|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (A)
Adl
Denklik, adâlet, dengeli davranma, doğruluk, hakkâniyet
Adl, "A-De-Le" fiilinden masdardır Bazen "Idl" şeklinde de kullanılmaktadır "Adl", denkliği basîretle idrak olunan; "Idl' ise duyularla idrak olunanı ifade eder "A-De-Le" doğru olmak, doğru davranmak, aynı düzeyde yapmak anlamlarına geldiği gibi, "meyletmek, sapmak" anlamlarına da gelir; yalnız bu anlamda masdarı adı değil "udül"dür
Allah insanı adı üzere; yani düzgün, eli, ayağı, gözü, kulağı, kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak bir özellikte yaratmıştır; yani onu tam bir denge üzerinde var etmiştir: "O seni yarattı, tesviye etti ve ölçülü bir biçime koydu (adele)" (el-İnfitâr, 82/7)
Allah, nasıl insanı adı üzere yarattıysa, onun da yeryüzünde adı üzere davranmasını, yani her zaman koyduğu mizan*a uygun hareket etmesini ister: "Allah "adl'le emreder" (en-Nahl, 16/90); "İnsanlar arasında "adl'le hükmolunmasını emreder" (en-Nisa, 4/58) İslâm'da adâlet mülkün, yönetimin temelidir, âlemin nizamı, "amel ve itaatta kaçınılmaz ahlâki bir fazilet"tir Adl, tevhîd ile özdeştir; birbirinden ayırmak mümkün değildir Çünkü, ancak Tevhîd* üzere olunduğu zaman adâleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki kâinattaki düzeni belirleyen ve insanın hayatı için bir mizan ve sistem koyan Allah'tır, o halde insan, Tevhîd üzere yaşayıp Allah'ın mizanına uyarak adl'de bulunabilir Allah'ın ahkâmına tam anlamıyla iman etmemiş bir kimse adı üzere olamaz
Allah mutlak adildir; fakat kullar Allah'a karşı adâlette bulunamaz; yani O'nu bir başka şeyle denk sayamaz; O'nu bir tartının bir kefesine, bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz Böyle bir hareket ve inanç, kesinlikle şirktir Allah'a ortak koşmak demektir; zira Allah hiçbir şeyle tartılamaz, ölçülemez Kur'an'da "Sonra kâfir olanlar Rablerine adı ediyorlar" (el-En'âm, 6/1) buyurulur; yani, kâfirlerin Allah'tan başka Rabler ve ilâhlar kabul edip, bunları Allah'la birlikte aynı kefeye koyup tarttıkları ifade olunur; bu ise Allah'a ortak koşmak, O'na başka varlıkları eşit görmektir
Şu halde, kulun, Allah'ın mutlak adil olduğunu kabul edip, O'nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması, yani adı üzere olması, Allah'ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması İslâmî akîdenin, yani Tevhîd'in gereğidir
Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Allah Hayrü'l-Hâkimîn yani adâletle hükmedenlerin en hayırlısı (el-A'râf, 7/87) olarak ifade edilirken, en büyük adâlet sıfatına sahip olan varlık anlamında kullanılmıştır
Adl, Cenâb-ı Allah'ın doksandokuz güzel isminden biri olarak sayılmıştır (Tirmizî, Da'avât, 83) Allah'ın asla zulmetmediği, hak ile hükmedip çok adil olduğu anlamında kullanılan adı sıfatı onun mahlûklarına büyük nimetler vermede âdil olduğunu ifade eder Allah'ın mutlak adil olduğunda bütün İslâm âlimleri arasında tam bir ittifak olmakla birlikte adâlet sıfatının izahında Mutezile* fırkası ayrı bir izah getirmiştir
Adliye
İnsanlar arasındaki anlaşmazlıklara ve ihtilâflara bakıp, yargı fonksiyonunu yerine getiren devlet organı Eskiden bu göreve kazâ* denirdi
