Prof. Dr. Sinsi
|
İslam Ansiklöpedisi (B)
Beynûnet
Ayrılık; iki şey arasındaki uzaklık, mesafe ve evliliğin sona ermesiyle, birbirinden ayrılan eşler arasında meydana gelen durum Bu durum, küçük ve büyük ayrılık (beynûnet-i suğrâ ve beynûnet-i kübrâ) olmak üzere ikiye ayrılır:
Küçük ayrılık: Boşanan eşlerin, yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân veren beynûnettir Şu durumlarda küçük ayrılık meydana gelir
1 Birinci veya ikinci boşama hakkını kullanarak hanımını boşayan erkek, iddet (boşamadan sonra beklenilmesi gereken süre) esnasında hanımına dönmezse;
2 Erkek, hanımını bir mal karşılığında boşamışsa (muhâlea);
3 Evliliğe, hâkim son vermişse;
4 Nikâhtan sonra, fakat zifâf ve halvet-i sahîhadan önce (nikâhlanan nişanlıların, kimsenin göremiyeceği ve ansızın gelemiyeceği bir yerde başbaşa kalmaları) yapılan boşama ile meydana gelen ayrılık
Boşanan eşler arasında küçük ayrılık meydana gelebilmesi için, kadının üçüncü boşama hakkı (son boşama hakkı) ile boşanmış olmaması şarttır Aralarında küçük ayrılık meydana gelen kadın ve erkek yeniden evlenmek isterlerse, bütün şartlarıyla yeni bir nikâh kıyılmak suretiyle evlenebilirler Koca, önceki mehri ödemiş olsa da, yeniden mehir ödemek mecburiyetindedir
Büyük ayrılık: Boşanan eşlerin yeniden nikâhlanarak evlenebilmelerine imkân tanımayan beynûnettir Erkek hanımını üçüncü, yani son boşama hakkı ile boşarsa aralarında büyük ayrılık meydana gelir Mülâane suretiyle (bk Liân) ayrılan eşler arasında da bu durum meydana gelir
Bu durumdaki eşler artık yeniden nikâhlanarak bir araya gelemezler Ancak kadın, yeniden sahih bir evlilik yapar ve bu evliliği de tamamen normal bir şekilde sona ererse, birinci kocası ile yeniden evlenebilir Buna şerî tahlîl denir ki, Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Eğer koca, karısını ikinci talaktan (boşama) sonra bir kere daha (üçüncü boşama hakkıyla) boşarsa, bundan sonra kadın başka bir erkeğe nikâhlanmadıkça ve ondan da ayrılmadıkça ilk kocasına helâl olmaz Bu ikinci koca onu boşarsa, Allah'rn emirlerini sağlam tutacaklarına ümitvar oldukları takdirde, evvelkilerin birbirine dönmelerinde bir günah yoktur Bunlar, anlayan bir kavim için Allah'ın açıkladığı hükümlerdir " (el-Bakara, 2/230)
Burada ikinci evliliğin, birinci koca ile evlenebilmek için hileli bir evlilik olmaması şarttır Böyle hileli evlilikler haramdır ve kadına birinci kocasıyla evlenme hakkını doğurmaz Meselâ, bu durumdaki bir kadının başkasıyla belirli bir süre için evlenmesi, cinsî iktidarı olmayan bir ihtiyar veya bir deli veya bir çocukla evlenmesi, evlendiği ikinci koca ile cinsî münasebette bulunmadan boşanması, şerî tahlil sayılmaz Şerî tahlil olması için, ikinci evliliğin ve ayrılığın tamamen normal, hileli olmayan bir şekilde olması gerekir
Öyleyse İslâm, ilk kocasından üç talakla boşanan bir kadının, ayrıldığı kocasıyla tekrar evlenebilmesi için yeni bir evlilik hayatı yaşamasını niçin şart koşmuştur?
