Prof. Dr. Sinsi
|
Tasavvufi Bahisler
Tasavvufi Bahisler
Ahlâk
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve kendisi için mümkün en yüksek kemâle ulaşması için nefsini kötü huylardan, hayvânî sıfatlardan kurtararak ahlâkını düzeltmesini, içini ve dışını nurlandırmasını sağlayan bir disiplindir Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir
Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir
Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir Bu ahlâki melekelerin güzel neticelerine “Ahlâk-ı hasene” veya “Ahlâk-ı hamide” adı verilir Çirkin neticelerine ise “Ahlâk-ı zemime” denilir
Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha  gibi güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir
Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk  gibi kötü huylar da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu Bunları hep sonradan öğrenir ve itiyat hâline getirir Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür
Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir Zira din güzel ahlâktan ibarettir
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek ahlâkını överek:
“Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin ” buyurmuştur (Kalem: 3-4)
İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir İslâm dininin gayesi güzel ahlâktır
Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en yücesidir Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir
Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir
Resulullah(S A V )Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
“Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır ” buyurmuşlardır (Tirmizi)
Bir Hadis-i şerif'lerinde de:
“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim ” buyurmaktadırlar (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah(S A V )Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimizin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi
Fenâfillâh'ın Sırrı
Hazret-i Allah'ın yarattığı hılkiyetin bir damla kerih sudur Bu bir damla pisliğin yuvarlandığını gördüğün zaman, hılkiyetini görmüş olursun Amma o göz senin değildir Allah-u Teâlâ'nın lütuf nurudur
O bir damlanın içinde Âyân-ı sâbite denilen bir zerre var
Bütün hılkiyatını, mukadderâtını bu zerrenin içinde dürmüştür Her zerrede olduğu gibi, bu zerrede de ulûhiyet sırları mevcuttur
Allah-u Teâlâ lütfu ile tecelli edip, o bir zerre de mahvolunca;
“O'nun zâtından başka her şey helâk olucudur ” (Kasas: 88)
Âyet-i kerime'sinin tecellisine mazhar olur o kimse İşte Fenâfillâh'ın sırrı budur
İnsan hep “Ben, ben, ben!  ” der, varlık toplar; ehl-i hakikat da varlık dağıtmaya başlar, dağıta dağıta, en son o bir zerreyi de dağıtır, o bir zerre de ondan giderse, işte bu arzettiğimiz Âyet-i kerime tecelli eder
Bu hale gelmek için, bu noktaya ermek için her velinin Allah-u Teâlâ'ya karşı bir niyazı ve münacâtı vardır
Nitekim İbrahim Hakkı -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:
“Kul olan neylesin mal ile câhı
Yetmez mi bulduk da senin gibi şâhı
Hakkı'ya nasip eyle fenâfillahı
Ölmeden evvel ölenlerden eyle ”
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın has kulları olduğu için bu haller husule geliyor
Ve şu Hadis-i kudsî'ye dikkat edin:
“İhlâs sırlarımdan bir sırdır Onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım Melek yazmak için, şeytan ifsad etmek için ona muttali olamaz ”
Bunlar Allah-u Teâlâ'nın esrar odasıdır, Allah-u Teâlâ esrarını bunlara vermiştir
Melek bile O'nun verdiği ilme muttali olamıyor, nerede kaldı ki benibeşer!
