Yalnız Mesajı Göster

İslam Ansiklöpedisi (A)

Eski 11-04-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

İslam Ansiklöpedisi (A)



ABÂ'

Yünden imal edilen kaba bir kumaş Bu kumaştan dikilen elbise, hırka cinsinden olan giyim eşyalarına da bu ad verilmiştir Buna "abâye" veyahut "abâe" de denmektedir Oldukça uzun, geniş ve önü açık bir giyecektir Bu daha çok dervişler ve ilmiye ve dolayısıyla medrese mensuplarının giydikleri, paltoya benzer bir elbise idi Bu elbisenin özelliği oldukça ucuz ve gösterişsiz olmasıydı Bu tür elbisenin giyilişinin Hz Peygamber (sas) dönemine kadar uzandığından bahsedilir Aynı zamanda zarûret içinde bulunanların bu tip bir giyimi tercih ettikleri görülmektedir Zamanla tasavvuf mesleğinin gelişmesi ile aza kanaat edip, sâde bir hayatı yaşamaya gayret göstererek Allah'ın rızasına nâil olmak arzusu ile bu tür eski ve sâde elbise giyimi, sofîler arasında da yayılmıştır Hz Peygamber'in de çeşitli hadislerde sâde yaşantıyı uygun gördüğü bilinmektedir (Tirmizî, Zühd, 13) Aynı şekilde Rasûlullah'ın keçeden elbise giydiği ve 'abâ' cinsinden olan uzun ve geniş bir ihrama büründüğü de nakledilmektedir

Bütün bunlardan dolayı İslâm toplumlarında gösterişsiz giyim, belirli kesimler arasında itibar edilen bir fazilet gibi kabul edilmiştir Hatta zaman zaman bu durumu kendi menfaatleri için kullanıp; çevrenin gözünü boyamak isteyen riyakâr ve açıkgözler türemiştir Fakat bu davranış, herkes tarafından itibar görmemiş ve güzel kıyâfetler içinde yaşayan nice ilim ve gönül adamı, faydalı ve hayırlı çalışmaların yürütücüsü olmuşlardır
Abadile

Adları Abdullah olan fakîh ve muhaddis dört sahâbî Abâdile, Abdullah kelimesinin çoğulu olup "Abdullahlar" anlamına gelmektedir Ashâb içinde iki yüz kadar Abdullah adında sahâbî bulunduğu halde Abâdile denilince fıkıh ve hadîs'te Abdullah adını taşıyan üç veya dört sahâbî kasdedilmiş ve bunlar bu isimle şöhret bulmuşlardır Bunlar; Abdullah İbn Abbâs (ö 65/687-688), Abdullah İbn Ömer (ö 74/693), Abdullah İbn Amr (ö 65/687-688) ve Abdullah İbn Zübeyr (ö 73/692)'dir (ranhum) İslâm âlimlerinden bazıları Abdullah İbn Zübeyr yerine Abdullah İbn Mes'ud (ö 32/652-653)'u Abâdile'den kabul etmektedirler Fakat İbn Mes'ud'un Abâdile'den olmadığı kanaati daha yaygındır (Tecrîd-i Sarîh Tercümesi, I, 27)

Bu büyük sahabîler İslâm fıkhına olan vukûfiyetleri ve verdikleri fetvalarla meşhurdurlar Bu sahâbîler Hz Peygamber (sas) devrinin genç, dinamik, gayretli, ilim ve ibâdete son derece düşkün kimseleriydi Bu Abdullahlar, Cenâb-ı Allah'ın bir lûtfu olarak Rasûlullah'tan sonra uzun müddet yaşamış ve diğer büyük sahâbilerden de öğrendiklerini kendilerinden sonra gelen nesillere öğretmişlerdir Abâdile herhangi bir İslâmî problemin çözümünde aynı görüşü belirtmiş ve aynı paralelde ictihâd etmişlerse onların bu görüşüne "Abâdile'nin görüşü" denir Bu tabir fıkıh usûlünde yerleşmiş bir tabirdir
Abd