Adâlet konusu son derece hassas bir meseledir Cenâb-ı Hakk Kur'an-ı Kerim'de bu hususu şöyle beyan etmektedir: "Allah size emanetleri (kamu görevlerini) ehil (ve erbab)ına vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder Allah bununla (emaneti ehline vermeyi ve adâletle hükmetmeyi emretmekle) size gerçekten ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah(u azimü'ş-şan, sözlerinizi ve hükümlerinizi) hakkıyla işiticidir, (bütün yaptıklarınızı) hakkıyla görücüdür " (en-Nisa, 4/58) Görüldüğü gibi adâlet konusu oldukça geniştir Fakat dikkati çekecek nokta, ayet-i kerîmede Allah adil olmanın şartının emaneti (yani toplumdaki görevleri) ehil insanlara vermekle gerçekleşeceğine işaret etmektedir Bundan da anlaşılıyor ki, adâlet müessesesi olan adliye, ancak adâlet kavramını tam olarak gerçekleştirebildiği takdirde toplumda gerçek rolünü oynayabilir
İslâm, Arap yarımadasında ortaya çıkmadan evvel, gerçek adâletin temsilcisi olabilecek bir devlet olmadığı gibi, adâleti gerçekleştirecek bir yargı organı da mevcut değildi Kabîleler arasından seçilen hakemler, kendi usûllerine göre hüküm verirlerdi Ellerinde, hangi konulara ne tür hükümler verileceğine dair yazılı bir kaynak yoktu Aynı zamanda, verilen hükmün tatbiki için herhangi bir icra* kuvveti mevcut değildi Hüküm, kabilenin güç ve nüfûzuna göre ya tatbik ediliyor veya güçlü taraf haksız da olsa kendisini haklı çıkarıyordu
Hz Peygamber'in İslâm devletini kurmasından sonra ortaya koyduğu yazılı anayasa*, birçok meselede olduğu gibi adâletin sağlanması noktasında da o zamana kadar gerçekleştirilemeyen bir hâkimiyet tesis etmekteydi O döneme kadar, kendi haklarını güçleri nisbetinde almaya çalışan kabileler; Medine anayasasından sonra kendi haklarını belirlenmiş bir otoriteden isteme durumunda kalıyorlardı Bu otorite İslâm devlet başkanı olan Halife* idi Kur'an ve Hadis, en büyük hukuki ve adli otorite kabul edildi Bu iki ana kaynaktan çıkacak hükümlere itiraz söz konusu değildi
Kur'an'ı Kerim'de kazâ fonksiyonunu hâkimlerin ifa edeceği belirtilmişti Kadı bu görevlerini yerine getirirken, bazı memurlar çalıştırırdı Bunların görevleri, statüleri ve maaş durumları açıkça belirtilirdi
İslâm adliye teşkilâtında hâkimlerin tek başlarına bir hüküm verme durumu var ise de heyet* usulüyle de hükümler verilmesi hakkında müsbet görüşler öne sürülmüştür Osmanlı devletinde Hâkim'in yanı sıra, bir heyetin varlığı ve bu kimselerin çeşitli sahâlarda uzman insanlardan teşekkül eden ve kararlarda etkili olan bir yargı görevlileri vardı
Hz Peygamber kendi döneminde yargı görevini bazı sahâbilere bırakmaktaydı Bu dönemde yeni fethedilen topraklara vali tayin ediliyordu Bu valiler idarî işlerle birlikte, adlî ve kazâi işlerden de sorumlu bulunuyorlardı Bu kimselerin İslâm fıkhını çok iyi bilen kimseler olması dikkati çekiyordu Hz Peygamber tayin edilen valilere, idare ve diğer kanunlar hakkında bilgi veriyordu Kendisi ise son karar mercii olarak mühim rolünü ifa etmekteydi Hz Peygamber'in adlî müesseseyi ahiret ve dünya ile alâkalı hükümlerle etkin bir duruma getirmiş olduğunu