Bunun da sırrı, çünkü Allah-u Teâlâ dilediği kulunu zâtına seçer ve çeker
Bekâbillâh'ın Sırrı
Fenâfillâh'ın öz mânâsı; Hakk'ı bilmek
Bekâbillâh ise; Hakk'ı bulmak, Hakk ile olmaktır
“Ben zannediyorum ben benim, meğer O imiş ” Bunu görünce kendisini görmez Meğer her şey Hakk ile kaim imiş Bunu görür ve bilir Bu bir velinin en son çıkarıldığı bir makamdır
Bu makamın Âyet-i kerime'sine gelince, Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Yeryüzünde bulunan her şey fenâ bulacak, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbi'nin vechi bâki kalacak ” (Rahman: 26-27)
Burası “Sıddıkiyet makamı”dır
Mahviyet
Mahviyet mevzuları sık sık geçiyor Nefsin acizliğinden, insanın değersiz bir mahlûk olduğundan bahsediliyor
Bu sizin tuhafınıza gitmesin İşleyen bir motor toz tutmadığı gibi, bunları daima mevzu etmekle, gönül ister ki nefsin üzerine toz konmasın Toz konsa tozu bile benimsemeye çalışır Acizliğimizi unutmama, varlıktan benlikten uzaklaşma hâli üzerimizde devamlı kalsın istiyoruz Toz kadar bir nesne dahi varlık verir Bir toz konar, onu kaldırmazsan bir toz daha, bir toz daha konar, derken kalp örtülür ve hakikatın kapanmasına sebep olur
Allah-u Teâlâ bu kölesine mahviyeti sevdirdiği için, bütün kardeşlere mahviyet basamağından yol vermeye çalışıyoruz Başkalarında bu basamak olmadığından, bu işlerle alâkası da olmuyor Allah-u Teâlâ'nın ihsan ettiği kullara âittir Verilme iledir, öğrenmekle değildir
İnsan kendisini boş bir kutudan farksız olarak görmedikçe hiçbir zaman hakikata ulaşamaz
Mevlâ ne ki sermaye koyarsa kişide o vardır O'nun koyduğu sermaye cevherdir, o cevherle çok şeyler satın alınır, sermaye kadar icraat yapılır Biz koyarsak mangırdır, mangırla hiçbir şey satın alınmaz
“Mahviyet, mahviyet  ” demenin asıl sırrı şudur ki; Allah-u Teâlâ bir kulunu sevip, kendisine yaklaştırmışsa, o kul Allah-u Teâlâ'dan çok korkar O kadar korkar ki, mahlûkatın en aşağı derecesine inmek ister Orada mahvolmuştur Mahviyetin ismi oradan geliyor
O korkunun tarifine imkân yoktur Hadd-i zâtında o da O'nun, oraya indiren de O
Bir insanın Allah-u Teâlâ'ya çok sığınması ve nefsinden de çok korkması lâzımdır Nefsin kendini beğenmesi en büyük tehlikedir Kişiyi uçurumun kenarına getiren kendi varlığıdır
Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Ben değersiz bir mahlûkum ” buyururlar
Bu öyle ince bir sırdır ki, iniş hâllerine göre beyan etmişlerdir Bunlar hep Hazret-i Allah'ın azametine karşı iniş hâllerinin icraatıdır
Varlık peşinde koşan Var'a ulaşamaz Bir insan hayatının o anına kadar topladığı varlıkları dağıtıp, kendisinin hiç olduğunu öğrenecek ki var edeni bulabilsin
Bize en çok sevdirilen mahviyettir En çok kaçtığımız şey de varlıktır
Herkes yukarıya çıkmaya çalışırken, bir gaye ve bir maksat peşinde koşarken, biz ise fenâ üzerinde iniş yapıyoruz Pirân-ı izam Efendilerimizin bulunduğu ve yürüdüğü yol bu oluyor Hep bu yoldan yürümüşler ve aynı hedefe varmışlar Hepsi orada bulunurlar O nokta varlık yeri, post makamı değildir, kulluk makamıdır Orada hiçbir dâvâ yoktur, onlarda başka arzu yaşamaz O hedef yalnız O'nu arzu edenlerin hedefidir
Bâtınî yönden illâ terakki etmek lâzım ki, nefis kendini beğenmesin
Allah-u Teâlâ'nın lütfettiği kimselere; varlık taslamak, üzerinde fazilet toplamak çok abes gelir O'nun malı ile O'na karşı övünmek çok gülünçtür Bu muazzam varlık sahibimizin Her lütuf O'nun, her lütuf O'ndan O verdi, daha sonra da alacak
İnsan her şeyin O'nun ve O'ndan olduğunu bildikten sonra kendisinin basit ve değersiz bir mahlûk olduğunu görmeye başlar Bunu böyle gördükten sonra Rabbimize o nisbette sığınmamız icabeder Kendisine sığınanı Allah-u Teâlâ çok sever Nefsine pâye verenleri de hiç sevmez
Sual ve Cevaplar
“Sual: Bir tarikat-ı âliye'ye mensup olan bir şahıs, diğer bir tarikat-ı âliye'ye intisab edebilir mi?
