerde toplantılar yapıldı, nutuklar ve hutbeler irad edildi Öncelikle Hindistan'daki müslüman basın, Hüseyin'in böyle bir zamanda İslam halifesine karşı isyan etmesini İslâm dünyasının kalbine doğrultulmuş bir hançer olarak telakki etmiştir Daha sonra ise, Hind İttihad-ı İslâm Cemiyetinin bütün şubeleri birleşerek bu haince harekete karşı durulmasını, Hüseyin taraftarlarına düşmanlık ilan edilmesini ve İslâm Şerîatı'nı temelden sarsacak olan bu isyanı destekleyecek her türlü yardımdan kaçınması için hükümete müracaatta bulunulmasını kararlaştırdı  Her ne kadar Hindistan'daki İngiliz gazeteleri ile bazı Mecusi basını Hicaz'daki kıyamı, Hind Müslümanlarının menfaatleri açısından hayırlı bir gelişme şeklinde değerlendiriyorlarsa da bu isyan, Hindlilerce genel kabul görmedi Zira görüyoruz ki, Hind Müslümanları bu kıyama asla taraftar olmadıkları gibi, başka cemiyetler akdederek, İttihad-ı İslâm şubelerini birleştirerek hep bir ağızdan Şerif Hüseyin'in yaptığı işleri pek ağır bir dille kınıyorlar ve onun yaptığı kıyamı bir hıyânet ve küfür olarak telakki ediyorlar Kısacası Hind basınını gözden geçirenler görürler ki, -doğrudan doğruya İngiliz emellerini destekleyen birkaç istisna dışında- genelde Hind basını, Şerif Hüseyin olayını kınama noktasında müttefiktirler" ("Sâbık Mekke Emiri Hüseyin ve Hind Matbuatı", Sebilürreşad, c XIV, s 179-180 ve 192-193, İstanbul 6 Tesrin-i Evvel 1332)
Ahmet Zeki İZGÖER
HUDEYBİYE BARIŞI
Hz Peygamber ve ashabının Kabe'yi ziyaret maksadıyla Mekke'ye gitmek istemeleri ve bunun müşrikler tarafında engellenmesi üzerine çıkan olaylardan sonra müslümanlarla müşrikler arasında yapılan anlaşma Allah Rasûlü'nün hicretinin üzerinden mücadeleler ve savaşlarla dolu altı yıl geçmişti Hem muhacirler, hem de Ensar, Kâbe'yi ziyaret özlemiyle yanıp tutuşuyorlardı
Allah'ın elçisi, bu yılın Zilkade ayının başında bütün ashabın özlemlerine beklentilerine cevap anlamı taşıyan bir rüya gördü Rüyasında ashabı ile birlikte güvenlik içinde Kâbe'yi ziyaret ediyordu Rasûlullah'ın ashaba anlattığı rüya, hızla bir muştu gibi yayıldı Medine'ye
Hz Peygamber bu genel coşku üzerine, Kâbe'yi ziyaret etmek isteyenlerin hazırlanmasını emretti Hattâ İslam'ı kabul etmeyen kabileleri bile kendileriyle birlikte hac yapmaya çağırdı
Hazırlıkların tamamlanmasından sonra, Zilkade'nin ilk Pazartesi günü (13 Mart 628) bin dörtyüz kişi ile birlikte Mekke'ye doğru hareket etti Niyetinin barış olduğunu göstermek için yanlarına yolcu kılıcı denilen kılıçtan başka savaş silahı almamışlardı Zül-Huleyfe mevkiine geldiklerinde ihrama girdiler ve Umre için niyet ettiler Yanlarında Mekke'de kurban edilmek üzere sabin alman yetmiş deve bulunuyordu ve bunlar kurbanlık olduğu belli olacak biçimde nişanlanmıştı
Mekkeli müşrikler Hz Muhammed'in hareketini öğrenince toplanarak ne pahasına olursa olsun, Rasûlullah'ın Mekke'ye girmesine izin vermemeyi kararlaştırdılar Rasûlullah'ın Mekke'ye daha fazla yaklaşmasına engel olmak üzere de Halid bin Velid komutasında ikiyüz atlıdan oluşan bir birlik gönderdiler
Bu arada Hz Peygamber Hudeybiye mevkiine gelmişti Devesi burada kendiliğinden çöktü ve bütün çabalara rağmen kaldırılamadı Bunun üzerine çeşitli fikirler ileri sürenlere karşılık Allah Rasûlü,"Filin Mekke'ye girmesine engel olan kuvvet bu deveyi de çökertti" diyerek herkesin inmesini emretti