Kul, köle, mahlûk, insan İtaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, daha açık bir ifade ile kişinin bir kimseye, ona isyan etmeden ve ondan yüz çevirmeksizin itaat etmesidir Abd kelimesinin masdarı olan ubudiyyet (kulluk etmek) insanın sıfatıdır Sâmî menşeli olduğu için; İbrânîce'de ve diğer akraba dillerde de görülen Abd kelimesi, Arapça'da bazı hususiyetler ifade etmektedir insanın yaratılış hikmetinin Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluğa dayandığı kat'i nasslarla sabittir

"Bana karşı imtihan ettiğin -başıma kaktığın- ganimet, İsrailoğullarını kendine kul -köle- edindiğin için " ifâdesindeki meâl, Musa (as)'ın Firavuna cevabında olduğu gibi "kul", "köle" edindin demektir (eş-Şuarâ, 26/22)

Abd kelimesinin masdarı olan ubûdiyet ve kulluk, insanın; rubûbiyet ise Allah'ın sıfatıdır Zaman zaman müstekbir ve mütekebbir insanlar, ilâhlık taslayarak Allah'a ait vasıfların kendilerinde de bulunduğunu iddia ederler Bilhassa hüküm vermede ve kanun yapmada bu durum kendini açıkça belli eder Cenâb-ı Hak ise bu durum karşısında bütün insanların kul olduğunu, hüküm koymanın yalnız Allah'a ait bulunduğunu, bir insanın Allah'ın hükümlerine bağlı kalarak mükemmel bir kul ve insan olacağı üzerinde Kur'ân'da ısrarla durmuştur

Kur'ân-ı Kerim'de: "Cinleri ve insanları, bana ibadet etmeleri için yarattım" (ez-Zâriyât, 51/56) hükmü beyan buyurulmuştur Bütün peygamberler abd olduklarını övünerek söylemişlerdir Hristiyanlar tarafından ilâh olduğu ileri sürülen Hz İsa (as) bu iddiayı kesinlikle reddederek Kur'ân-ı Kerim'in tabiriyle şöyle der: "Ben Allah'ın bir kuluyum" (Meryem, 19/30) Hz Davud (as) için "O ne güzel bir kuldu" (Sâd, 38/30) diye buyrulurken Hz Eyyüb (as) hakkında da sabrından dolayı şöyle ifade edilmektedir: "Gerçekten biz onu sabırlı bulmuştuk O ne güzel kuldu" (Sâd, 38/44) Kur'ân-ı Kerim'de birçok isim ve sıfatla anılan Hz Peygamber (sas) için en şerefli isim olarak "abd" tabiri kullanılmaktadır Cenâb-ı Allah'a en yakın bulunduğu Mîrac gecesinde kendisinden "abd" diye sözedilmektedir (el-İsra, 17/1; en-Necm, 53/10)

Rasûlullah (sas)'in "abd" yönü ve özelliği rasûl sıfatından daha üstündür Zira kul olma yönüyle Hakk'a ubûdiyet özelliğini yansıtır; rasûl yönüyle ise insanlara tebliğ özelliğini ifade eder Allah'a yönelik kul olma özelliği, halka yönelik rasûl özelliğinden daha önemli ve daha üstündür Bundan dolayı da Kelime-i Şehâdet ve Kelime-i Tevhid'de önce abd (kul) sıfatı sonra rasûl sıfatı zikredilmektedir Aynı şekilde Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerim'de "Allah Kur'ân'ı kuluna indirdi" (el-Kehf, 18/1) âyetiyle peygarnberlik görevinden söz ederken Rasûlullah'tan "kul" diye söz etmektedir