İslâm'dan önceki Arap toplumunda erkek sınırsız bir boşama hakkına sahipti Hanımına zulmetmek isteyen bir erkek, onu boşuyor, iddeti bitiyorken tekrar alıyor, sonra yine boşuyor, yine alıyordu Boşama ve alma işlemleri, erkek isterse sınırsız bir şekilde devam edebiliyordu Böylece kadın evlilikle boşanmışlık arasında muallakta kalıyor ve haksızlığa uğruyordu İslâm, erkeğin boşama hakkını üçle sınırlayarak kadına bir güvence getirmiştir İslâm, evliliği bu üç hakta devam ettiremeyenlere artık bu yolu kapamış; ancak kadın tamamen normal bir şekilde ikinci bir evlilik hayatı geçirir ve bu evlilik yine normal bir şekilde sona ererse, eğer kadın bu ikinci evlilik tecrübesinden sonra ilk kocası ile evlenmekte de bir hayır görüyorsa, onların tekrar evlenmelerine müsaade etmiştir Bir bakıma bu izin, geçmişte (birinci evlilikte) işlenen bazı hataların telâfisi için bir imkân olabilir Yoksa İslâm, evliliği bir oyun ve oyuncak haline getirmeye asla müsaade etmez Üç boşamadan sonra evlenme yasağı, aynı zamanda erkeğin talak haklarını düşünceli ve sorumlu bir şekilde kullanmasını sağlayıcı ve ilk evliliği koruyucu bir tedbirdir
Bu konuda halk arasında çok yanlış anlaşılan, "hulle"* kavramı vardır ki, bunun İslâm'la asla alâkası yoktur Hulle, yukarıda anlatılan "şer'î tahlil"in yozlaştırılmış bir şekli olup; tamamen hileli ve dinen geçerli (sahih) olmayan bir şekilde, böyle bir kadının çok kısa süreli bir evlilik yaparak boşanması ve ilk koca ile evlenebilmesi için başvurulan bir hileden ibarettir Yukarıda da belirtildiği gibi, İslâm'ın şer'î tahlîlden kasdettiği şey asla bu değildir
Akif KÖTEN
BEYTULLAH
Allah evi, Kâbe Beyt, Arapça'da ev demektir Tertip olarak Beytullah, Allah'ın evi demek olup Kâbe* hakkında kullanılan bir tabirdir Kur'an-ı Kerîm'de daha çok belirti harfiyle "el-beyt" şeklinde kullanılır ve bununla Beytullah, Kâbe kasdedilir Ayrıca iki ayette el-Beytü'l-Haram* yani mukaddes ev (el-Mâide 5/2, 97), iki ayette de eski ev anlamında el-Beytü'l-Atîk, (el-Hac, 22/29, 33) şeklinde kullanılır Kâbe ismi ise Kur'an-ı Kerîm'de sadece iki yerde (el-Mâide, 5/95, 97) zikredilir
Aslında yer ve gök ile bunların arasında bulunan her şeyin, kısaca kâinatın gerçek sahibi Allah'tır Bunlar içerisinde Kâbe'ye Beytullah (Allah'ın evi) denilmesi, onun sırf Allah'a ibadet için yapılmasından, orada sadece Allah'a ibadet edilmesinden dolayıdır Böylece Allah onu kendine nisbet etmek suretiyle şerefini yüceltmiştir
Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre yer yüzünde ilk yapılan mabed Beytullah'tır: "İnsanlar için yeryüzüne ilk konulan ibadet evi Mekke'de olan Kâbe'dir " (Âli İmrân, 3/96)
Beytullah'ı Hz İbrahim (a s ) ile oğlu İsmail (a s ) inşa edip o esnada Allah'a şöyle dua etmişlerdir: "Ey Rabbimiz bunu bizden kabul buyur Şüphesiz ki daima işiten, hakkıyle bilen ancak sensin Ey Rabbimiz! İkimizi müslüman olarak sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız sana boyun eğen bir ümmet meydana getir Bize hac ibadetimizi göster, tövbelerimizi de kabul buyur Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan sensin sen " (el-Bakara, 2/127-129)
Allah, Beytullah'ı yüce gayelerin gerçekleştirilmesi için toplantı ve güven yeri kılmıştır: "Biz Beytullah'ı insanlara toplantı ve güven yeri yaptık " (el-Bakara, 2/125)
Allah, Beytullah'ın, tavaf edenler, ibadet yapanlar, rukû ve secde edenler için temiz tutulmasını emretmiştir (bk El-Bakara, 2/125)