Cevap: Bu şahıs, eğer şeyhi vefat etmişse, herhangi bir tarikat-ı âliye'de kâmil bir zâta ulaşırsa tereddütsüz ona intisab etmeli ve tarikattaki noksanlarını ikmal eylemelidir
Şayet şeyhi vefat etmemiş ise yine teberrüken intisab edebilir Çünkü tarikat-ı âliye'de tekâmül etmiş olan bir zât bütün tarikat kaynaklarından feyz almış ve hepsine âşina olmuştur
Sual: Teberrüken tabirinden maksat nedir?
Cevap: Bir sâlikin, kâmil bir şeyhi hayatta olduğu halde diğer bir şeyhe râbıta etmesi veya terbiyesi altına girmesi edebe muhalif olduğundan, diğer bir şeyhin sohbet şerefiyle şerefyap olmak ve enfâs-ı tayyibelerinden feyz ve bereket almak maksadıyla intisab edebilir, ancak râbıta edemez
Sual: Bir sâlik ne zamana kadar râbıtaya muhtaçtır?
Cevap:
“Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin!” (Ahzab: 41)
Âyet-i celile'sindeki mümin şüphesiz iç ve dış dünyası ile kâmil bir mümindir Zikir ile emrolunan da bu zâhir va bâtın, iç ve dış âzâlarıdır Yani yalnız dil veya kalp gibi bir cüz değildir Binaenaleyh insanın bâtınında bulunan kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ ve nefs lâtifelerinin zikreder hâle gelmesi lâzımdır Bu zikre nâil olmak ise yol gösterici ve gönül doktoru bir mürşidin zâhir ve bâtınından feyz ve mânevî yardım almasıyla müyesser olabileceğinden, bir sâlik bu zikirleri temin edinceye ve murakaba derslerine ulaşıncaya kadar Râbıta'dan uzak kalamaz Murakabalara muvaffak olduktan sonra ihtiyaç duyarsa Râbıta yapar, duymazsa yapmaz
Sual: Bir şeyhin kâmil olup olmadığının alâmeti nedir?
Cevap: Söz ve davranışlarıyla Şeriat-ı mutahhara ve Sünnet-i seniyye'den ayrılmamakla beraber, şerefli sohbetlerine devam eden sâlikte muhabbetullah ve zikrullah husule gelmesi o şeyhin kemâline delâlet eder
Şu kadar var ki; temyiz kuvveti olmayan bir insan olursa ve şeyhin veliliği hakkında tevâtür varsa, şer'an bu tevâtüre uyarak onun kemâlini kabul etmekle mükelleftir
Sual: Bir sâlik, bir şeyhin irşad ve terbiyesinden istifade edemediği takdirde ne yapmalıdır?
Cevap:
“İlim ikidir Biri bedenleri ilgilendireni, diğeri de dinlere ait olanıdır ” (Keşf'ül-hâfa)
Hadis-i şerif'ine göre, tebâbet ilmi ile diyanet ilmi arasında bir hayli alâka vardır Binaenaleyh bir hasta evvela bir tabibe müracaat eder İlâcını perhizini vesâir malzemesini öğrenir ve tabibin söylediklerini tamamiyle icra eder Lakin istenilen şifaya nail olmazsa, şüphesiz diğer bir tabibe müracaat eder Bundan dolayı da ayıplanamaz Şu kadar var ki, aldığı emirlere riayet etmediği takdirde kusur ve itâb kendisine âittir
Keza bir sâlik ile bir mürşid arasındaki hâl ve keyfiyet bu minval üzeredir Bir sâlik mürşidin emirlerini nehiylerini icrâ ettikten sonra matlup olan neticeye nail olamadığı takdirde, diğer bir mürşidi aramakta mazurdur, hem de aramalıdır
Sual: Bir sâlik kalp lâtifesinde veyahut beş lâtifenin “Kalp, ruh, sır, hafa, ahfâ” bir diğerinde fazla hararet hisseder ve bu sebeple rahat ve huzurunu kaybederse ne yapmak lâzım gelir?