Hz Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberler insanları, Allah'u Teâlâ (cc)'ya ibadet etmeye davet etmişlerdir Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme: -Allah'a ibadet edin, tâğuta kulluk etmekten kaçının diye- (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir" (en-Nahl, 16/36) buyurulmaktadır Bilindiği gibi tâğut; Allah'u Teâlâ (cc)'nın indirdiği hükümlere karşı ayaklanan (tuğyan eden) her güce verilen bir isimdir Bunun insan olması, şeytan olması, put olması veya bir ideoloji olması, mahiyetini değiştirmez Nitekim: "İman edenler, Allah yolunda cihad ederler; küfredenler de (kâfirler) tâğut yolunda savaşırlar" (en-Nisâ, 4/76) âyet-i kerimesi insanların, ya Allah'a iman edip O'nun dini için cihad edeceklerini, ya da küfredip (kâfir olup) tâğut yolunda savaşacağını sarih olarak ortaya koymuştur Bu iki hâlin dışında, üçüncü bir hâlden söz etmek mümkün değildir Bu mücadelenin ortaya çıkardığı hukûkî bir durum "abd" kavramı ile alâkalıdır Şöyle ki; abd kelimesi, köle mânâsına da kullanılmıştır (el-Bakara, 2/221) Şimdi bu mâhiyet üzerinde kısaca duralım

Ruhlar âleminde iken Allah'u Teâlâ (cc) bütün insanlardan "mîsak" almıştır Bu bir anlamda Allah'u Teâlâ (cc) ile insanlar arasında tahakkuk eden mânevî bir mukaveledir Her mü'min "Ne zamandan beri müslümansın?" suâline; "Kâlû Belâ'dan beri" diyerek, bu manevî mukâveleyi ikrar eder Kur'ân-ı Kerim'de; Allah (cc)'ın "emâneti" göklere, dağlara ve yeryüzüne teklif ettiğini, onların bu emanetin ağırlığı karşısında endişeye düştükleri, insanın ise kendi iradesiyle yüklendiği bildirilmiştir (el-Ahzab, 33/72) Emânet; Allah'u Teâlâ (cc)'nın tekliflerinin tamamına verilen isimdir Ruhlar âleminde gerçekleşen mîsak ve yüklenilen emânet sebebiyle; insan, yeryüzünde Allah (cc)'ın halîfesi hükmündedir Rasûl-i Ekrem (sas)'in: "Her doğan çocuk, İslâm fıtratı üzerine doğar" müjdesi sarihtir insan; dünyaya geldikten sonra mîsakı unutur, emânete ihanet eder ve İslâm'a karşı savaşırsa "kölelik" (abd, rakik, memlûk, cariye vs) gündeme girer Nitekim Molla Hüsrev: "Kölelik; tevhid akîdesinden yüz çevirmenin cezası olarak, Allah'u Teâlâ (cc)'nın takdir ettiği bir hakirliktir" (Molla Hüsrev, ed-Dürer, İstanbul 1307, II, 6) diyerek, meselenin içeriğine işaret etmiştir İbn Âbidîn'de bu konuyla ilgili olarak şu hükümlere yer verilmiştir: "Bulunan çocuk (lâkit) bütün hükümlerde hürdür Hattâ kazf (zina isnadı iftirası) edene, had vurulur Çünkü âdemoğlu için asıl olan hürriyettir Zira insanlar müslümanların en hayırlıları olan, Hz Adem ile Hz Havva'nın çocuklarıdırlar Bazı insanlardaki kölelik hâli ise, daha sonra ortaya çıkan küfür sebebiyle meydana gelmiştir" Dikkat edilirse köleliğin tahakkuku, ruhlar âleminde gerçekleşen mîsakı reddetmek ve emânete ihanet ederek İslâm'a karşı savaşmakla ilgilidir Müsteşriklerin (veya onları taklid eden kimselerin) iddia ettikleri gibi kaba kuvvetle alâkası yoktur Rasûlullah (sas)'ın hür bir insanı, kuvvet kullanarak kendisine hizmetçi yapanın namazının asla kabul edilmeyeceğini ve kıyâmet gününde onun karşısında olacağını ifade ettiği bilinmektedir (Buhârî, İcare, 10) Dolayısıyla bir İslâm beldesi kâfirlerin istilâsına uğrarsa, o beldedeki müslümanlar "esir" olabilirler, ancak kat'iyyen "köle" olamazlar

