Prof. Dr. Sinsi
|
Selefilik Nedir ?
Selefîler tasavvufa sıcak bakmazlar Kimi selefîlere göre İslam açısından en zararlı iki zümreden birincisi kelamcılarsa, ikincisi de sûfîlerdir Ancak bütün selefîlerin tasavvufa aynı şekilde bakmadıkları da bir gerçektir İbni Teymiyye gibi bazı selefîler, meselenin daha ziyade akidevî (ideolojik) yönüyle alakadar olurken, kimileri daha ziyade sûfî çevrelerde yayılan bid'at ve hurafelere yoğunlaşmışlardır Bazı sûfîlerin yazdığı tasavvufî tefsir kitapları, bazı selefîler (mesela İbni Salah) tarafından küfür olarak nitelenmiştir
Sûfiyeyi en çok tenkid edenlerden birisi İbni Teymiyye'dir İbni Teymiyye'nin bilhassa Hallac ve İbni Arabî gibi teorisyenleri eleştirisi meşhurdur O, İbni Arabî'nin vahdet-i vücud teorisini, Yahudilerin, Hristiyanların, Mecusilerin ve hatta putperestlerin bile savunmadığı, ancak Karmatîlerde görülebilen Firavunî bir teori olarak görür 'Enel hak' nazariyesini ve vahdet-i vücudu hulûl ve ilhad hareketi, hatta İslam karşıtı cereyanlar olarak değerlendirir
Selefiyenin ekseriyeti sûfiyeyi daha çok, kabir ziyareti, şeyhlerin/evliyanın ruhlarından yardım dilemek, sema, toplu zikir, evrad, ezkar ve musikî gibi konularda tenkit etmiştir Toplu halde vecd içinde okunan ilahilere selefîler "şeytanın Kur'an'ı" nazarıyla bakmışlardır Şeyhlere olan aşırı bağlılığın, insanların dine ve nassa bağlılıklarına engel olduğunu savunmuşlardır
Sûfîlerin zühd anlayışı selefiyenin tenkidine uğramış olmakla beraber, ilk dönem zâhidlerini nisbeten anlayışla karşılamış oldukları da bir gerçektir Bunda selefiyenin ilk imamlarının zühd fikrine ve zâhidâne bir yaşama fazla uzak olmamalarının etkisinin olduğu muhakkaktır Nitekim Ahmed İbni Hanbel'in de zühdle ilgili bir kitabı bulunmaktadır Selefiye, İslam âleminin geri kalmasının sebebi olarak, inziva, dünyayı terk ve tekke hayatını işaret etmiştir
Selefiyenin tasavvuf eleştirisini, köktenci bir reddiye olmayıp, daha ziyade ıslaha yönelik bir tutum olarak görebiliriz Sûfîlerin bazı âdetlerini bid'at ve hurafe olarak görüp, karşı çıkmak elbette bir 'tasavvuf eleştirisi'dir Fakat bir de tasavvufu, doktrin olarak Din'in temel ilkeleriyle çatıştığı gerekçesiyle eleştirmek, daha doğrusu reddetmek vardır Selefilerinki daha ziyade birinci türdendir ve bu, seçmeci, ılımlı ve uzlaşmacı bir eleştiridir Örnek verecek olursak, 'evliyâ'nın ruhlarından istimdat, kabir ziyareti, sema gibi pratiklere tepki duyulması, bunların sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn neslinde -gelenekte- bulunmamış olmasıdır! Eğer gelenekte var olsaydı, muhtemelen usûlleri gereği bunları 'anlamaya' çalışacaklardı
İbni Teymiyye'nin sûfîleri, hele de vahdet-i vücûd felsefesini eleştirisi çok önemli olmakla beraber, tasavvufun kökten reddi sayılamaz Çünkü her şeyden önce bir selefî olarak onun hareket noktası, vahdet-i vücud gibi felsefi teorilerin, ilk üç nesilde görülmemiş olmasıdır Fakat yine de İbni Teymiyye'nin tasavvufu tenkidi küçümsenecek ve görmezden gelinecek cinsten değildir Muhyiddin İbni Arabî ve Hallacı Mansur şahsında vahdet-i vücûda yönelttiği eleştiriler oldukça cesur ve tamamen isabetlidir