biliyoruz Bu durum dört büyük halife döneminde de aynı şekilde devam ediyordu Halîfeler hem hâkim ve hem de idareci olarak görevlerini ifa ederlerdi Hz Ömer'in Ebu Musa el-Eş'arî'ye göndermiş olduğu kazâi talimatnâmenin İslâm adliye tarihi açısından büyük bir önem taşıdığı kaynaklarda belirtilmektedir Halife Ömer İbn Abdülaziz, idarî ve mahkeme işlerinde yenilik getiren halifelerden biriydi Abbâsi halifelerinin bugünkü Adâlet Bakanlığı tarzında "Kadı'l- Kudât"*lık ihdas ettiğini ve Harun Reşid döneminde buraya meşhur âlim ve Hanefî mezhebinin önde gelen fâkihi Ebû Yusuf*'un tayin edildiği görülür
Daha sonra Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de aynı tür müesseselerin biraz geliştirilerek devam ettirildiğini görmekteyiz Osmanlı devletinde daha beylik döneminden itibaren başlayan kadılık müessesesi, âlimlerin tayin edildiği bir mevkî idi Sultan I Murad zamanında Kadıaskerliğin (kazasker) tesis edildiği görülür Daha sonra Kadıaskerlik * ülke sınırlarının genişlemesi ile Anadolu ve Rumeli Kadıaskerliği olmak üzere ikiye ayrıldı
Devletin idari bölümlenmesi olarak eyâlet, sancak ve daha alt birimler olan kaza ve nahiyelerde kadılıklar kurulmuştu Kadılar aynı zamanda siyasî idarenin de başkanı durumundaydılar Böylece hem idarî ve hem de hukukî otoriteyi temsil ediyorlardı Büyük şehirlerde meselelerin biraz daha fazla oluşu sebebiyle birden fazla mahkeme bulunur; ayrıca kadılara yardımcı olarak "Naibler" * görev yaparlardı
Bunun dışında adlî meselelerden sayılan ve devletin en büyük organı olan Divân-ı Hümâyun'da halkın bazı şikâyetleri dinlenir, hal yoluna koyulurdu Bu arada özellikle devlet bünyesindeki hukukî problemlerin Divân*da tartışılıp hâl yoluna koyulduğu bilinmektedir Divân-ı Hümâyun, aynı zamanda bir yüksek mahkeme vazifesini de görürdü Buna, daha önceki dönemlerde devlet başkanlarının başkanlık ettiği "Divânü'lMezalim" adı verilmekteydi Ülkenin çeşitli yerlerinde verilen mahkeme kararlarına itiraz durumu burada yeniden gözden geçirilirdi Divânü'l Mezalim'de veya Osmanlılar dönemindeki Divân-ı Hümâyun'da alınan kararlar hemen infaz edilirdi Zamanla Divân'ın önemi azaldı Özellikle padişahların Divân toplantılarına katılmaması, bu müessesenin ciddiyetine gölge düşürdü
Osmanlı Devleti'nde, merkezî otoritenin zayıflamasından sonra bilhassa taşrada çeşitli yolsuzluk, hırsızlık ve isyanlar çıkmıştı Padişahlar bunların ortadan kalkması ve adâletin tesis edilmesi için kadılara "adâletname" denilen fermanlar göndererek, halka iyi davranılmasını istemişlerdir Bu tür teşebbüsler, adâletin gerçekleşmesi ve zulmün hafiflemesi noktasında önemli etki sağlamıştır
Sultan Mahmud devrinde başlayan Batıcı hukuk çalışmalarından sonra "hukuk'ta Batı tarzında düzenlemeler görüldü Adlî teşkilât da bu doğrultuda İslâmî esas ve şekilden uzaklaşarak Batı'nın bir kopyası haline geldi
Yalnız, Batı'dan en önemli farkı; toplumdaki problemleri çözemeyen iğreti bir müessese olarak varlığını sürdürmesiydi
Adn Cenneti
Cennet'in en güzel yerlerinden biri
"Adn" sözlükte yerleşmek, bir yerde iskân etmek anlamına gelir