Râgıp el-İsfahânî; "abd" kavramının Kur'ân-ı Kerim'de dört ayrı mahiyeti ifade için kullanıldığını kaydeder Bunlar: 1) Hukûkî açıdan köle mânâsına: el-Bakara Sûresi'nin 221 âyetinde olduğu gibi 2) Yaratılması bakımından abd: Bu mâhiyette, sadece Allah'u Teâlâ (cc)ya nisbet edilerek kullanılır Nitekim Rasûl-ü Ekrem (sas): "Hiç biriniz (elinizin) emrinizin altında bulunanlara kulum demesin Çünkü hepiniz Allah'u Teâlâ (cc) 'nın kullarısınız" diyerek bu mahiyete işaret etmiştir 3) Allah'a kulluk yapması açısından abd: İster hür, ister köle olsun şer'î hududlara riâyet eden kimse 4) Dünyaya ve dünya servetine kul haline gelen abd: Rasûl-i Ekrem (sas)'in: "Kahrolsun altına, gümüşe ve lükse kul olan insan" (Tirmizî, Zühd, 42) diye zemmettiği kimseler

Kelime-i Şehâdet getirirken; bütün ilâhları reddettiğimizi, sadece Allah'u Teâlâ (cc)'ya iman ettiğimizi, Peygamber Efendimizin (sas) önce "abd" (kul), sonra "rasûl" olduğunu ikrar ve tasdik ediyoruz Dikkat edilirse, kelime-i şehâdette geçen kavramlardan birisi de "abd" kavramıdır İnsanın sıfatı; Allah'u Teâlâ (cc)'ya kul olmasıdır: Eğer bu sıfat kaybedilirse, tâğut'un esiri haline gelme tehlikesi mevcuttur Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluk eden kimseye "hür insan", tâğuta kulluk edene de "köle" denilir Bu mahiyet asla unutulmamalıdır Hz Âdem (as)'den beri devam eden mücadelenin mahiyeti "abd" kavramı ile izah edilebilir Zira bütün peygamberler insanları "Allah'a kulluk (ibadet) edin, tâğût'a kulluk etmekten kaçının" diyerek uyarmışlardır Günümüzde "Hâkimiyet kayıtsız ve şartsız insanındır" sloganının arkasına gizlenen tâğûtî güçler kuvvet kullanarak, müslümanları esir etmek arzusundadırlar Bu büyük tehlike karşısında; ihlâsla Allah'u Teâlâ (cc)'ya kulluk eden mü'minlerin, cihâd ibadetini ihya etmeleri zarûrîdir Gerçek mânâda ubûdiyyet (kulluk); İslâm'ın temel hedeflerini gerçekleştirmek için ihlâsla ve sabırla gayret sarfetmektir
Abdâl

Halk içinde dolaşan ve ermiş diye bilinen kişilere verilmiş bir lâkap Aynı şekilde, ilim ve gönül erbabının bütününe bu ismin verilmiş olduğunu görmekteyiz Abdâl telâkkisi ilk defa ortaya çıktığı sıralarda, âbid ve zâhidlerle birlikte muhaddis ve fâkihler için de kullanılmıştır İbn Hanbel'in Müsnedi'nde Hz Peygamber (sas)'den nakledilen bir rivâyete göre kırk, diğer bir rivâyette ise otuz abdâlın ümmet içerisinde bulunduğundan bahsettiği görülmektedir (Ahmed b Hanbel, I , 112) Nitekim itimada yakın bilinen abdâl hadîslerini nakleden Ahmed b Hanbel'in, yeryüzünde muhaddislerden başka abdâl tanımadığını söylediği belirtilmektedir

İmam Gazâlî de abdâl konusunda buna benzer bir izahı Ebu'd-Derdâ' dan nakletmektedir (Gazâlî, İhya, 111, 357) Abdâlların ahlâkî ve mânevî kişilikleri hakkında söylenenler, her müslümanda bulunması gerekli vasıflardır Buna göre abdâllar bütün insanlara karşı iyi, kendilerine kötü muamele edenleri bağışlayan kaza ve kadere gönül hoşnutluğuyla boyun eğen, haramlardan kaçan, ibâdetlerini ihlâs ve samimiyetle yerine getiren, sevgi, şefkat ve ahlâkî vasıflarla donanmış kişilerdir

