Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (A)
âb-ı Hayât
İçene ölümsüz bir hayat verdiğine inanılan su Âb, Farsça'da "su", hayat ise Arapça'da "yaşam" demektir Buna, âb-ı hayat, âb-ı Hızır, aynü'l-hayat, nehru'l-hayat da denilir Anlamları; hayat suyu, Hızır suyu, hayat pınarı ve hayat ırmağı demektir
Kur'an-ı Kerîm'de Hz Musa ve Hızır kıssası anlatılırken âb-ı hayata dolaylı olarak temas edilir (el-Kehf, 18/60-82) Ayetlerde anlatılanlar şöyle özetlenebilir: Hz Musa bir gün genç arkadaşıyla birlikte, kendisine Allah tarafından "rahmet ve gizli ilim" verilen Hızır (a s )'la buluşmak üzere yola çıkar Buluşma yeri "iki denizin birleştiği yer" (Mecmau'l-Bahreyn)'dir Yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın canlanıp denize atlaması buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır Deniz sahilinde rastladıkları bir kayanın yanındaki pınarın suyu tuzlu balığa temas edince balık canlanır ve denize atlar Genç arkadaşının elinde gerçekleşen bu olağanüstü olayı daha sonra öğrenen Musa Peygamber geri döner ve hayat pınarının başında Hızır (a s )'la buluşarak, ibretli olayların geçeceği yolculuğa çıkarlar (bkz Kehf Suresi mad ) Buhârî'deki bir rivayette, buluşma yeri olan Mecmau'l-Bahreyn'den maksadın hayat pınarı olduğu ifade edilir Bu hadîse göre; "Hızır'la buluşacakları kayanın dibinde bir kaynak 'ayn' vardı ki buna hayat kaynağı (aynü'l-hayât, ab-ı hayât) deniyordu Bu suyun temas edip de diriltmediği hiçbir şey yoktu İşte balığa bu sudan sıçramış" (Buhârî Tefsîr, Suretü'l-Kehf, 4)
Halk arasındaki mitolojik anlayış ve inanışa göre yeri bilinmeyen bu pınardan içen kimse, uzun ömre veya sonsuz yaşayışa kavuşmuş olur Hızır (a s )'ın uzun yaşayışı da bununla açıklanmak istenir
Wensinck, L Massignon ve Friendlaender gibi müsteşrikler, İskender efsanesi ile Hz Musa ve Hızır kıssası arasında ilgi kurmaya çalışmışlardır Çünkü âb-ı hayât unsuru bu hikâyelerde ağırlık noktasını teşkil eder Müfessirlerin bu bilgilere yer vermesi, muhaddis ve tarihçilerin yaptıkları aktarmalar, Kehf Suresindeki (18/83-98) Zülkarneyn kıssası onların başlıca delilleri olmuştur Müfessirler IX yüzyıldan itibaren, İskender efsanesini Kur'an-ı Kerîm'deki Zülkarneyn kıssasını açıklarken geniş ölçüde kullanmışlardır Buna göre, İskender-i Zülkarneyn, içene sonsuz hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran âb-ı hayattan söz edildiğini duyar ve bunu aramaya karar verir Halasının oğlu olan ve Hızır diye anılan Elyesa ile ordusunun refakatinde yolculuğa çıkar Âb-ı hayât, "karanlıklar ülkesi"ndedir Yolda fırtına yüzünden ordudan ayrı düşerler Karanlıklar ülkesine gelince Zülkarneyn sağa, Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar Günlerce yol aldıktan sonra, Hızır ilâhî bir ses duyar ve bir nur görür Orada âb-ı hayâtı bulur Bu sudan içer ve yıkanır Böylece hem sonsuz bir hayata kavuşur ve hem de olağanüstü güçler kazanır Sonra Zülkarneyn'le karşılaşır O da, âb-ı hayâtı ararsa da bulamaz ve bir süre sonra ölür (Buhârî, Tefsir, 18/4; Zemahşerî, el-Keşşaf, Kahire 1307, I, 575; Taberî, Câmiu'l-Beyân, Bulak 1323-29, Beyrut 1398/, XV, 163-167; Beyzâvî, Envâru't-Tenzîl, Kahire 1285, II, 19-20; A Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü, Ankara 1985, s 43-58; İ Hakkı İzmirli, "Âb-ı Hayât ", İTA, 1, 48-49; A J Wensinck, "Hızır", İA, V/I, s 457-462)
Âb-ı hayât tasavvufta Cenâb-ı Hakk'ın "el-Hayy" isminin gerçeğinden ibarettir Bu ismin sırrına erenler âb-ı hayâttan içmiş olurlar Dinî, tasavvufi edebiyat türlerinde bu anlamı bulmak mümkündür Mevlânâ'nın şu mısraları örnek verilebilir: "Hızır, Tanrı keremiyle âb-ı hayâta kavuştu", "Sen ya baştan başa cansın, yahut zamanın Hızır'ı, yahut âb-ı hayât; onun için halktan gizlenmektesin", "Sana nasıl Hızır demeyeyim ki âb-ı hayat içtin, sen âb-ı hayatsın; sula, kandır bizi" (Dîvân-ı Kebîr, trc Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul 1957, I, 92, 166, 352, II, 62, 355-434)
Abık
Kaçak köle anlamına gelen bir fıkıh terimi Mastarı ibâk olup, hür olsun köle olsun firar eden insan için kullanılır Bir İslâm hukuku terimi olarak ise; bir kölenin, elinde bulunduğu kimsenin yanından bir korku veya işinde bir zorlama olmaksızın isyan ederek kaçmasıdır (İbnü'l-Manzûr, Lisanü'l-Arab, Âbık maddesi)