Cevap: Hararetin şiddeti ortadan kalkıp normal haline dönünceye kadar zikrini terkeder Şu kadar var ki, hararetin izalesi mümkün olmazsa bazen râbıta, bazen de salât-ü selâm ile meşgul olabilir ”
Muhammed Es'ad Erbilî (Mektubat, 11 Mektup)
Vefat Eden Yeni Mürid
Resulullah(S A V )Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:
“Ameller niyetlere göredir ” (Buhârî)
Bu Hadis-i şerif, Tarikat-ı aliye'ye yeni intisab eden mübtedî müridler için büyük bir ümit ve büyük bir müjdedir
Hacc farizasını yerine getirmek gayesi ile yola çıkan bir mümin, Beytullah'a varamadan yolda vefat ederse;
“Onun ecri Allah'a kalmıştır ” (Nisâ: 100)
Âyet-i kerime'si ile müjdelendiği gibi; nefsini tezkiye niyetiyle bir tarikata giren bir sâlik de, ömrünün kifâyet etmemesi sebebiyle arzusuna nâil olamadan ahirete intikal ederse, aynı şekilde onun da niyetine göre ecir alacağı şüphesizdir
Aşk ve Sevgi
Her şey sevgi ile kaimdir
Bu mevzu üçü ulviyattan üçü süfliyattan olmak üzere altı noktada toplanır:
1- Cezbe ile, Allah-u Teâlâ'nın kalbe ilham etmesi ile, ruhuna aşk ve sevgi vermesi ile
2- Nefsani, şeytani, cismani
Hakk'a ulaştıran çeşitli vasıtalar vardır Ahmed Rufâi -kuddise sırruh-, Mevlânâ -kuddise sırruh- ve Yunus Emre -kuddise sırruh- Hazretleri gibi zâtlar aşk ve muhabbet ile vuslata ermişlerdir Aslında her veliye verilmiş, fakat bu gibi zâtlarda daha açık tezahür etmiştir
Aşk, öyle bir hâlâttır ki ifadeye sığmaz
”Noktası bir kitaptır aşkın,
Zerresi âfitaptır aşkın ”
Aşk ateştir, Hâlik ile mahlûk arasındaki perdeleri bir anda yakar atar Bütün sıfatları ve dilekleri kül eder
Aşk; öyle bir güneştir ki, kendisini yakar, etrafını ziyâlandırır
Aşık; güneşin karşısında karın eridiği gibi erir, deryaya düşen yağmur damlası gibi yok olur
Aşk, lezzettir
Aşk, hakikat erbabının güç kaynağıdır
Muhabbet suyu ile sulanan bir ağaç çabuk meyve verir, ayrılık ateşi ile sararmaz Buradaki ağaçtan murad, tekâmüle meyil ve istidadı olan insandır
Aşk ateşinin kavurucu yakıcılığı olmasaydı, vuslatın doyumsuz lezzeti bilinemezdi Unutulmamalıdır ki, altını saf haline getiren de ateştir
Elem ve mihnet aşkın lezzetidir Aşkı tercih eden kimsenin elem ve mihnetlere alışması lâzımdır Sevilen sevenin başkası ile meşgul olmasını istemez Sevilen her ne kadar ezâ-cefâ ederse de sevgisinde samimi olan aşık, bunları hoş görmelidir
“Sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir ”
Aşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmaktır Gam ve kederden kurtulup rahatlamayı arzu edenler, ölümü tercih etmelidirler Sevenin rahatı rahatsızlıkta gizlidir
Sevgi bir sermayedir, alış-veriş onunla kaim
Mânen gıdalanmak elbette aşkullah ve muhabbetullah'a bağlıdır Aşk ve muhabbetsiz yapılan işlerde hayır yoktur
Aşk ve muhabbetin kemâline erenler, mahbûb-u hakiki ile olmaktan ve O'na hizmetten başka hiçbir şey düşünmezler
“Vâsıl-ı Hakk olmaya eylersen heves,
Aşka ulaş, gayrı yerden gönül kes ”
Vecd
Allah-u Teâlâ'nın bir kulunu mânen cezbedip kendi muhabbetine çekmesi ve yaklaştırması demektir
Bazı kimselerin hilkatinde toprak unsuru galip olduğu için füyûzata tahammül eder Tabii hallerinde bir değişiklik husule gelmez Hilkatinde ateş unsuru galip olanlar ise bu ilâhi füyûzata tahammül edemeyip cezbe ile bağırırlar
Allah-u Teâlâ vecde gelenleri Âyet-i kerime'sinde överek şöyle buyurmuştur:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler ” (Enfal: 2)
İnsan kendisi gibi bir beşere aşık oluyor da kendisinden geçiyor, ya mahlûkatı bırakıp da muhabbetini Hâlik-i Azimüşan'a hasreden kimselerin hâli nasıl olur?