Abdâl kelimesinin Arapça 'ebdal'den kısmen değişerek Türkçe'ye girmiş olduğu anlaşılmaktadır Arapça'da halkın iyiliği için tasarrufa izinli evliya zümresinden olan bir cemaate verilen bir isim olarak geçer Fakat, bu tür bir kitlenin Allah tarafından gönderildiğine dair sahih İslâmî kaynaklarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır Dolayısıyla bu durumun, halkın kendi muhayyilesi içerisinde ortaya çıkmış bir kanaatten başka birşey olmadığı söylenebilir

Tasavvufta dervişler arasında kendini kaybeden ve coşku haline girenler için abdâl kelimesinin kullanıldığı anlaşılmaktadır Hatta bu kelime giderek "hafif meşrep", "meczup", olanlara verilen bir isim haline sokulmuştur

Abdâl kelimesi, ilk dönemlerden beri gizli güçlere sahip ve sırlara vâkıf olduklarına inanılan kimseler ve; Hızır, İlyas, Mehdi gibi gizli şahsiyetlere de atfedildiği görülmüştür Melâmet ehlinin gizli veliler inancı, abdalları daha da esrarengiz hâle getirmiş hattâ, bizzat abdâlların dahi birbirlerini tanımadıkları veya ancak üst tabakada olanların alttakileri tanıyabildikleri söylenmiştir XII yüzyıldan sonra, bilhassa Melâmî* ve Kalenderîler arasında cezbe ve istiğrak (kendinden geçme) hâli fazla olduğundan abdâl kelimesi özellikle bunlar hakkında kullanılmıştır

XIV ve XV yüzyıllarda abdâl adı altında bozuk inançlı birtakım derviş zümreleri türedi Bunlar Rum abdâlları ünvanı ile anıldılar XVI yüzyılda yaşayan Vâhidî, abdâlları şu şekilde tasvir etmektedir "Başları, kaşları, sakal ve bıyıkları traş edilmiş, başlarında kıldan örülmüş külâh, sırtlarında bal renkli veya siyah şal, ellerinde tabl ve âlem bulunmaktadır"

Yine bu yüzyıllarda bazı dervişler tek başlarına abdâl ismini kullanmışlardır Abdâl Musa, Kaygusuz Abdâl, Pir Sultan Abdâl gibi

Abdâl hadislerinin sıhhat derecesine kavuşmamış olması, bu anlayışın kaynağının Ehl-i Sünnet dışında aranmasına yol açmıştır Nitekim Hz Peygamber (sas) ve "ashab"tan gavs, kutb, evtâd, nücebâ vb ricâlü'l gay-b'a ilişkin hiçbir söz nakledilmediğini, seleften bazılarının Hz Peygamber'den rivâyet ettikleri abdâla dair sözün ise zayıf bir hadis olduğunu belirten İbni Teymiyye, ricalü'l-gayb olduğu söylenen bazı insanlara, -onları Allah'a ortak gösterir gibi- olağanüstü yetkiler ve güçler nisbet etmenin İslâm akidesiyle bağdaştırılamayacağını, bu tür bir anlayışın daha çok Hristiyanların ve aşırı Şiî fırkaların akidelerini yansıttığını belirtmektedir (Minhacü's-Sünne, I, 21-22)

Bu arada, İbni Teymiyye ve İbni Haldun dışında kalan âlimlerin büyük bir ekseriyeti ve mutasavvıfların abdâl anlayışını benimsemiş veya en azından tenkit etmemiş olmaları, bu görüşün esas itibariyle Şia'dan veya Ehl-i Sünnet dışı başka bir kaynaktan geldiği görüşünü şüphe ile karşılamak için yeterli sebeplerdi Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, ilk devirler Ehl-i Sünnet âlim ve mutasavvıflarının abdâl anlayışları İbnü'l-Arabî'nin anlayışından ve özellikle XIV yüzyıldan itibaren başgösteren ve XX yüzyıl başına kadar devam eden Râfizî abdâlların hayat tarzlarından tamamen farklıdır Nitekim Abdâl kelimesinin ilk defa ortaya çıktığı sıralarda, âbid ve zahidlerle birlikte muhaddis ve fâkihler için de kullanıldığı görülmüştü

Alıntı Yaparak Cevapla