Prof. Dr. Sinsi
|
Genel Türk Tarihi
Eski Türkler, devamlı şehirlerde yaşamadıkları için, yerleri, sayıları belli bir orduları yoktu Esasen Türklerde herkes savaş sanatını bilir ve gerektiğinde hemen kendi beylerinin emrinde orduya katılırdı Askerlik hizmetinden dolayı kimse devletten ücret almaz, savaş ganimetinden kendi payına düşeni alırdı En büyük askerî birlik, 10 000 kişilik kuvvetti Bu birliğe Tabgaçlar, Göktürkler ve Uygurlar'da "tümen" adı veriliyordu Tümenler binli, yüzlü, onlu gruplara ayrılır ve bunların başına binbaşı, yüzbaşı, onbaşı denen komutanlar tayin edilirdi
Ordular, o çağın tekniğine göre en tesirli silahlarla donatılırdı Meselâ başlıca silahları olan ok, yay ve kılıç, mızrak ve kargının yanında, kumandanlarda neft atan yangın mermili mancınıklar, subaylarda, görülmemiş savaş âletleri bulunuyordu Savaşta düşmana en şiddetli darbeyi vuranlar, okçu süvari birlikleriydi Bunlar yıldırım hızıyla düşman birliğine ok yağdırıp şaşkına çevirirler, sonra öbür birlikler düşmanı çevirerek imha ederlerdi Savaş sırasına yarım ay biçiminde açılırlar, merkezdekiler geri çekiliyormuş gibi görünür ve onları takip eden düşman, sağ ve sol kanatların kapanmasıyla çevrilmiş olurdu Bu savaş usulüne Türkler kurt oyunu (Turan taktiği) adını verirlerdi Türk ordularının en önemli özelliklerinden biri de disiplindi Savaşta bir asker, komutandan gelen emri eksiksiz yerine getirmekten başka bir şey düşünmezdi
Diğer taraftan, etrafları devamlı düşmanla çevrili bulunan Türklerin, rahat ve emin olabilmeleri, disiplinli bir şekilde birlik ve beraberlik içinde yaşamalarıyla mümkündü Bu itibarla Türk ülkelerinde nizam ve intizam sağlayan töre, her şeyden önce gelirdi Türk töresi bugünkü gibi yazılı kanunlar halinde olmayıp, örf ve âdet şeklinde çok sağlam olarak yerleşmişti Her konuda, töre'nin ne olduğunu, küçükler büyüklerden öğrenerek ve yaşayarak yetişirlerdi Gerek kağanın başkanlık ettiği siyasî mahkemelerde, gerek öbür yargıcıların idare ettiği normal mahkemelerde töre hükümleri hiç şaşmadan uygulanırdı Töreye hükümdar da karşı gelemezdi Töreye ters düşen kağanlar, tahtlarından indirilir, hattâ idam edilirdi Türk töresi, oldukça sert ve kesin hükümler ihtiva ederdi Cezaları ağırdı Ancak töre, Türk cemiyetinin belkemiğini teşkil ettiği için, kimse bu cezaları haksız ve adaletsiz görmezdi Zaten, töre'nin dâima doğru ve adaletli olanı emrettiğini herkes baştan kabul ederdi Öyle ki, Türk töresi, milletin yüzlerce yıllık hayat tecrübesinden süzülmüş kurallardan ibaretti
Eski Türklerin dinleri, hangi dinden oldukları, bugün hâlâ tartışma konusu olmaya devam etmektedir Eski Türklerden günümüze, bu bilgileri ortaya çıkaracak yazılı metinlerin gelmemesi, doğru veya yanlış pek çok değerlendirmenin yapılmasına sebep olmaktadır Meselâ Oğuz boylarında bir orgon/uğur kabul edilen kuşlar, totemcilik olarak açıklanmıştır Oysa totemcilik sadece, bir hayvanı ata tanımaktan, yani ona değer vermekten ibaret değildir Bir inanç sistemi olarak onun içtimaî ve hukukî cepheleri de vardır ki, sistemin yaşaması için bu şartların tamam olması gerekir Bu bakımdan, bunları eski Türklerde totem inancı ile izah etmek mümkün görünmemektedir