Onlar Mevlâ'ya yönelmişlerdir, gelip-geçici fâni lezzetlerden zevk almazlar Mâsivadan yüz çevirdikleri için, Mevlâ da kalplerine kendi muhabbetini yerleştirmiştir Bu muhabbet neticesinde kendilerini dahi unutacak ve kendilerinden geçecek derecede ilâhi bir istiğrak haline bürünürler Bu cezbe hâline vecd denir
Resulullah(S A V )Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
“Rahman olan Allah'ın cezbelerinden bir cezbe, insanların ve cinlerin amellerine denktir ” buyuruyorlar (Keşf-ül Hafâ)
İnsanların ve cinlerin ameli kendi çalışıp kazanmasıyladır Fakat Allah-u Teâlâ'nın ihsanı ölçüsüzdür Kulun ameli ile mukayese bile edilemez Bu ihsanını da bir bahane ve bir vesile ile verir
Cezbesiz hiçbir veli yetişmemiştir Çünkü Allah-u Teâlâ bir kulunu kendi tarafına çekmezse, hiçbir kimse kendi kendine Hakk'a tekarrüb edemez
Ruh süvari, nefis ise merkep mesabesindedir Ruh terakki eder yükselirse, nefsi de çeker götürür Nefis ruhu çekecek olursa, hem kendini hem de süvarisini helâka götürür
Vecd, ruhânî ve cismânî olmak üzere iki kısımdır:
Cismânî vecd nefsânidir Kişi görsünler diye, cezbeye kapılmış desinler diye, kendi ihtiyârı ile vecde gelir Bunun hiçbir kıymeti olmadığı gibi, mânevi hazzı da yoktur Riyâ kokusu olduğu için çok tehlikelidir
Ruhani vecd ise Rahmânîdir ve çok kıymetlidir Külfetsiz olarak kalbe gelir
Kur'an-ı kerim okurken veya okunurken, zikir yapılırken, kaside söylenirken, mânevî bir sohbet esnasında ruh galip gelerek Mevlâ'ya akar ve Allah-u Teâlâ'nın tecelliyatı ile karşılaşınca irade elden gider Ruhanî vecd husule gelir
“O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar ” (Zümer: 18)
Âyet-i kerime'sinde bu mânâ vardır
Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sırruh- Hazretlerinin buyurdukları gibi; kişi o zaman ya mest hâlindedir sevinç içindedir, veya mahzundur, müteessirdir, gayr-i ihtiyâri ağlar
Bazen aygın, bazen de tam baygındır, iğne batırsan haberi olmaz, tâ ki kendine gelinceye kadar
Vecd hâli, irfan sahiplerinin kalplerini tahrik eder, aşıkların gıdası, Hakk yolcularının güç kaynağıdır
İyi insan, iyiyi sever, iyi şeyleri işitmek ister; kötü kimse de kötülerle olmak, kötü şeyleri işitmek ister, onda hayır yoktur, mizâcı da bozuktur
Hulefânın Vasıfları
Halife olabilecek bir müridde şu üç vasfın bulunması gerekir:[*]Çalışmayı minnet bilenler, mihnetle çalışmayanlar [*]Vermeyi almaktan hayırlı bilenler [*]Hizmet etmeyi hizmet ettirmekten menfaatli bilenler Çalışmayı minnet bilen insan, yaptığı işi Hakk için yapar ve gönülle yapar, halktan hiçbir şey beklemez Kendisine asla değer vermez Herkesi hoş, kendisini boş bilir Nefsine tâbi olmamaya çalışır Bu surette her iş ve hareketinin ilâhi rızâya uygun olmasına gayret eder Tevâzu kanatları herkesin ayakları altındadır Kimseyi incitmek istemez Herkese hürmet ve saygı gösterir Halkın gönlünü kazanmakla kalplerini fethetmek ister
Büyük işleri küçük görür Çok da verse az bulur Vermeyi sever, almak istemez Severek hizmet eder, hizmet ettirmekten hoşlanmaz