Durak PUSMAZ
BEYTÜ' L-HARAM
Mukaddes, korunulan ve sakınılan ev Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu sahadaki mescidin adı Buna haram denilmesi o sahaya saygı ve tazim göstermek vacip olduğu içindir Kendisine karşı saygısızlık caiz olmadığı için Mekke'ye de Beled-i Haram denilmiştir
Beytü'l-Haram ifadesi Kur'an-ı Kerîm'de iki defa zikredilir Bunlardan birinde: "Ey iman edenler! Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beytü'l-Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin " (el-Mâide, 5/2) buyurularak, değil Beytü'l-Haram'a, oraya gelenlere bile saygısızlık edilmemesi emredilir İkinci ayette "Allah Kâbe'yi, O Beytü'l-Haram'ı  insanlar için bir kıyam yeri kılmıştır " (el-Mâide, 5/97) buyurulur
Beytu'l-Haram Allah'ın insanlar için bir hayat kaynağı kıldığı, İslâm'ın şiar ve prensiplerini haykıracakları ve özellikle hac mevsiminde bütün İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını ortaya koyacakları bir mekân kılmıştır Beytu'l-Haram müslümanların yılda bir kez toplanıp bütün problem ve dertlerini görüşecekleri mukaddes yerdir (Daha geniş bilgi için bk Kâbe)
Ahmed AĞIRAKÇA
BEYTÜ'L-MAKDİS
İslâm'da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs'teki mescid Müslümanların ilk kıblesi Buna Beytü'l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir Mekke'ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir
Beytü'l-Makdis tabiri Kur'an-ı Kerîm'de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur'an-ı Kerîm'de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: "Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir " (el-İsrâ' 17/1)
Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu'llah yani Kâbe'* dir (Âli İmrân, 3/96) Sonra da Beytü'l-Makdis'dir Ebû Zer el-Gıfârî* (r a ) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (r a ) diyor ki, bir kere ben: "Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?" diye sordum Resulullah (s a s ): " Mescid-i Haram'dır" buyurdu "-Sonra hangisi?" dedim "Mescid-i Aksâ" buyurdu "-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?" dedim Resulullah (s a s ): "Kırk sene" buyurdu " (Müslim, Mesacid, 1, 2)
Beytü'l-Makdis'in bânisi Süleyman (a s )dır Nitekim Abdullah b Ömer (r a ) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s a s ) şöyle buyurmuştur: " Davud (a s )'un oğlu Süleyman (a s ) Beytu'l-Makdis'in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak'tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah'ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını " Peygamber Efendimiz (s a s ) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: " Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım " (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167)
Bu hadîs-i şeriften Beytü'l-Makdis'in Süleyman (a:s ) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz Bu sebeple Beytü'l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir Peygamber Efendimiz (s a s ): "Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa " (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515)
Burada bir hususun belirtilmesi gerekir Mescid-i Haram'ın banisi Hz İbrahim ile oğlu İsmail (a s ) dır Süleyman (a s ) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur Buna göre Beytü't-Makdis'in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (a s )'ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22)