Adn Cenneti, peygamberlere, sıddîklara, şehidlere mahsus, içinde gözlerin hiç görmediği, insanın hatırından geçmeyen muazzam güzelliklerin bulunduğu muhteşem Cennet'in adıdır Bu tarif Hz Peygamber'den rivayet edilen bir hadîse dayanılarak yapılmıştır Allahü Teâlâ buraya giren kimseleri överek "Sana girecek olanlara ne mutlu!" buyurmuştur
Ayrıca Adn Cenneti'ne Cennet'teki bir şehir veya nehir ismi diyenler de vardır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut (t y ) II, 207; el-Beydâvî, En vâru't- Tenzîl, Mecmefu't- Tefâsir III, 157; en-Nesefî, Medarikü'l-Tenzîl; III, 157-8; el-Hâzin, Lubâbü'tTevîl, III, 157) Bunlardan başka Cennet'in en üst makamı, Cennet'in ortası, birçok kapılı burçları olan Cennet'teki bir köşk diyenler de vardır (el-Hazin, a g e , III, 158) Ancak bu görüşlere pek itibar edilmeyip Adn Cenneti'nin ayrı bir makam ve hatta "Cennetler"den ibaret olduğu ifade edilmektedir
Adn Cenneti Kur'an-ı Kerim'de ondan fazla yerde geçmektedir Dünyada yaptıkları işe göre buraya girebilecek olan müminler ve Adn Cenneti'nin güzelliği bu ayetlerde açıklanmıştır: "Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, kendileri içinde ebedî kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan Adn Cenneti'ni ve çok güzel meskenler va'd etti Allah'ın rıdvânı (rızası) hepsinden daha büyüktür İşte bu, büyük kurtuluştur" (et-Tevbe, 9/72) "Sana Rabbinden indirilen şeyin gerçekten hak olduğunu bilen kimse, (onu bilmeyen) kör gibimidir?Ancak sağduyu sahipleri iyice düşünürler O sağ duyu sahipleri ki, Allah'a verdikleri ahdi yerine getirirler, anlaşma ve sözleşmelerini bozmazlar Yine onlar ki, Allah'ın ulaştırılmasını (yerine getirilmesini) istediği şeyi ulaştırırlar Rablerinden korkarlar ve kötü hesabtan da endişe ederler Onlar ki, Rablerinin rızasını dileyerek sabrederler, namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıktan Allah yolunda harcarlar, kötülüğü iyilikle savarlar; işte bunlara dünya yurdunun güzel sonucu, girecekleri Adn Cennetleri vardır Bunlardan, eşlerinden, çocuklarından, kendilerini düzeltip, iyiler sınıfına girenler de onlarla beraber oraya gireceklerdir Melekler de her kapıdan onların üzerlerine girerler de, "sabretmenize karşılık selâm size, burası dünya yurdunun ne güzel sonucudur!' derler" (er Ra'd, 13/19-24; Ayrıca bk en-Nahl, 16/31) Diğer bir ayette de (el-Kehf, 18/30-31) söz konusu cennetlere gireceklerin özellikleri olarak şunlar sayılmaktadır: Allah'a iman etmeleri ve güzel, yararlı işler (salih amel) yapmaları Öbür bazı ayetlerde de (Meryem, 19/60-61; Tâhâ, 20/75-76) tevbe edip, iman eden ve yararlı işler yapanların da Adn Cenneti'ne girecekleri haber verilmektedir Kur'an-ı Kerim'de hayatlarında iman ederek kendilerine zulmetmeden, orta (muktesid) bir yol tutanlar, hayırda ileri gidenler de aynı şekilde bu Cennet'e girecekleri ve burada altın bileziklerle ve incilerle süslenecekleri, elbiseleri ipekten olacağı açıklanarak, Adn Cenneti'ne girdikten sonra Allah'a hamdederek, kendilerinin sonsuz olarak kalacakları bir konağa yerleştirilecekleri ve artık orada kendilerine ne bir yorgunluk, ne bir usanma, ne de bir bıkkınlık gelmeyeceği (Fâtır, 35/32-) anlatılmaktadır