İbadetlerini de minnet bilir Yaptığı ibadeti görmez, Allah-u Teâlâ'nın ihsanını görür Allah-u Teâlâ kendisini huzuruna aldığı ve ibadet ettirdiği için memnun olur Bu ihsan ve ikramın, ihlâs ve muhabbet sermayesinin artırılması için Allah-u Teâlâ'ya niyaz, mahrum kalmaması için de ricâ eder Gönlü Hakk'a açıktır Umurunu Hakk'tan bekler
Mihnet ile çalışan bir kimse ise, küçük bir hizmetini büyük göstermeye çalışır Yaptığı işi töhmetle yapar ve büyük bir iş yaptığını zanneder Başkalarına emir ve hüküm vermeyi çok sever Arzusunun yerine gelmesini muhakkak ister Çünkü kendisini büyük, etrafını küçük görmektedir
“Namaza üşene üşene gelirler, verdiklerini de istemeye istemeye verirler ” (Tevbe: 54)
Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere ibadete de üşenerek kalkar
İbadet ettiğini zannettiği için, Allah-u Teâlâ'nın yanında kendisinin çok makbul olduğu kanaatindedir
Müridin Edepleri
Hakikat yolu edepten ibarettir, tarikat baştan başa edeptir Edepten mahrum olan her şeyden mahrumdur
Mürid her zaman Hakk ile olduğunu düşünerek, hiçbir zaman edebe aykırı hareket etmemeli, velev ki yatakta bile olsa
Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Ölüm ne rahattır ne rahattır Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar ” buyurmuşlar
Onlar ayak ayak üzerine atmak şöyle dursun, yatarken dahi ayaklarını uzatmamışlardır
Efendi Hazretleri otururlarken hep ayaklarını toplar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi Hayat boyunca huzurda idiler Öylece ahirete intikâl ettiler, öylece kabre kondular
Bir şey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi Mübârek başlarını yastığın üzerine indirmezlerdi Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi Fakat bir bıçak gezdirseniz, o boşluğu hissederdiniz Bunu yapmak çok zor ve çok büyük bir iştir
Allah'ımız o edeplilerin edebinden edep ihsan buyursun
Edep elbisesi bir muhafazadır, kişiyi muhafaza eder O bir lütuf tacıdır, onu giyen her belâdan kurtulur
Pejmürde bir elbise giymekle, güzel bir elbise giymek arasında fark olduğu gibi, mâneviyat da böyledir Lâubâli bir hâl ile edep hâli arasında çok fark vardır Mürid her hâl ve hareketinde kendisini kontrol altında bulundurmalı, adımlarını ölçü dahilinde atmalıdır Zanla değil edeple yürümeli, sünepeliğe sapıp da hiçbir zaman lâubâli olmamalıdır
Lâubâlilik mürebbi ile aradaki mesafeyi daraltır, eşitlik husule getirir Nefis bunu ister Fakat bu hâl, düşerek helâk olmaya vesile olur Bakarsın ki, bir anda bütün amelleri boşa çıkar
“Kurb-i sultan âteş-i sûzan ”
Sultana yakınlık yakıcı ateş gibidir Edebe mugayir küçücük bir hareket büyük felâketlere sebep olur
Onun içindir ki uzak durmak hayırlıdır Resmiyet, bilmeyerek de olsa yapılan hataları hep önler Zaten hakikat yolundaki yakınlık kalbendir
Eğer hayır istiyorsak, istediğimiz gibisini değil de, istendiği gibisini tercih etmemiz lâzım
Müridi teslimiyeti tutar, bu yolda resmiyet teslimiyettir
Tarikata girmenin şartı, Allah-u Teâlâ'ya karşı edepli, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e karşı edepli, mürşide karşı edepli olmak üzere üçtür:
Edep meallah: Sâlik, yaratılan ne ki varsa Allah-u Teâlâ'nın dergâh-ı izzetine boyun eğdiğini, bunların hepsinin bir gün yok olacağını, yalnız Allah-u Teâlâ'nın bâki kalacağını bilmeli ve bu itikad üzerine olmalıdır
Edep mear-rasûl: Sâlikin çalışıp kendini “Fettebiûni  ” makamına eriştirmesi, her hâlinde Resulullah(S A V )Efendimize hürmet vecibesini muhafaza etmesi gerekir
Edep mea'ş-şeyh: Sâlik şeyhinin nâib-i Resulullah(S A V )olduğunu ve ancak Hakk'a vuslatın bu yolla mümkün olacağını bilmeli, huzurunda ve gıyabında gereken edeplere riayet etmelidir
Orduda disiplin ne ise, mânevî mektepte de edep odur Zirâ zâhiri disiplin dışa hükmeder, bâtınî disiplin doğrudan doğruya içe hükmeder
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bir müride lâzım olacak edepler hususunda “Mektubat” adlı eserinde buyurur ki:
“Kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuştuktan sonra, bütün arzuları onun eline bırakmalı, gassalın elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır İlk fenâ hâli Fenâfişşeyh'te başlar, bu ise Fenâfillâh'a çıkmaya vesiledir ” (61 Mektup)
“Bu tarikat-ı aliye'de tâlibin ilerlemesi, bağlı olduğu şeyhin tasarrufu ile olur Onun tasarrufu olmadan hiç ilerleyemez Zirâ nihayetin başlangıca yerleştirilmesi, onun mübarek teveccühünün eseridir Anlaşılmayan, bilinmeyen mânâlara kavuşmak, hep onun yüksek tasarrufunun bir neticesidir ”
“Bu büyükler birisini bu yola almaya ve sadâkatlı bir tâlibe kısa zamanda şuur ve huzur vermeye güçlü oldukları gibi, bunları geri almaya da güçlüdürler Bir edebin terki sonunda kalplerinin bir incinmesi sâliki müflis bir hâle getirir ” (221 Mektup)
“Allah-u Teâlâ'nın lütuf ve ihsanı ile kâmil ve mükemmel bir şeyhe kavuşulursa, onun mümtaz varlığını ganimet bilmeli, her şeyi ile ona teslim olmalı, saadetini onun rızâsına kavuşmakta aramalı, onun râzı olmadığı şeyleri kendisi için felâket bilmelidir Yâni bütün arzusu onun rızâsına kavuşmak olmalıdır
Tâlib, gönülden her şeyi çıkarıp bütün varlığı ile şeyhine teveccüh etmelidir Huzurunda ondan izin almadan, o emretmedikçe nafilelerle ve zikirle dahi meşgul olmamalıdır Onun yanında iken ondan başka kimseye bakmamalı, kimseyle konuşmamalı, kimseye iltifat etmemelidir
Mümkün olduğu kadar gölgesi şeyhinin elbisesi üzerine veya gölgesine düşmeyecek bir yerde durmaya ve oturmaya dikkat etmelidir Namaz kıldığı yere ayak basmamalıdır Abdest aldığı yerde abdest almamalıdır Kullandığı kapları kullanmamalı, onlarla yemek yiyip bir şey içmemelidir
Onun bulunduğu tarafa gıyabında ayak uzatmamalıdır O tarafa tükürmemelidir
Şeyhinden her ne südur ederse, onu doğru ve iyi bilmelidir Onu isterse doğru görmemiş olsun Zirâ o, yaptığını ilham ve izin ile yapar Bunun için hiçbir işine bir şey söylenemez İlhamında hata olsa bile ilhamda yanılmak ictihadda yanılmak gibidir Karşı gelmek câiz olmaz
Şeyhini seven bir tâlibe, şeyhin her yaptığı ve her sözü sevgili gelir Onda itiraza yer yoktur
Külli ve cüz'i her işte, yemekte-içmekte, giyim-kuşamda, ibadet ve taatlarda hep ona uymalıdır Namazı onun gibi kılmalıdır Fıkhı onun ibadetlerini görerek öğrenmelidir
Hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile itiraz etmemelidir Karşılık veren mahrum kalmaktan kurtulamaz
İnsanların en şakisi, saadetten en uzak olanları bu büyüklerde kusur gören kimselerdir Allah-u Teâlâ bu büyük belâdan bizleri korusun
Bir mürid, şeyhinden kerametler ve hârika işler talep etmemelidir Gönlünden böyle bir şey geçirmemelidir Bir müminin peygamberinden mucize istediği hiç görülmüş müdür? İnanmayanlar mucize ister
Gönülde bir şüphe hâsıl olursa, hemen şeyhine arzetmelidir Şüphesi izâle olmazsa, kusuru kendinde aramalıdır Hiçbir şekilde şeyhinde kusur görmemelidir
Rüyâsı varsa, onu gizlememeli, şeyhine anlatmalı, tâbirini ondan beklemelidir Kendisinde inkişaf eden durumları dahi ona arzetmeli, doğru olup olmadığını sormalıdır Kendi keşflerine asla güvenmemelidir Zirâ bu âlemde doğru ile yanlış karışık durumdadır
Bir zaruret olmadıkça ve izin almadıkça, ondan ayrılmamalıdır Ondan ayrılıp başkasına gitmek müridliğe yakışmaz
Sesini onun sesinden yüksek çıkarmamalıdır Onunla yüksek sesle konuşmak edepsizlik olur
Kendine gelen her feyzin, her keşfin onun vâsıtası ile geldiğini bilmelidir Rüyâsında başka şeyhlerden feyz geldiğini görse, bunu dahi kendi şeyhinden bilmelidir
Hülâsa Tarikat baştan başa edeptir ' sözü darb-ı mesel hâline gelmiştir Edebi gözetmeyen mürid, Allah-u Teâlâ'ya vâsıl olamaz
Şayet bir mürid edeplerden bazılarını yapamadığı için üzülürse, çalıştığı halde başaramazsa afv olunur Lâkin mutlak surette kusurunu itiraf etmesi lâzımdır Eğer Allah korusun edeplere riâyet etmez, bundan dolayı da üzülmezse, bu büyüklerin bereketlerinden mahrum olur ” (292 Mektup: Muhtasar olarak)
“İyi biliniz ki, bu tâifeyi inkâr etmek, öldürücü zehirdir Bu büyüklerin fiillerine ve sözlerine itiraz etmek, insanı ebedi ölüme ve sonsuz felâkete götürür Hele bu inkâr ve itiraz kendi mürşidine karşı olursa, o zaman tehlike daha büyük olur
Bu tâifeyi inkâr edenler, onların bereketlerinden mahrum olurlar Onlara iftira edenler ziyan ederler, hem de her zaman  ” (313 Mektup)
Mürid dört kısımdır:[*]Daima dinler, hiç konuşmaz, o kârdadır [*]Söyleyicidir, hep konuşur, o zarardadır [*]Emir alıcıdır, o tasarruftadır [*]Emir vericidir, o boşluktadır Nefsimize tâbi olduğumuz için gerçekten bugün hakiki mürid pek azdır Ekserisinin gönlü şeyhlik ve halifeliktedir Bir kimse mürşidini kendisine tercih etmedikçe hakiki mürid olamaz Mürşidinden hizmet ve hürmet bekleyen, velev ki gönlünden bile geçirse gerçekten mürid olamamıştır Mürşid, tevazu kanatlarını yerlere kadar serecek, herkes o kanatların üzerine rahatça basabilecek Yolun temeli budur Gaye hizmettir, lâf değildir, efendilik beylik değildir Resulullah(S A V )Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki: “Bir topluluğun efendisi onlara hizmet edendir ” (C Sağir) Yalnız bu noktada bir incelik var Evet tevazu kanatları herkesin ayakları altındadır Ne mutlu o insana ki o kanadın altına girer, ne bahtsız o insan ki üstüne çıkar!
|