Beytü'l-Makdis, Mûsâ (a s )'dan İsâ (a s ) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz Muhammed (s a s ) de Mirac'a giderken oraya uğramıştır
İslâmiyet'in ilk yıllarında kıble Beytü'l-Makdis idi Resulullah (s a s ) Mekke döneminde namazlarını Beytü'l-Makdis'e doğru kılardı Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü'l-Makdis'e ile kendi arasında kalırdı Medîne'ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet " yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin " (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur (Müslim, Mesâcid, 11)
Peygamber Efendimiz (s a s ) hadîs-i şeriflerinde Beytü'l-Makdis'de namaz kılmaya teşvik etmiş: "Beytü'l-Makdis'e gidin, orada namaz kılın Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir " buyurmuştur (İbn Mace, İkametü's-Salât, 196)
Durak PUSMAZ
BEYTÜ' L-HARAM
Mukaddes, korunulan ve sakınılan ev Mekke'de Kâbe'nin bulunduğu sahadaki mescidin adı Buna haram denilmesi o sahaya saygı ve tazim göstermek vacip olduğu içindir Kendisine karşı saygısızlık caiz olmadığı için Mekke'ye de Beled-i Haram denilmiştir
Beytü'l-Haram ifadesi Kur'an-ı Kerîm'de iki defa zikredilir Bunlardan birinde: "Ey iman edenler! Rablerinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beytü'l-Haram'a doğru gelenlere saygısızlık etmeyin " (el-Mâide, 5/2) buyurularak, değil Beytü'l-Haram'a, oraya gelenlere bile saygısızlık edilmemesi emredilir İkinci ayette "Allah Kâbe'yi, O Beytü'l-Haram'ı  insanlar için bir kıyam yeri kılmıştır " (el-Mâide, 5/97) buyurulur
Beytu'l-Haram Allah'ın insanlar için bir hayat kaynağı kıldığı, İslâm'ın şiar ve prensiplerini haykıracakları ve özellikle hac mevsiminde bütün İslâm düşmanlarına karşı tavırlarını ortaya koyacakları bir mekân kılmıştır Beytu'l-Haram müslümanların yılda bir kez toplanıp bütün problem ve dertlerini görüşecekleri mukaddes yerdir (Daha geniş bilgi için bk Kâbe)
Ahmed AĞIRAKÇA
BEYTÜ'L-MAKDİS
İslâm'da üç mukaddes mescitten biri olan Kudüs'teki mescid Müslümanların ilk kıblesi Buna Beytü'l-Mukaddes (mukaddes ev), Kudûs Camii ve Mescid-i Aksâ* da denir Mescid-i Aksâ; en uzak mescid demektir Mekke'ye bir aylık mesafede olduğu için bu isim verilmiştir
Beytü'l-Makdis tabiri Kur'an-ı Kerîm'de geçmez, hadis-i şeriflerde zikredilir Ama Mescid-i Aksâ ismi hem Kur'an-ı Kerîm'de ve hem de hadîs-i şeriflerde geçer Kur'an-ı Kerîm'de İsrâ olayından bahsedilirken şöyle buyurulur: "Ona ayetlerimizden bazısını göstermek için kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir " (el-İsrâ' 17/1)
Yeryüzünde yapılan ilk mabed Beytu'llah yani Kâbe'* dir (Âli İmrân, 3/96) Sonra da Beytü'l-Makdis'dir Ebû Zer el-Gıfârî* (r a ) den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: Ebû Zer (r a ) diyor ki, bir kere ben: "Ya Resulullah! yeryüzünde ibadet için ilk önce hangi mescid bina edildi?" diye sordum Resulullah (s a s ): " Mescid-i Haram'dır" buyurdu "-Sonra hangisi?" dedim "Mescid-i Aksâ" buyurdu "-Bu iki mescid arasında ne kadar zaman var?" dedim Resulullah (s a s ): "Kırk sene" buyurdu " (Müslim, Mesacid, 1, 2)
Beytü'l-Makdis'in bânisi Süleyman (a s )dır Nitekim Abdullah b Ömer (r a ) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s a s ) şöyle buyurmuştur: " Davud (a s )'un oğlu Süleyman (a s ) Beytu'l-Makdis'in yapımını bitirdikten sonra Cenâb-ı Hak'tan üç dilekte bulunmuştur 1- Kendisinden sonra kimseye müyesser olmayacak bir mülk ve saltanat vermesini, 2-Allah'ın hükmüne uygun hükmetme kudreti vermesini, 3-Bu mescid e sadece namaz kılmak niyetiyle gelenlerin oradan analarından doğdukları gün gibi günahlarından temizlenmiş olarak çıkmalarını " Peygamber Efendimiz (s a s ) hadîs-i şerifin devamında şöyle buyurmuştur: " Allah, ona (ilk) iki istediğini vermiştir Üçüncüsünü de vermiş olmasını umarım " (Tecrid-i Sarîh Tercemesi, IV, 167)