Birçok tarih kitabındaysa, eski Türklerin, Şaman dinine mensup oldukları iddiâ edilmektedir Aslında Şamanlık bir din olmayıp sonradan Türklerin dinine karışmış bir hurafe durumundadır Türkler, Tunguzca bir kelime olan "şaman" yerine "kam" kullanırlardı Kam, tabiat-üstü güçlerle temasa geçebilen insandır Bunlar, kendilerine göre birtakım usullerle trans hâline girer, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitmediği şeylerden haber verirlerdi İslâmiyet'ten önce Arabistan'daki kâhinlere benzeyen bu kişiler, yani kam veya şamanlar, din adamı olmaktan ziyade, birer kabile büyücüsü durumundaydılar Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar âleminde neler olup bittiği hakkında ileri geri konuşurlardı Bu büyücülere olan inancı, din gibi görmek de meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmektedir
Bugün kesinlik kazanan bilgilere göre Türkler, Tengri (tanrı) dedikleri bir yaratıcıya inanmaktaydılar Tanrının iradesinin üstünlüğüne inanılır, her işte onun rızası düşünülürdü Kazâ ve kadere inanırlar, Yaratan öyle istediği için bir işin öyle olduğunu kabul ederlerdi Bu yaratıcıya Gök-Tanrı denildiği de olurdu Bazıları bu sebeple, tanrının gökyüzü olduğunu belirttiler Oysa Orhun Kitabelerinde: "Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldıkta, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış" denilerek, bunların mahluk (yaratılmış şey) oldukları belirtilmiştir Yine onların "Tanrı yapar, Tanrı yaşar" inancına göre, Tanrı mahlûk değil, yaratandır Dolayısıyla Gök-Tanrı meselesinin, gökyüzünü tanrı olarak kabul etmek değil, olsa olsa yanlış bir inanışla tanrının gökyüzünde, yani üstte olduğunu kabul etmek gibi bir düşünceyle ortaya çıktığı kabul edilebilir Nitekim bugün dahi, çok yanlış ve söylenmesi çok tehlikeli olan "üstümüzde Allah var" sözü bazen kullanılmaktadır
Diğer taraftan, eski Türklerde ahlâkî prensipler bakımından, zina etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak, düşmanları bile olsa bir kimseyi aldatmak, zulüm etmek, hırsızlık yapmak gibi hususlar, büyük suç olarak kabul edilip, bunları yapanlar çok ağır şekilde cezalandırılırdı
Yukarıda belirtilen temel itikadî ve amelî esaslar, İslâm'la büyük bir benzerlik göstermektedir Allah'ın her kavme ve millete peygamber gönderdiği bilindiğine göre, Hazret-i Nuh'un oğlu Yâfes'in evlatları olan Türklere de peygamberler geldiği ve bunlara doğru yolu gösterdiği, çok büyük ihtimal dahilindedir Ancak bu peygambere veya yol göstericiye Türklerin ne ad verdiği üzerinde durulmalıdır Nitekim, uçmak (Cennet), tamu (Cehennem), yükünç (secde, namaz), uluğ-gün (kıyamet), yek (şeytan), yazuk (günah) terimlerinin her biri İslamiyet'te de görülmektedir Bu durumda Türklerin, sonradan, zalim hükümdarlar veya bozuk din adamları eliyle, dinlerine hurafeler, yanlış fikirler katıldığı anlaşılmaktadır Göktürklerin ilk yıllarında Budistler, onların ülkelerinde tapınaklar kurmaya ve taraftar toplamaya başladılar Mukan Kağan'ın ölümü üzerine onun yerine geçen Taba Kağan (572-581), Budist rahiplerini ve onların tapınaklarını aziz kılmaya başlayınca, beyleri bu işe karşı çıktı Aynı şekilde Bilge Kağan, Tao dininin ve Budizmin Türkler arasında yayılmasına göz yumunca, Bilge Tonyukuk karşı gelerek, bu dinlerin Türk milletini uyuşturacağını belirtti ve engelledi