Selefiye oldum olası 'bid'atlara' şiddetle karşı çıkmıştır Gerek Peygamber ve gerekse ilk üç nesil tarafından her şey en güzel bir şekilde söylendiğine ve icra edildiğine göre, Kur'an ve sünnette bulunmayan, sahabenin hayatında rastlanmayan şeyler bid'at sayılır Her bid'at dalalet, her dalalet de cehennemliktir Selefiye, bid'atın hasene ve seyyie gibi çeşitlendirilmesini kabul etmez Said b Cübeyr'e (ö 714) atfedilen bir görüşe göre, "Bedir savaşında bulunan sahabenin bilmediği şey dinden değildir " İmam Malik ise, "Maide suresinin 3 ayeti nazil olduğu gün dinden olmayan şey bugün de dinden değildir" demiştir Kemâle erdirilmiş İslam'a yeni bir fikir getirmek, yeni bir tefsir yapmak kabul edilemez İslam'a yeni bir şey ilave etmek de, ondan bir şey çıkartmak da ona eksiklik atfetmektir Demek ki en doğru söz söylenmiş, en güzel amel işlenmiş, bitmiştir Geçmişte ideal toplum oluşmuştur Yenisi kurulmak istenirse, kesinlikle o ilki esas alınacaktır
Tarihte Vahhabîler ve benzeri farklı selefî zümreler oluşmuş, bazen bid'at tepkileri onları bağnazlık derecesinde tepkisel hareketlere sürüklemiştir Selefiye, diğer dinî zümreler gibi, kendi seleflerinden gelen görüşleri kutsayıp dondurmak yerine, hiç değilse İbni Teymiyye ayarında ictihad müessesesini işletebilseydi, belki daha iyi bir konumda olabilirdi
Osmanlı devletinde 17 yüzyılda, Birgivî Mehmed Efendi’nin çizgisini sürdüren Kadızade'nin (ö 1635) Sivasî Mehmed Efendi'ye tepki gösterirken ulaştığı 'ilmî seviye', donmuş bir selefîliğin tipik bir örneğini teşkil eder Kadızadeliler'in söylemlerinin özünü, kahve ve tütünün haram olduğu; ezanı ve Kur'an'ı güzel sesle (tegannî ile) okumanın caiz olmadığı; resmin haram olduğu; bazı din büyüklerine 'radıyallahu anh' denmesinin bid'at olduğu gibi tartışmalar oluşturuyordu Hatta Kadızadeliler, camilerin "Peygamber zamanında olmayan bid'at" minarelerini yıkmaya bile teşebbüs etmişlerdi Bağnazlık derecesindeki bu 'selefî' tutum, yakın zamana kadar bir şekilde varlığını sürdürmüştür Bundan birkaç on yıl kadar öncesinde, Türkiye'de hoparlörden Kur'an ve ezan okumanın caiz olup olmadığı, en 'zevkli' tartışmalardan biriydi
Din'in amaçsız bir nakilciliğe indirgenmesi, Kur'an ayetlerinin tamamen zahirine göre yorumlanması, hadislerin ise sanki Peygamber eleştiriliyormuş zehabına kapılarak herhangi bir tenkid süzgecinden geçirilmemesi, traji-komik dini yorumlara sebebiyet verecektir Peygamber zamanında mevcut olmadığı için minareyi yıkmayı düşünenler, Peygamber zamanında olmayan, motorlu taşıtlar ve savaş araç-gereçlerinin yerine, Peygamber zamanında var olan ve hatta Kur'an'da bizzat zikredilen atlar ve develer beslemeyi öneriyorlar Kısacası, bid'atın ne olduğu iyi tespit edilemezse, din adına hayatı dondurmak işten bile değildir