Adn Cennetlerine girenlerin her an Cemalullah'ı görebilecekleri bizzat Hz Peygamber (s a s ) tarafından bildirilmektedir (Buhârî, Tefsir 55; Müslîm, İman 296)
Müfessirler Adn Cenneti hakkında iki görüş olduğunu ifade ederler Birincisi el-Kesşâf'da da geçtiği gibi, Adn Cenneti belirli bir yerin özel ismidir Nitekim çesitli rivayetler bu görüşü desteklemektedir Meselâ, Hz Peygamber de bir gece kendisini iki meleğin uyandırarak, çok güzel bir şehre götürdüklerini, Cennet-i Adn'ı ve buradaki kendi menzilini (konağını) gösterdiklerini anlatmışlardır (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XI, 111)
İkinci görüşe göre ise, Adn Cenneti, Cennet'in bir sıfatıdır Bazı âlimler bunun için, bütün Cennetler Adn Cennetidir demişlerdir (el-Hazin, a g e , III 158) Meâllerini verdiğimiz ayetler de, daha çok bu görüşü destekler mahiyettedirÂFÂK
Ufuklar, gök ile yerin birleşmiş gibi göründüğü yer, kenar, sınır, etraf, dış dünya Ayrıca Âfâk, objektif kelimesi karşılığında kullanılan bir terimdir
Kur'an-ı Kerim'de bir yerde geçen âfâk tâbiri "dış dünya" anlamında kullanılmaktadır: "Biz onlara (kudretimize dalâlet eden) ayetlerimizi hem âfâk'ta (dış dünya) hem de enfüslerinde (iç dünyalarında) göstereceğiz Tâ ki onun hakkın ta kendisi olduğu açıkça belli olsun Rabbinin her şeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi? " (Fussilet, 41/53)
Bu ayetin tefsiri çeşitli şekillerde yapılmıştır Âfâk'ın İslâm devletinin ilerde büyük fetihler yapacağına, İslâm'ın dünyanın dört bir yanına ulaşacağına işaret olduğu ifade edilmektedir Ayrıca Süddî ve Mücâhid ile Hasan-ı Basrî gibi müfessirler, âfâk'ın Bedir* zaferi veya Mekke'nin fethi olduğunu kaydederler Bu iki fetih ve başarıyla Cenâb-ı Hakk'ın Hz Peygamber ve onun ümmetine yardım ettiği, küfrü ve yandaşlarını yalnız bıraktığı görülmekte olup âfâk'ın yani dış dünya gözüyle görünen ayet ve mu'cizelerin, bu ve bunlara benzer hususlar olduğu belirtilmektedir
Atâ İbn Ebi Rebâh'tan gelen tefsire göre, âfak tabiri ile dış dünyada var olan bütün canlı ve cansız varlıkların hepsi ve madde âlemi kastedilmektedir
Allah'ın bu ayetteki va'di gerçekleşmiş, kâfirlerin Mu'cize isteklerinin karşısında gerek Resulullah (s a s ) döneminde gerek daha sonraki dönemlerde ve ondört asırdan beri gerçekleşen İslâmî başarılara her gün biri daha eklendiği gibi Cenâb-ı Hakk iç ve dış dünyadaki ayetlerini sürekli olarak açıklamaya devam etmektedir İnsanoğlu âfâk'ı ve enfüsü* dış dünyada tezahür eden olaylarla ve varılan bilgilerle biraz daha yakından anlamaktadır Ayrıca insanlar dış dünyalarında, yeryüzünde gördüklerinin dışında ve bütün kâinâtta milyarlarca varlığın mahiyetini, her yönüyle öğrendiler, her gün daha da yeni bilgiler elde etmektedirler "  onun hakkın ta kendisi olduğunu anlayıncaya kadar ayetlerimizi onlara Âfak'ta ve Enfüs'te göstermeye devam edeceğiz " ilâhî buyruğu insanoğlunun bugün sahip olduğu âfâki bilgileri açıklamaktadır Bu dış dünyadaki madde plânını oluşturan bilgilerin yanı sıra çıplak gözle insanlara İslâm'ın başarısı ve kâinata hâkimiyeti de gösterilmektedir Bu hâkimiyet âfâk'ın bir tecellisi ve tezahürüdür
|