İslâm'da kölenin efendisinin yanından kaçması yasaklanmış ve bunu alışkanlık hâline getirme hukukî bir ayıp sayılmıştır Köle firarını yasaklayan çeşitli hadisler vardır Cerîr b Abdullah el-Becelî'nin naklettiği bir hadis şöyledir: "Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir köle efendisinden kaçarsa, dönünceye kadar küfre düşmüş olur " Başka bir rivayette, "Bir köle firar ederse, ondan zimmet kalkmış olur" (Müslim, Sahih, Nst M Fuad Abdulbaki, I, 83), Kölenin kaçak sayılması için âkıl ve bâliğ olması gerekir Çocuk veya akıl hastası olursa yitik veya yolunu kaybetmiş sayılır (el-Fetâvâ'l Ankaraviyye, el-Emîriyye, I, 204)
Hanefî ve Mâlikîlere göre, kaçak bir köleyi gören kimse, yakalamadığı takdirde zâyi veya telef olacağından korkarsa ve gücü de yetiyorsa bunu yakalaması gerekir Ancak böyle bir köleyi kendisi için tutması haramdır Şâfiîlere göre ise, efendisinin izni olmaksızın kaçak köleyi yakalamak câiz değildir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, IV, 434; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, III, 325) Köle, yakalayanın elinde, sahibine geri verinceye kadar emânet hükümlerine tâbi bulunur Sahibi bulunmazsa ilgili resmî makama teslim edilir (el-Fetâvâ'l-Ankaraviyye, I, 203)
İslâm VI M yüzyılın gereği köleliği kaldırmamış, ancak köle ve câriyelere birtakım insanî haklar bahşetmiş, her fırsatta onları hürriyetlerine kavuşturmanın faziletinden bahsetmiş ve tedricen kalkması için gerekli düzenlemeler getirmiştir Ashâb-ı Kiramdan Ebû Zerr (r a ) zenci bir köle ile tartışmış, durum Rasûlullah (s a s )'a intikâl edince, o şöyle buyurmuştur: "Köleler, Allâh'ın sizin elinizin altında bulundurduğu kardeşlerinizdir Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin Onlara üstesinden gelebilecekleri yükü yükleyiniz Eğer ağır yük yüklerseniz, onlara yardım ediniz" (Buhârî, İman, 22, Itk, 15; Müslim, Eymân, 40) Köle ve câriye gerçeği olan bir devirde bununla ilgili düzenlemelerin bulunması tabiidir (Ayrıca bk Azad etmek)
ÂBİD
İbâdete düşkün, çok ibâdet eden kimse Çoğulu ubbâd, âbidîn ve âbidûn'dir
Kur'ân'da tekil ve çoğul hâliyle, toplam oniki yerde geçer Bir âyet-i kerime şöyledir: "Ey Muhammed, Allah'a tevbe eden, ibâdete düşkün (âbidleri), ona hamdeden, onun, yolunda (dinini yaymak için seyahat eden)  Müminleri müjdele!" (et-Tevbe,9/112) Âbid kelimesi hadis-i şeriflerde de "ibâdete düşkün" anlamını ifâde eder Ancak hadislerde ilimsiz ibâdet düşkünlüğü ile ahlâkî olgunluğa ulaşmamış bir âbidliğin değerinin olmadığı anlatılır: "Âlim kişinin, (âlim olmayan) âbid üzerine üstünlüğü, ayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir Ya da benim, sahâbilerimden en aşağı seviyede bulunana üstünlüğüm gibidir " (Ebû Dâvud, İlim, I; Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Mukaddime, 39; İbn Hanbel, V, 196) "Cömerd fakat câhil olan kişi, âbid fakat cimri olan kimseye nazaran Allah nezdinde daha makbûldur " (Tirmizi, Birr, 40)
Hz Peygamber ve hulefâ-i râşidin* devrinden sonra İslâm devletinin sınırlarının genişleyerek müslümanların büyük bir servete sahip olması, devlet idarecileriyle halkın zenginlerinden bir kısmının dünya malına fazlaca rağbet etmeleri, samimi müslümanların tepkisini doğurdu Hz Peygamber ve ashâbının sade ve gösterişsiz, yaşantısına özlem duyan bazı insanlar, dünyaya değer vermeden, halkın arasından uzaklaşarak kendilerini Hakk'a ibâdete verdiler Halkın büyük bir bölümünün lüks ve refah peşinde koştuğu bir dönemde böyle bir hayatı tercih ederek kendilerini ibâdete verenlere bir ayrıcalık olmak üzere "âbid", "zâhid" * ve "nâsik" gibi adlar verildi İlk Âbidler diyebileceğimiz bu kişilerin çoğu, ilim ve amelle meşgul kimselerdi Şu kadar var ki, âbid kelimesi tasavvuf literatüründe pek kullanılmamış ve tasavvuf lügatlerine girmemiştir Tasavvufta âbid yerine daha çok ârif ve âşık terimleri benimsenmiştir İlk mutasavvıflardan Bâyezid-i Bistâmî "Abîd hâl ile ibâdet eden, vâsıl-ârif ise içinde bulunduğu hâl ibâdet olan kimsedir" der (Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, Kahire 1986, s 69) İbnu'l-Cellâ, "Zâhid; övme ve yerme, nazarında eşit olana, âbid; farzları ilk vaktinde kılana, muvahhid; her şeyi Allah'tan bilene denir" diyerek âbid, zâhid ve muvahhid arasındaki nüansı ifâde etmektedir
|