Bu hadîs-i şeriften Beytü'l-Makdis'in Süleyman (a:s ) tarafından bina edildiğini öğrendiğimiz gibi, oraya gidip namaz kılmanın faziletini de öğreniyoruz Bu sebeple Beytü'l-Makdis, müslümanlarca mukaddes kabul edilmektedir Peygamber Efendimiz (s a s ): "Üç mescid dışında herhangi bir mescitte ibadet yapmak için yolculuk yapılmaz: Benim mescidim, Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa " (Buhârî, Mescidü Mekke 16, Sayd 26, Savm 67; Müslim, Hac 415, 515)
Burada bir hususun belirtilmesi gerekir Mescid-i Haram'ın banisi Hz İbrahim ile oğlu İsmail (a s ) dır Süleyman (a s ) ile bu peygamberler arasındaki müddet, kırklarla ifade edilemiyecek kadar uzundur Buna göre Beytü't-Makdis'in temelinin daha önceki peygamberlerden biri tarafından atılmış olması beyti daha sonra Süleyman (a s )'ın bu temel üzerine bina etmiş olması muhtemeldir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 22)
Beytü'l-Makdis, Mûsâ (a s )'dan İsâ (a s ) zamanına kadar peygamberlerin toplantı yeri ve mukaddes vahiy merkezi olmuştur İsrâ suresinin ilk ayetinde belirtildiği gibi, Peygamberimiz Hz Muhammed (s a s ) de Mirac'a giderken oraya uğramıştır
İslâmiyet'in ilk yıllarında kıble Beytü'l-Makdis idi Resulullah (s a s ) Mekke döneminde namazlarını Beytü'l-Makdis'e doğru kılardı Ancak namaza öyle dururdu ki Kâbe Beytü'l-Makdis'e ile kendi arasında kalırdı Medîne'ye hicret ettikten sonra da onaltı ay Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmaya devam etmiş, nihayet " yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin " (el-Bakara, 2/144) ayeti inince artık kıble Kâbe olmuştur (Müslim, Mesâcid, 11)
Peygamber Efendimiz (s a s ) hadîs-i şeriflerinde Beytü'l-Makdis'de namaz kılmaya teşvik etmiş: "Beytü'l-Makdis'e gidin, orada namaz kılın Çünkü orada kılınan bir namaz başka yerlerde kılınan bin namaz gibidir " buyurmuştur (İbn Mace, İkametü's-Salât, 196)
Durak PUSMAZ
BEYTÜ'L-MAL
İslâm devletinin hazinesi, devletin malîye işleriyle ilgilenen kurum
Beyt, Arapça "ev" anlamında olup, "beytü'l-mâl" mal evi, hazine demektir İslâm'da devlet hazinesi ve mâliye dairesine beytü'l-mâl adı verilmiştir Beytü'l-mâl tabiri ile hem devletin maliye işlerinin idare edildiği bina, hem de devlet hazinesi kasdedilir Beytü'l-mal İslâm devletinin hazinesidir Bu tabir ilk zamanlarda sadece soyut bir kavram iken, Hz Ömer'in hilâfeti zamanında daha belirgin bir duruma kavuşturulmuştur
Beytü'l-mâl'in gelirleri şunlardır: 1- Zekât ve öşür gelirleri
Zekâta tabi olan mallar emvâl-i zâhire (gizlenmesi mümkün olmayan mallar) ve emvâl-i bâtına (gizlenmesi mümkün olan mallar) diye iki kısma ayrılır
Emvâl-i zahire; ekinler, meyveler, zekâta tabi hayvanlar ile bir yerden diğer bir yere ticaret için taşınan mallardır Bu tür malların zekât, öşür ve vergilerini devlet alır
Emvâl-i bâtına ise sahiplerinin evlerinde veya iş yerlerinde bulunup gizlenmesi kabil olan altın ve gümüş ile ticaret mallarından ibarettir Bu tür servetin zekâtı da başlangıçta İslâm devleti tarafından toplanılıp ilgili yerlere sarfediliyordu Hz Osman'ın hilâfeti zamanında İslâm devletinin sınırları genişlediği ve müslümanların sayısı çoğaldığı için, bu tür malların zekâtının devlet memurları tarafından toplanması güçleşmiştir Bu yüzden bu tür malların zekâtını vermek müslümanlara havale edilmiştir