Din'in en ideal biçimde ilk üç nesil tarafından yaşandığını iddia etmek, büyük çelişkilere yol açabilir Her şeyden önce, ilk üç neslin İslam'ı yaşama biçimini bize 'nakil' haber vermektedir Fakat naklin sahih şekilde geldiğinden yüzde yüz nasıl emin olabiliriz? Yani isnadı nasıl 'din' sayabiliriz? Din'in aslının Kur'an'da bulunduğunu, onun en ideal yaşanmış örneğinin Rasûlullah'ın sünnetinde mevcut olduğunu iddia etmek en doğru bir tezdir Fakat Kur'an'ı ve sünneti anlamak için de, Allah'ın verdiği akıl nimetinden istifade etmek şarttır Aksi takdirde çelişkilerden kurtulmak mümkün değildir
Örneğin günümüz Suudî Arabistan Vahhabîleri, Peygamber'in ve sahabenin ilahlaştırılmaması adına, onların türbe ve mezarlarını yıkmayı, hacerül esvede hacıları yaklaştırmamayı dinî bir görev bilirken, Kabe'nin etrafını kraliyet sarayları ve batılılara ait devasa otellerle işgal etmekte, Kabe'yi adeta kuşatma altına almakta bir beis görmemektedirler Buradaki ikiyüzlülük, "selefe bağlı kalmak"la açıklanamaz Öte yandan, 'selefîlik/Vahhabîlik', ilk üç neslin İslam anlayışına bağlı kalmak adına, birtakım tarihî eserleri yok ederek şehirleri, özgeçmişi betondan öncesine uzanmayan modern hapishaneler seviyesine düşürme anlamına gelmemelidir
Selefiyenin, nihayetinde Allah'ı tesbih ve tenzih etmenin en iyi yolunun yine Kur'an olduğu, Kur'an'dan şaşmamak gerektiği, Kur'an'dan başka bütün yolların (kelam-felsefe-tasavvuf v d) çıkmaz yol olduğu mealindeki tutumu fevkalade önemlidir Bir selefiye âliminin (İbni Kayyım), "Bütün kelamî yolları ve felsefî ekolleri araştırdım Hastaya şifa dertliye deva olacak bir şey bulamadım Hakk'a giden yolların en doğrusu Kur'an yoludur…" sözleri, geçmişte, hâlde ve gelecekte ihtiyacımız olan yegâne reçetedir Fakat unutmamalı ki, selefiye Kur'an'ı yegâne kurtuluş yolu gibi gösterirken, aklı o oranda küçümsemekte, akla güvenilemeyeceğini, aklın insanı saptırabileceğini savunmaktadır Aklı, rasyonalistlerin yaptığı gibi, hakikatin ölçüsü olarak almak da mümkün değildir, selefiyenin yaptığı gibi, nakli yüceltip aklı değersizleştirmek de mümkün değildir Nakli ancak akıl tartar, nasslar akılla anlaşılır Aklı olmayanın dini de yoktur Ebu Hanife türü bir 'akılcılık' rasyonalizm değildir ve insanı dalalete düşürmesi için bir sebep de yoktur Aklı küçümseyip, nakli yücelttiğimiz zaman, Kur'an'la çelişen yığınlarca rivayeti, sırf 'nakildir' diye masuniyetini muhafaza etmek ve onları dinde önemli bir mevkie yerleştirmek gerekecektir
'
İlk üç nesil' klişesi altında sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiînin kutsanması mutlak surette yanlıştır Her şeyden önce ne sahabe ne de diğer halkalar, yekpare bir kuşak değildir Onlar da insandı ve her insan zümresi gibi, anlayış ve kavrayışları, zekâ, akıl ve hafıza düzeyleri farklı farklıydı Sahabe denilen o ilk kuşağın hepsinin bir tek kalıba sokulması, insan fıtratına aykırıdır Zaten kimi sahabelerin bilinen şöhreti ile kimilerinin adının bile bilinmeyişi bunun bir göstergesidir Peygamber (a s) etrafında kenetlenmiş o ilk Müslüman neslin yerine göre Kur'an'da açıkça Allah'ın övgüsünü hak etmiş olmaları, onların tamamının bir bütün halinde algılanıp, her dedikleri ve yaptıklarının kutsal olduğu anlamına gelmez