İlk defa, Uygur Kağanı Bögü Kağan (759-779), Tibet Seferi sırasında Mani dînini kabul etti ve halkı bu dine çevirmeleri için, yanında mani rahipleri getirdi Uygur Devleti, böylece resmen Mani dînine girdi Daha sonra Uygurların bir kısmı Budist oldu Avrupa'ya giden Türklerden Hazarlar, Musevî dinine girdiler Avrupa'daki diğer Türk kavimleriyse Hıristiyanlaşarak millî benliklerini kaybettiler
Türklerin İslâmiyet'e Girişi
Peygamberimizin, İslâm'ı tebliğiyle birlikte, dünyanın ücra bir köşesinde yaşayan küçük bir kavim, yeni ve büyük bir millet hâline geldi Meçhul, basit bir hayat süren ve hattâ aşağılanarak yaşayan insanlar, bu dinle birlikte birdenbire, tarihin mümtaz kahraman, fatih ve dâhîleri oldular Halife Hazret-i Ömer, emrindeki bir avuç Müslüman gâzisiyle 641'de Suriye ve Mısır'ı fethederek, koca Doğu Roma'nın kanatlarını kırdı 642'de Büyük Sâsânî İmparatorluğunu yıkarak Ceyhun kenarına ulaştı ve Türklerle temasa geçti Ancak bu devrede İslâm'ın merkezinde Hazret-i Ömer ve yerine geçen Hazret-i Osman'ın şehit edilmeleri ve sonraki yıllarda başlayan iç mücadeleler, 8 yüzyıl başlarına kadar, Türklerle Müslümanların münasebetlerini bir sınır komşuluğundan ileri götürmedi Bazı kaynaklarda, Hazret-i Muâviye döneminde Ubeydullah bin Ziyâd'ın, Müslüman olan Türkleri Kûfe'ye yerleştirdiği belirtilmektedir Daha sonra Emevîler tarafından, İslâm İmparatorluğunun bütün doğu bölgelerini içine alan Irak genel valiliğine Haccâc'ın getirilmesi ve bunun da Horasan'a, devrin sayılı kumandanlarından Kuteybe bin Müslim'i tayin etmesi (705), savaşları birdenbire alevlendirdi Müslümanlar, kısa zamanda Mâverâünnehir'e hakim olduktan sonra Talas'a kadar akınlarda bulundular Ancak, Türgiş Kağanı Şulu Han idaresindeki Türkler, 720 yılından itibaren cephelerdeki hakimiyeti ele alarak, Emevî ordularını bozguna uğrattı Böylece Emevîler döneminde, Türkler karşısında başlangıçta başarıyla sürdürülen mücadeleler, sonuçta başarısızlıkla son buldu Ancak bu mücadeleler, Türklerin İslâmiyet'i yakından tanımalarına ve tetkik etmelerine zemin hazırladı Kısa bir süre sonra da, Türklerin İslâm'ın bayraktarı olarak dünya sahnesine çıkmasına vesile oldu
Türklerin hiçbir baskı veya zorla karşılaşmaksızın İslâm'ı kabul etmeleri, üç ana sebebe dayanmaktadır Birincisi, Türklerin inanç ve yaşayışlarının İslâm'a çok yakın olmasıdır Tek bir yaratıcıya iman, âhirete ve ruhun ölmezliğine inanma ve yaratıcıya kurban sunma gibi temel inanışlar İslâm'da da vardı Zinâ, hırsızlık, gasp, adam öldürme, yalancılık ve koğuculuk gibi kötü huylar, İslâm dininde de şiddetle men ediliyordu Nihayet, İslâmiyet'teki cihad emri, Türkün alplik ve fetih görüşüne uygun düşüyordu Bu gibi sebeplerle öncelikle Mâverâünnehir (Türkistan) bölgesinde yaşayan Göktürkler arasında İslâmiyet yayılmaya başladı Türklerin İslâmiyet'i kabullerinin ikinci safhası da bu sırada gerçekleşmeye başladı Daha kuzeyde ve batıda yer alan Müslüman olmayan Türkler, özellikle Türkistan'la ticarî faaliyetleri sırasında, kendi dillerini konuşan ırkdaşlarının dinine, daha çabuk ve kolaylıkla girdiler
Türkistan Türkleri arasında İslâmiyet'in bu ilk yayılışıyla, diğer Türklerin başka yabancı dinlere girişi, hemen hemen aynı devreye rastlar