Şu halde devletin zekât ve öşürünü alacağı mallar:
a) Koyun, keçi, sığır, manda ve deve gibi mera hayvanlarından alınacak zekât
b) Öşre tâbi' arâzinin (arâzi-i öşriyye) mahsulünden alınan vergiler Öşre tâbi' arâzi, vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilmiş olup mücahidlere veya diğer müslümanlara temlik edilen arazidir Bu tür araziler yağmur, dere veya nehir sularıyla sulanıyorsa mahsulünün onda birini: kova veya dolapla sulanıyor, yahut su para ile alınıyorsa yirmide birini devlet alır
c) Ticaret mallarından alınan vergiler Ticaret mallarını bir şehirden diğer bir şehre naklettikleri takdirde, kendilerinden muayyen miktarda vergi alınır Ticaret vergisi sadece müslümanlardan değil, İslâm ülkesinde yaşayan zimmî*lerle müste'men* lerden de alınır Ancak bu vergi müslümanlardan kırkta bir; gayri müslimlerden ise yirmide bir alınır (Ömer Nasuhi Bilmen, Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, IV, 92-96)
2- Ganimet mallarının beşte biri Savaşta düşmandan alınan mallara ganimet denir Ganimet malları beşe bölünür; bunun dördü cihada katılan askerler arasında taksim edilir Kalan beşte biri de beytü'l-mâl'e aittir (el-Enfâl, 8/41 )
Ganimet malları dört kısımdır:
a) Savaş esirleri: Düşman askerlerinden esir alınan kimselerdir Erkeklerin hepsi savaşa katılsın katılmasın bu gruba dahildir Alınan savaş esirleri hakkında devlet başkanı dört şeyden birini yapmak hususunda muhayyerdir: Ya onları öldürür veya köleleştirir Yahut fidye mukabilinde serbest bırakır ya da karşılığında bir şey almaksızın serbest bırakır (en-Nesefî, Medârik, IV, 150) Delilleri şu ayet-i kerimedir: "(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın Ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız Harp, ağırlıklarını bırakıncaya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız) Allah dileseydi (kendisi) onlardan öç alırdı, fakat sizi birbirinizle denemek için (size savaşı emrediyor) " (Muhammed, 47/4) Hanefilere göre harp esirleri ya öldürülür ya da köle yapılır Fidye alarak veya bir şey almaksızın serbest bırakmak Tevbe suresinin beşinci ayetiyle neshedilmiştir (en-Nesefî, a g e , IV, 150)
b) Âdî esirler: Cihat sırasında ele geçen kadın ve çocuklardır Bunları da fidye mukabilinde serbest bırakmak caizdir Fidye* vermeyenler mücahidler arasında taksim olunur
c) Savaşla veya sulh yoluyla ele geçen arazi Savaş yoluyla fethedildikten sonra elde edilen topraklar İslâm devletinin mülkiyetindedir Bu araziler ganimet* olarak alınabileceği gibi, sahiplerinin ellerinde bırakılarak haracı da alınabilir
d) Küçük ve büyük baş hayvanlarla nakli mümkün olan diğer eşyalar
3- Harac vergisi Savaşla veya sulh yoluyla elde edilen arazi fetihten sonra müslüman olmayan sahiplerinin ellerinde bırakılırsa, onlardan belirli miktarda vergi alınır İşte bu vergiye harac denir Hz Peygamber (s a s ) savaşla elde edilen Hayber arazisini, Hz Ömer (r a ) da fethedilen Suriye ve Irak topraklarını sahiplerinin ellerinde bırakarak bu uygulamayı yapmıştı
Harac vergisi iki kısımdır: a) Harac-ı mukâseme: Öşür gibi çıkan mahsulden alınır Miktarı %10 ile 50 arasında olabilir