Peygamber Efendimiz, Mekke müşriklerinin durumu anlama ve umreyi gerçekleştirebilme konusunu görüşmek için Hz Osman (r a)'ı Mekke'ye gönderdi Hz Osman (r a) kiminle görüştü ise, umre yapmanın mümkün olmadığını anladı Zira müşrikler, müslümanların Mekke'ye girişini kendileri için büyük bir zillet sayıyorlar ve bütün Arap dünyasının gözünden düşecekleri şeklinde yorumluyorlardı Bundan dolayı umre hiç mümkün gözükmüyordu
Bu arada Hz Osman (r a)'nın tutuklandığı ve öldürüldüğü haberi yayıldı Bu haber üzerine peygamber Efendimiz, bütün mü'minlerden "ölüm" üzere bey'at aldı Ashab-ı Kirâm'ın ölüm için yarışırcasına bey'at etmelerini müşriklerin casusları da görüyorlardı Bu durumu süratli bir şekilde Mekke'ye bildirdiler
Sahabenin bey'atını bildiren âyet-i kerime'de şöyle buyurulur: "Sana bey'at edenler gerçekte Allah'a bey'at etmektedirler Allah'ın eli onların ellerin üzerindedir Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir" (el-Feth, 48/10) ve "Allah şu mü'minlerden razı olmuştur ki, onlar ağacın altında sana bey'at ediyorlardı Allah onların gönüllerindekini bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi Allah üstündür, hikmet sahibidir" (el-Fetih, 48/18-19) âyetleri bu olayı anlatmakta ve Cenab-ı Hakk'ın biat edenlerden razı olduğunu bildirmektedir Bu âyetlerden dolayı, bu beyata, razılık biatı anlamında "Biatü'r-Rıdvân" ve Hz Peygamberin altında oturduğu ağaca da razılık ağacı anlamında "Şeceretü'r-Rıdvân" adı verilmiştir Kısa bir aradan sonra Hz Osman (r a)'la ilgili ölüm haberinin asılsız olduğu anlaşılmıştır
Bu arada karşılıklı elçiler gidip geliyor, bir uzlaşma yolu aranıyordu Müşrikler müslümanların Mekke'ye girmelerine izin vermeyeceklerini açıkça söylüyorlardı Hz Peygamber ise "Biz buraya kesinlikle savaşmak için gelmedik Amacımız Kâbe'yi ziyarettir, Umre yapmaktır Kureyşliler eski savaşlarda zayıf düşmüşlerdir Dilerlerse onlarla bir anlaşma, bir sure için barış anlaşması yapmak isterim Kabul ederlerse ne âlâ, aksi takdirde Allah'a yemin ederim ki, ölünceye kadar onlarla savaşırım" diyerek barış öneriyordu
Allah Rasûlü'nün kararlılığı yüzünden müşrikler savaşı göze alamadılar Amr oğlu Süheyl'i kendileri adına bir anlaşma yapmak üzere gönderdiler
Rasûlullah ile Süheyl uzun görüşmelerden sonra anlaşma şartlarını tesbit ettiler Buna göre;
1-Müslümanlarla müşrikler on yıl süreyle savaşmayacaklar, birbirlerine saldırmayacaklardı 
2- Müslümanlar bu yıl Kabe'yi ziyaretten vazgeçerek geri dönecekler, ancak gelecek yıl umre yapacaklar, müşriklerin boşaltacağı Mekke'de üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu kılıçlarından başka silah taşımayacaklardı
3- Mekke'den birisi müslüman olarak Medine'ye sığındığı zaman iade edilecek; fakat Medine'den Mekke'ye sığınanlar iade edilmeyecekti
4- Arap kabileleri istedikleri tarafla anlaşma yapmakta serbest olacaklardı