Doğuda Uygurlar Mani, kuzeyde Hazarlar Mûsevî ve batıda Tuna Bulgarları Hıristiyanlık dînine girerlerken Mâverâünnehir'deki Türkler arasında da İslâm, 8 asrın başından itibaren yayılmaya başladı Bu durumun diğer Türk ülkelerini de tesir ve cazibesi altına almaya başlaması, Abbâsîler döneminde oldu Abbâsî halifelerinin, Türklere fevkalâde yakınlık göstermeleri, bu faaliyetin daha da hızlanmasına sebep oldu Halife El-Mansur (754-775) zamanından itibaren Türkler, Arap ordularına asker olarak girmeye başladı El-Me'mun döneminde (813-833) Türklerden özel muhafız birlikleri oluşturulmaya başlandı Nihayet, Halife Mu'tasım zamanında (833-842) halifelik ordusunun esasını Türkler meydana getiriyordu Türk ordusu için Samarra şehrini inşa eden halife, sarayını ve payitahtını da buraya nakletti Müellifler artık, Türklerin Araplarla aynı millet gibi olduklarını (İslâm milleti) ve Bizanslılar gibi müşrikler yanında, gayrimüslim Oğuzlarla bile savaştıklarını yazmaktadır Halife El-Mütevekkil zamanında (847-861) ise Abbâsî Devletinin en önde gelen üç şahsiyeti Türk'tü 10 asrın ilk yarısında, emîrül-ümerâlığa iki Türk kumandanı, Beckem ve Tüzün, getirilmişti Türklerin Bağdat'ta idareyi ele almaları üzerine, uzak eyaletlerde bulunan Türk valiler, müstakil birer hükümdar gibi hareket etmeye başladılar İlk Müslüman Türk devletlerden bazıları, bu suretle kuruldu Bunlar arasında, Mısır'daki Tulunoğulları Devleti (868-905), Ahmed bin Tulûn adında bir Türk kumandanı tarafından kurulmuştur Ahmed bin Tulûn, Dokuz Oğuz Türklerindendi İbn-i Tulûn, Mısır'ı birçok mîmârî eserle süslemiştir Tulûnoğulları Devleti, 905'te sona ermiş ve yerine az zaman sonra Tuğaçoğlu Mehmed'in kurduğu Türk İhşidîler Devleti ortaya çıkmıştır
Ancak bu devletlerde, idareci zümrenin Türk olmasına karşılık, esas kitle yani halk tabakası, daha çok Mısırlılardan oluşuyordu
İslâmiyet'in, devlet ve halk olarak Türkler arasında kabulü, ilk defa İtil (Volga) Bulgarları arasında gerçekleşti Batıya giden Tuna Bulgarları, toplu olarak Hıristiyanlaşırken, İtil boyu ve Kazan havalisinde kalan asıl büyük Bulgarlar, özellikle Türkistan'la olan ticarî ilişkileriyle tanıma fırsatı buldukları İslâm'ı severek kabul ettiler Bulgar hanı Almış, 920'de Bağdat'taki halifeye başvurarak, İslâmiyet'in öğretilmesi ve kaleler inşası için, kendilerine din ve ihtisas adamı gönderilmesini istedi Halife Muktedir Billah tarafından gönderilen kalabalık bir elçi heyeti, 922 Mayısında, Bulgar ülkesine geldi Almış Han ve maiyeti, elçilere fevkalâde bir hürmet ve kabul gösterdiler Bu tarihten itibaren Bulgar ülkesi, Abbâsî halifelerine bağlı bir Müslüman yurdu haline geldi Ülkede Abbâsî halifesi ve Bulgar Hanı namına sikkeler basılmakta, taş camiler, saraylar, kaleler ve diğer binalar yapılmaktaydı Bulgarlar, Müslümanlığı kabul ettikten sonra, Türk-İslâm medeniyetinin kuzeybatısında en ileri bir ucu olmakla, büyük bir değer kazandılar Bulgar ülkesine gelen Abbâsî elçilik heyeti içerisinde yer alan İbn-i Fadlan, yazdığı seyahatnamesinde, bu ülke insanlarının temiz, doğru, çalışkan ve samîmî Müslüman olduklarından bahsetmekte ve Bulgar ilinde gecelerin çok kısa olması dolayısıyla Türklerin, sabah namazını kaçırmamak için, bir ay, geceleri uyumadıklarından söz etmektedir Bu sözler, Türklerin, İslâm'ı ne derece güçlü bir inançla kabul ettiklerini göstermektedir
|