b) Harac-ı muvazzaf: Birim toprak veya ağaç başına alınan senelik vergidir Bu, taksitle alınabilir (Ö N Bilmen, a g e , IV, 75, 82)
4-Cizye* İslâm devleti içerisinde yaşayan zimmîlerin (müslüman olmayan azınlıkların) mükellef olan erkeklerinden, can güvenliklerinin sağlanması mukabilinde seneden seneye alınan bir şahsî vergidir Buna, haracu'r-ruûs (baş vergisi) de denir Cizyenin alınmasının delili şu ayettir: "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resulu'nun haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın " (et-Tevbe, 9/29)
Cizye iki şekilde konur: a) Karşılıklı anlaşma ile olur Bunun miktarı da anlaşmayla tespit edilir
b) Devlet başkanı tarafından bizzat konur Bu da müslümanların savaşla gayr-i müslimleri yenip onları toprakları ve mülkleri üzerinde bırakmasıyla olur Bunun miktarını devlet başkanı tayin eder Şöyle ki, halk durumlarına göre zengin, orta halli ve fakir diye üçe ayrılır Zengin olanlara senede kırksekiz dirhem, orta hallilere yirmidört dirhem, çalışmaya muktedir fakirlere de oniki dirhem cizye konur Bu miktarlar oniki aya bölünerek taksitle alınabilir (Meydânî, el-Lübâb, IV, 143; Ö N Bilmen, a g e , IV, 97-99)
5- Maden ve definelerden alınan vergiler Özel kişi ve kuruluşlar tarafından işletilen madenlerden beşte bir oranında vergi alınır Bunlar altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun vb gibi ateşte eriyen madenlerdir
Define ise yer altından çıkartılan ve tabi olmayan servettir Bunun Arapça karşılığı kenz olup üç kısma ayrılır:
a) Üzerinde İslâmî işaret bulunan para, değerli eşya vb şeylerdir Bunlara kenz-i İslâmî denir Bunlar Lukata* (kayıp mal) hükmündedir Bunları bulanlar fakir iseler kendilerinin olur Değilseler fakirlere veya beytü'l-Mâl*'e verirler
b) Üzerinde kâfirlere ait işaret bulunan para, kıymetli eşya vb şeylerdir Bunlara kenz-i cahilî denir Bunların beşte biri beytü'l-mâle verilir; kalanı toprak sahibinin, yoksa bulanın olur
c) Kime ait olduğu anlaşılamayan define ise, Kenz-i cahilî kabul edilerek beşte biri beytü'l-mâle verilir
Beytü'l-mâl'in giderleri: Yukarıda sıraladığımız beytü'l-mâl'in gelirlerinden zekât ve öşür, beytü'l-mâl'de ayrı bir fonda toplanır ve Tevbe suresinin altmışıncı ayetinde belirtilen sekiz sınıf kimseye dağıtılır Ayetin anlamı şöyledir: "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekat toplayan) memurlara, kalpleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, kölelere, Allah yolunda (cihat edenlere) ve yolcuya mahsustur Allah bilendir, hikmet sahihidir "
Bu mallar hazinede emanet hükmündedir Devlet emaneti yerlerine sarfetmekle yükümlüdür Başka yerlere ancak geçici olarak harcanır, alınan miktar sonra diğer fonlardan iade edilir (Ö N Bilmen a g e , IV, 77)
Ganimet mallarından beytü'l-mâl'e intikal eden beşte bir hisse üçe bölünür Bunun bir hissesi yetimlere, bir hissesi yoksullara, bir hissesi de yolda kalmışlara verilir Nitekim Enfâl suresinin kırkbirinci ayetinde şöyle buyurulur: Biliniz ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulu'na ve (Allah'ın Resulu ile) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)'a aittir " Ayet-i kerimede Allah'ın anılışı teberrükendir Hz Peygamber (s a s )'in hissesi ise irtihali ile düşmüştür Resulullah (s a s ) ile akrabalığı bulunanlar ise yoksullar grubuna girer Geriye yukarıda zikredilen üç sınıf kalmış olur (Meydanî, el-Lübab, IV, 133)
Madenler ve definelerden gelen vergiler de bunun gibi yetimler, yoksullar ve yolculara harcanır