Hudeybiye andlaşmasının bütün şartları görünüşte müslümanların aleyhine idi Bu nedenle müslümanlar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar Bu andlaşmayı bir aşağılanma, bir küçük düşürülme olarak kabul ettiler "Sen Allah'ın Rasûlü değil misin? Davamız hak dava değil mi? Bu zilleti neden kabul ediyoruz?" diyen Hz Ömer'in sözleri, müslümanların genel üzüntülerinden doğan tepkinin dile getirilişinden başka bir şey değildi Fakat şüphesiz Allah ve Rasulü neyin hayırlı, neyin şer, neyin izzet, neyin zillet olduğunu daha iyi bilirdi
Allah Rasûlünün kurbanlarını kesip başlarını tıraş etmeleri isteği yankısız kaldı Büyük bir üzüntü ile çadırına girdi Sonra mü'minlerin annesi Ümmü Seleme hazretlerinin tavsiyesi üzerine kendi kurbanını kesti ve tıraş oldu Bunun üzerine bütün müslümanlar yarışırcasına kurbanlarını kesip tıraş oldular
Hudeybiye'de ondokuz gün kalındıktan sonra Medine'ye doğru yola çıkıldı Yolda, "Biz sana apaçık bir fetih verdik Bununla Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak ve sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru bir yola iletecek Allah sana şanlı bir zafer verecek" (el-Fetih, 48/1,2) âyetleriyle başlayan Fetih Sûresi nazil oldu
Şanı yüce Allah, Hudeybiye barışını bir "Feth-i Mübin" (apaçık bir fetih) olarak niteliyordu Gerçekten de bunun böyle olduğu çok geçmeden herkes tarafından anlaşıldı Hudeybiye'yi Hayber gibi, Mekke'nin fethi gibi zaferler izledi
Hudeybiye andlaşmasının en önemli yanlarından veya sonuçlarından birisi hiç kuşkusuz siyasî yönüdür Daha önce Mekkeli müşrikler, Medine İslam toplumunun varlığına bile tahammül edemezlerdi Hatta müslümanları kökten yok etmek amacıyla Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi birçok girişimde bulunmuşlardı İşte bu andlaşma ile ilk kez müşrikler Medine İslam toplumunu resmen tanınmış oluyorlardı Bu durum İslam'ın kabileler arasından büyük bir önem kazanmasına neden oldu
Andlaşmadan önce müslümanlarla müşrikler arasında hemen hiç bir ilişki yoktu Hudeybiye'den sonra ise iki taraf arasındaki ticari ve ailevi ilişkiler canlandı Hz Peygamber istediği yerde İslam'ı rahatça tebliğ etme imkanına kavuştu Bu nedenle hem Mekke'de, hem de çevre kabileler arasında İslam'ı kabul edenler hızla arttı Öyle ki, Hudeybiye ile Mekke'nin fethi arasında geçen iki yıl içinde müslüman olanların sayısı, Hudeybiye'den önceki ondokuz yıl boyunca müslüman olanların iki katına ulaşmıştı
Andlaşma maddelerinden müslümanları en çok üzenlerden birisi, Mekke'den kaçan müslümanların iade edilmesi hakkındaki madde idi Daha andlaşma imzalanır imzalanmaz zincirlerini sürükleyerek gelen Ebu Cendel'in, "Müslüman olduğum için bu kadar zulümlere işkencelere uğramıştım Beni tekrar aynı işkencelere atmak mı istiyorsunuz? Beni yine müşriklere mi teslim edeceksiniz?" çığlıklarına rağmen antlaşma gereğince Kureyş adına andlaşmayı yapan müşrik Amr oğlu Süheyl'e teslim edilmesi, müslümanları gözyaşları içinde bırakmıştı 