Allah Müslümanlara, ilk üç nesli değil, Peygamberi üsvetün hasene olarak göstermiştir Bununla, ilk üç nesil içinde bulunan pek çok müslümanın örnek hayatının bulunduğu gerçeği yadsınmış olmaz Şu var ki, ilke bellidir: üsvetün hasene Rasûlullah (sav)'dir Başka bir şahsın güzel örnek olup olmadığının ölçüsü de yine, Rasûlullah'ın hayatıdır
Geçmişte İbni Teymiyye benzeri birçok örnekten hareketle, selefîliğin İslam düşmanlarına karşı müdahanesiz bir duruşu temsil ettiğini söyleyebiliriz Fakat her şeye rağmen, İslam'ın bir bütün halinde, gerçekten de o ilk nesil, yani sahabe içinden birçok müslümanın anladığı gibi doğru anlaşılması gerektiğini kabul etmeliyiz Biz Müslümanları şimdi ve gelecekte çelişkilerden kurtaracak olan, Kur'an'ı, Allah'ın verdiği değer ölçeğinde bir akılla okumak, akılla vahyin arasını ayırmamaktır Akletmeyi ve tefekkürü vurgulayan ayetler Kur'an'ın yaklaşık olarak altıda birini teşkil etmektedir
Dünya siyasetini iyi takip etmek, figüran değil, oyun kurucu bir irade olabilmek için, aklın eşliğinde vahiyden ve sünnet-i Rasûlullah'dan sapmamak gerekir Aksi takdirde dünya siyasetine yön veren kâfir güçlerin nesnesi olmak sıradan bir iştir
Günümüzde İslam karşıtı batılı devletler, bilhassa 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren, hem halkı Müslüman olan ülkeleri bir biçimde terörize etmekte, hem de oralarda savunmaya geçen insanların yaptığına 'selefî İslam, cihadçı İslam' gibi isimler takmaktadır 'Cihadçı İslam' tanımlamasında aslında hiçbir sakınca yoktur, çünkü bu, malumu ilam etmekten başka bir şey değildir Zira İslam zaten cihadçıdır Yeter ki cihad gerçek cihad olsun Şu var ki, batılıların bu isimlendirmesinde şöyle bir 'gizli' nifak bulunmaktadır: Sözde uzlaşmasız, 'dik duruşlu' ama ne idüğü bilinmeyen birtakım eylemci gruplar 'radikal', 'selefî' olarak anılarak, İslam'ın bizzat kendisini şaibeli hale getirmek, İslam'ı bağnazlık ve terör dini olarak kirletmek istemektedirler Çünkü sözünü ettiğimiz ve "ne idüğü bilinmeyen" dediğimiz (sanal veya gerçek) örgütler, mesela 'darul harp fıkhı' gibi bazı kavramlara yaslanarak, birtakım haramları helalleştirmekte veya en azından, hiç beklenmedik bir zamanda, mücadele ettikleri devletlerle bazı uzlaşma oyunlarına girişebilmektedirler Böylece bir taşla birkaç kuş vurulabilmektedir
İslam, illa ki 'selefî', 'ehli sünnet', 'şia' gibi kategorilere göre anlaşılmak zorunda değildir Bu düşünsel kategoriler ciddi olgularsa da, İslam'ı anlamanın yegâne yolları değildir İslam'ı anlamanın yegâne yolu, Kur'an ve sünnettir 'Selef' olarak anılan ilk üç nesil Müslümanlar bizim kardeşlerimizdir Biz Müslümanların, mü'min seleflerimizle, sevgi, velayet, şükran ve hayırla anmak dışında hiçbir problemimiz olamaz Onların bıraktığı her türlü güzel mirastan faydalanırız Lakin onların şahsında ve adlarına, İslam'ın dondurulması, kendilerinin de istediği bir şey değildi Selefin sırf bizden şu kadar asır önce yaratılmış olması, bizleri onlardan değersiz kılmaz Hucurât suresinin 13 ayeti kıyamete kadar bakî kalacaktır ve bu süre zarfında herhangi bir müslümanın, ilim, ahlak ve salih amel açısından ilk üç neslin seviyesini yakalama, hatta geçebilme imkânı vardır
|