Haraç, cizye ve gayr-i müslim tacirlerden alınan vergiler devletin personel ücretleri, yol, kanal, baraj gibi amme hizmetleri, askerî hizmetler, eğitim, sağlık vs gibi yerlere sarfedilir
Hz Muhammed (s a s ) beytü'l-mâl üzerinde hassasiyetle durur, mal geldikçe hiç bir şey kalmayıncaya kadar dağıtımında bizzat hazır bulunurdu Hz Peygamber vefat ettikten sonra bu işe yerine geçen halifeler bakmıştır Hz Ömer zamanında fetihler nedeniyle devletin gelirleri artmış ve bunların hepsini hemen dağıtmak ihtiyacı kalmayınca, gelirin bir deftere kaydedilmesi ve yapılan ödeme ve harcamalardan arta kalanın korunması usulü getirilmiştir Böylece onun zamanına kadar soyut bir kavram olan beytü'l-mâl, onun zamanında somut bir durum almıştır Nitekim dört büyük halife devrinin sonlarına doğru beytü'l-mâl'e bakan bir veznedar görevli görülmektedir
Durak PUSMAZ
BEYTÜ'L-MA'MÛR
Ma'mûr, bayındır, bakımlı ev Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir yerdir Diğer bir adı da "Durâh"dır
Beytü'l-Ma'mûr'dan Kur'an'ı Kerîm'de şöyle bahsedilir:
"Tür'a, yayılmış ince deri üzerine satır satır dizilmiş Kitâb'a, bayındır eve (beytü'l-ma'mûra), yükseltilmiş tavan gibi göğe, kaynayacak denize andolsun ki, Rabbi'nin azabı hiç şüphesiz gelecektir" (et-Tür, 52/1-7)
Allahû Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'in bazı yerlerinde kasem ettiği gibi bu ayet-i kerîmede de Tûr Dağı'na, Kur'an-ı Kerîm'e ve Beytü'l-mâ'mûra yemin etmektedir Buradaki yeminden maksad, bunların kıymetine işaret etmek ve değerlerini yükseltmektir
Müfessirler bu ayet-i kerîmede sözü geçen Beytü'l-Ma'mûru genellikle, yedinci kat semada, Kâbe'nin üst hizasında bulunan bir ev olarak tefsir etmişlerdir Onu günde yetmiş bin melek namaz kılmak ve tavaf etmek için ziyaret eder ve kıyamete kadar da bir daha geriye dönmezler Beytü'l-Ma'mûr Kâbe'nin üst hizasındadır (Muhtasar'u Tefsir-i İbn Kesîr, Nşr M Ali es-Sâbünî, Beyrut 1401, III, 388-389; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, VI, 4551; el-Hâzin, Lübâbü't-Te'vîl fî Maâni't-Tenzîl, IV, 242; el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, IV, 467; İsmail Hakkı Bursevî, Rühu'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'an, IV, 123)
Müfessirler Beytü'l-Ma'mûru Kâbe olarak da tefsir ederler (Muhammed et-Tefsîrî, Tefsîr-i Tibyan Tercemesi İstanbul 1307, IV,180; İ H Bursevî, IV,123; Yazır, VI, 4551; el-Beydâvî, IV, 467)
Bir yerin bakımlı ve ma'mûr oluşu, meskûn olması, ziyaretçilerinin çok olması ve güzel bakılması ile olur Kâbe'nin ma'mûr oluşu ise her sene binlerce hacının ziyareti iledir "Allah onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mûr kılar, eğer insanlar ondan eksik olursa melâike ile doldurur denilmiştir" (M Hamdi Yazır, VI, 4551 )
Mirac'la ilgili meşhûr hadiste Beytü'l-Mamur'dan da bahsedilir:
"Sonra bana Beytü'l-Ma'mûr gösterildi Orayı her gün yetmiş bin melek ziyarete gidiyor " (Buhârî, Bed'u'l-Halk, 6)
Müfessirler, Beytü'l-Ma'mûru, tasavvufî bir anlatımla "müminin kalbi" olarak da tefsir edip; bayındır ve bakımlı oluşunu marifet ve ihlâsla açıklarlar (el-Beydâvî, IV,123; Muhammed et-Tefsîrî, IV,180; Bursevî, IV,123; M Hamdi Yazır, VI, 4551)
Tertip ve düzeni Fîrûzâbâdî'ye isnad edilen İbn Abbâs tefsirinde ise Beytü'l-Ma'mûru Âdem Aleyhisselâm'ın bina ettiği ve Tufân'dan sonra altıncı kat gökyüzüne çıkarıldığı belirtilir (el-Firûzâbâdî, Tenvîru'l-Mikyâs Min Tefsîr-i İbn-i Abbâs, Mısır 1316, 329)
|