Süheyl b Amr, oğlu Ebû Cendel'i çeke çeke Kureyşlilerin yanına götürdü Müslümanlar, onun feryadına dayanamayarak ağlamaya başladılar (Vâkıdî, Meğâzı, ll, 608'den naklen Asım Köksal, İslâm Tarihi, Vl, 204) Hz Muhammed (s a s), Ebû Cendel'i şu sözleriyle teselli ediyordu: "Ey Ebû Cendel, şu toplulukla aramızda yazılan barış yazısı tamamlandı Sen biraz sabret, katlan, yüce Allah'tan da bunun ecrini dile şüphesiz Allah, senin ve senin yanında bulunan zayıf mü'minler için bir genişlik ve çıkar yol ihsan edecektir Biz onlara Allah'ın ahdiyle söz verdik, onlar da bize söz verdiler Onlara verdiğimiz sözü çiğneyemeyiz Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz" (Asım Köksal, a g e, Vl, 204) Hz Ömer, bu geri çevirmenin dış görünüşüne bakarak çok üzülmüş, din için bu kadar hakarete katlanmanın sebebini anlayamadığını söylemişti Mekke'ye girip, Beytullah'ı ziyaret etmeyi uman sahabe bu gerçekleşmediği gibi Hudeybiye Andlaşması gibi aleyhlerine olan bir sözleşmeyi kabul etmek zorunda kalmışlardı 
Mekke'den kaçan fakat Medine'ye kabul edilmeyen müslümanlar Mekke Şam kervan yolu üzerindeki İs mevkiinde üslendiler Kısa zamanda sayıları üçyüze ulaşan müslümanlar müşriklere karşı gerilla savaşı yürütmeye başladılar Kureyş'in kervanlarına saldırıyor, ellerine düşen Mekkeli müşrikleri öldürüyorlardı Kureyş müşrikleri bu durum karşısında müslümanları Mekke'de tutmanın zarardan başka bir şey getirmeyeceğini, gerçekten iman etmiş bir mü'mini hapsetmenin serbest bırakmaktan daha zararlı olduğunu anladılar ve ilgili maddenin andlaşmadan çıkarılması için başvurdular Bunun üzerine Rasûl aleyhisselam isteklerini kabul ederek İs'teki müslümanları Medine'ye çağırdı
Bütün bu sonuçlar Hudeybiye barışının göründüğü gibi kötü bir anlaşma olmadığını, tersine müslümanlara zafer kapılarını açan bir "feth-i mübin" olduğunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır
Harun ÜNAL
HUKÛKU'L-İBÂD
Kul hakları Hukuk, hakk'ın çoğulu; ibâd ise abd'ın (kul) çoğuludur Böylece Hukuku'l-ibâd, kul hakları, insan hakları demektir
Haklar genel anlamda dört kısma ayrılır
1- Sırf Allah'a ait olan ve içinde kul payı olmayan haklar Bunlar toplumun yararı gözetilen haklardır Zina, içki cezaları, iman, namaz, zekât, vergi, harç ve benzeri haklar gibi Bu haklardan vazgeçme veya bunları affetme yetkisi bulunmaz
2- Sırf kula ait haklar Bunlar kişisel maslahata yönelik haklardır Kişinin alacakları, diyet (kan bedeli), telef edilen mal bedelleri gibi Bu tür haklar kişiye ait olduğu için isterse onlardan vazgeçebilir Çünkü insan kendine ait haklarda istediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir
3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar Meselâ kazf, yani bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi Kazf, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için, Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı af etme yetkisi yoktur
4- Her iki hakkın bir arada toplandığı ve kul hakkının gâlib olduğu haklar: Mesela amden (kasıtlı olarak) öldüren katilden kısas almak gibi Bu ceza bir yandan insan hayatını koruduğu ve toplumun emniyet ve sükûnunu sağlamaya yönelik olduğu için umumî maslahat kabilinden olup Allah hakkıdır; diğer yandan maktül'ün (öldürülenin) akrabalarının öfkelerini dindirdiği ve katile karşı kin ve düşmanlık duygularını söndürdüğü için özel bir haktır ve kula aittir Ancak bu suçun öldürülen ve akrabalarıyla olan ilgisi toplumla olan ilgisinden daha açık ve daha yakın olduğundan, buna terettüb eden kısasta kul hakkı daha galib kabul edilmiş, dolayısıyla bu haktan vazgeçip geçmeme, yani katili bağışlayıp bağışlamama yetkisi öldürülenin velilerine (akrabalarına) verilmiştir (bk Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz fi Usûli'l-Fıkh, s 62-65)
Diğer bir açıdan kul hakları, para ve mal gibi maddî haklar iffet, şahsiyet ve benzeri manevî haklar olmak üzere ikiye ayrılır
İslâm dini bütün yönleriyle insan haklarına son derece de önem vermiş ve bu hakların gözetilmesini emretmiştir Allah (c c ), Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "Mallarınızı, aranızda haksız sebeplerle yemeyin Kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını, yalan yemin ve şahitlikle yemeniz için o mallan hakimlere (reislere, yetkili idarecilere veya mahkeme hakimlerine el altından rüşvet olarak) vermeyin" (el-Bakara, 2/188); "Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakınınız Çünkü zannın bir kısmı günahtır Birbirinizin kusurunu araştırmayın Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin (aleyhinde konuşmasın) Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz O halde Allah'tan korkun şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir" (el-Hucurât, 49/12)
Her ne suretle olursa olsun insanların haklarına tecavüz edip onlara haksızlık yapanlar, zâlimler grubuna girmektedir ki Cenâb-ı Allah Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde onları şiddetle yermiş ve onlar için büyük azaplar olduğunu bildirmiştir: "Sorumluluk, ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taskınlık edenlere aittir İşte böylelerine acı bir azap vardır" (eş-Şura, 42/42); "Zâlimlerin varacağı yer ne kötüdür!" (Âlu İmrân, 3/151); "Zâlimler için yardımcılar yoktur" (el-Mâide, 5/72); "Biliniz ki Allah'ın lâneti zâlimlerin üzerinedir" (el-Hucurât, 49/12)
Hz Peygamber (s a s) de bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Birbirinize hasedlik etmeyin! Müşteri kızıştırmayın! Birbirinize buğzetmeyin! Birbirinize sırt çevirmeyin! Biriniz diğerinin pazarlığı üzerine satış yapmasın! Kardeş olun ey Allah'ın kulları! Müslüman müslümanın kardeşidir Ona zulmetmez; onu yardımsız bırakmaz; onu küçümseyip hakir görmez - Üç defa kalbine işaret ederek- Takva şuradadır Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini hakir görmesi yeter Müslümanın her şeyi, kanı, malı ve ırzı diğer müslümana haramdır" (Müslim, Birr, 32); "Bir müslüman için müslüman kardeşi üzerine vacib olan beş hakkı vardır: Selamı almak; aksırana teşmît (Allah sana rahmet etsin demek); davete icabet; hastayı ziyaret etmek ve cenazelerin arkasından gitmek" (Müslim, Selâm, 4)
Ebû Hureyre (r a) der ki: Rasûlüllah (s a s) ashabına: "Müflis (iflas etmiş) kimdir bilir misiniz" diye sordu Ashab: "Bizim aramızda müflis, hiç bir dirhemi ve eşyası olmayan kimsedir" dediler Bunun üzerine Rasûlüllah (s a v) şöyle buyurdu: "Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki kıyamet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek, ancak şuna sövmüş; buna zina iftirasında bulunmuş; bunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş; diğerini de dövmüş olarak gelecek; dolayısıyla şuna hesenatından (iyiliklerinden) buna da hesenatından verilecektir O âyet davası görülmeden hesenatı biterse, onları (hak sahiplerinin) günahlarından almarak bunun üzerine ve sonra da cehenneme atılacaktır" (Müslim, Birr, 59)
"Kıyamet gününde haklar, mutlaka sahiplerine ödenecektir; öyle ki boynuzsuz koyun için dahi boynuzlu koyundan kısas almacaktır" (Müslim, Birr, 60)
İslâm bilginleri de günahtan tevbe etmenin kabul olunması hususunda şöyle demişlerdir: Şayet işlenen günah yalnız Allah'a karşı olup kul hakkına taallûk etmiyorsa bu gibi günahtan tevbe etmenin üç şartı vardır:
1) O günahı terk etmek
2) Onu işlediğine pişman olmak
3) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek
Bu üç şarttan biri eksik olursa tevbe geçerli değildir
Eğer işlenen günah insan hakkı ile ilgili ise o tevbenin dört şartı vardır Bunların üçü yukarıda zikredilen üç şarttır Dördüncüsü de hak sahibinin hakkından arınmaktır Şayet bu hak, mal ve benzeri ise tevbeden kimse onu sahibine iade eder; Eğer bu hak, zina iftirası atmak sebebiyle lazım gelen hadd cezası ise, hak sahibinin o haddi icra etmesine imkân verir yahut affını diler; eğer o hak gıybet ise hak sahibinden af diler
Abdulkerim ÜNALAN
HUKÛKULLAH
Allah'ın hakları, Allah'a ait olan haklar
Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup "haklar" demektir Hukukullah tabiri "Allah'a ait haklar" anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir
İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı ve kul hakkı (hukuku'l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir Bunlarda, indirim, af, sulh, ibra veya mübah kılma gibi tasarruflar mümkündür Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder
Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah'a yaklaşmak, O'nu ta'zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır Bunlar, terkeden için tehlikesinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah'a nisbet edilmiştir Allah'a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşru herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi
Toplum yararıyla ilgili olan haklara ise; suçları önleyici tedbirler almak, zina, kazf (zina iftirası), hırsızlık, yol kesme, sarhoşluk veren maddeleri kullanmak gibi suçların cezaları ile ta'zîr cezalarını (devletin koyduğu cezalar) uygulamak, nehir, yol, mescid gibi topluma ait yerlerin ortak kullanımını sağlamak gibi haklar örnek verilebilir
Allah haklarında, indirim, af veya sulh câiz değildir Bunları değiştirmek de câiz olmaz Hırsızlık cezası, dava açıldıktan sonra, mağdurun affı veya hırsızla anlaşması, zina cezası da kocanın veya başkasının affı, yahut kadının nikâhlanma yoluyla kendisini mübah kılması hallerinde bile düşmez Bu haklar miras yoluyla geçmez Mirasçılar, miras bırakan vasiyet etmedikçe, onun zekât, hac, adak, fidye gibi ibadet borçlarından sorumlu değildir Mirasçı, mûrisin işlediği suçtan dolayı da sorumlu tutulamaz
Allah haklarında tedâhül cereyan eder Bir kimse defalarca zina etse, hırsızlık yapsa, tek ceza yeterli olur Çünkü cezadan maksat caydırmak, yıldırmak ve korkutmaktır Bu da gerçekleşmiş olur Bu suçların cezasını uygulamak hâkime ait bir görevdir (es-Serahsî, el-Mebsût, Matbaatü's-Saade, IX, 185; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, VII, 55 vd ; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2 baskı, Dımaşk 1405/1985, IV, 13, 14)
Şâmil İA
|