Prof. Dr. Sinsi
|
İslamda Tasavvuf
c) Tasavvufta Örgütlenme Dönemi
Tasavvufun ferdî yönü daha önemli olmakla beraber sosyal yönü de küçümsenmeyecek kadar önemlidir Tasavvufî hayatın bazı biçimlerini bireyler tek başına yaşar Fakat bu hayat, bu konunun uzmanları, hocaları ve üstatları olan şeyhlerden ve mürşidlerden öğrenilir Bu öğrenmede mürid ve tâlip denilen öğrencilerin üstatlarıyla birlikte bulunmaları, mânevî hayatı beraber yaşamaları şarttır Çünkü tasavvufî hayat tıpkı birçok sanat gibi egzersizler ve pratiklerle öğrenilir Bunun için de birliktelik ve beraberlik esastır İşte bu durum hem zaman zaman mürşidlerin ve üstatların bir araya gelerek yaşadıkları mânevî ve derunî deneyler konusunda fikir alışverişinde bulunmalarını ve vardıkları sonuçları aralarında müzakere etmelerini gerektirir, hem de müridlerin mürşidlerinin gözetiminde ve denetiminde bulunmalarını zorunlu kılar Bu sebeple baştan beri sûfîler sohbet denilen bir birlikteliğe büyük önem vermişlerdir İlk zamanlarda şeyhlere daha çok üstat ve sohbet şeyhi, müridlere de sâhip (sohbette bulunan, sohbete katılan) deniliyordu Böylece üstatlar çevresinde toplanan ve sohbetlere devam eden sâhipler, yani müridler birer cemaat oluşturuyordu Bu cemaatlerin yaptıkları sohbetlerin çoğu halka açık olmakla beraber bazı sohbetlere yabancılar alınmıyordu Ancak belli bir mertebeye ulaşan müridler bu sohbetlere kabul ediliyordu Cüneyd-i Bağdâdî, "Biz tasavvuf sohbetlerini kapalı kapıların ardında yapardık" derken bu hususu anlatıyordu İşte bu gizlilik tasavvuftaki sırrı, yani gizemi meydana getirir Tasavvufî hayatın belli bir aşamasında mutlaka bir gizem söz konusudur Bazan müridlere göre yabancılar için, bazan üstatlara göre müridler için bir gizem, yani yabancılara göre mü-ridlerin, müridlere göre üstadın az çok gizemli bir yönü vardır Bundan daha önemlisi ilâhî sırdır Tasavvuf bir bakıma, imkân ölçüsünde rubûbiyyetin sırlarına âşina olmayı amaçlar Tasavvuf sohbetlerinin müridlere edep ve erkân öğreten, onları terbiye eden, ahlâklarını güzelleştiren yönü kadar söz konusu esrarengiz yönü de önemlidir Gizliliğin sebebi, mânevî alt yapısı bakımından eksik olanların yanlış anlama ve sapmalarını engellemektir
Son derece gösterişsiz başlayan, ama gayet feyizli geçen tasavvufî sohbetler kısa bir zaman sonra bir cemaatleşme halini aldı Büyük sûfîlerin tasavvufî görüşleri ve yaşayışları az çok birbirinden farklı idi Bu da meşrep (mizaç, karakter, zevk) farkı olarak görüldü Bu durum tasavvufa eğilimli olanların kendi mizaçlarına, ruh ve zihin yapılarına uygun düşen üstatları tercih etmelerine imkân verdi Böylece Tayfûriyye (Bistâmiyye), Cüneydiyye, Musâhibiyye, Sehliyye, Hakîmiyye, Hafîfiyye, Seyyâriyye, Nûriyye, Harrâziyye, Kassâriyye (Melâmetiyye) ve Tüsteriyye gibi tasavvufî cemaatler ortaya çıktı Bu ekollerden birine bağlanan bir mürid, mânevî hayatında belli bir üstadın görüşlerine ağırlık veriyordu Cemaatler arasındaki olumlu ilişkiler tasavvufî gelişmeyi hızlandırdı
Söz konusu tasavvufî sohbetler ve cemaatler hicrî VI (XII ) asırda daha düzenli, daha disiplinli bir örgütleşmeye dönüştü Bu örgüte tarikat denildi Abdülkadir-i Geylânî'ye (ö 562/1166) nisbet edilen Kadiriyye, Ahmed Yesevî'ye (ö 562/1166) nisbet edilen Yeseviyye, Ahmed er-Rifâî'ye (ö 578/1183) nisbet edilen Rifâiyye, Ebü'n-Necîb es-Sühreverdî'ye (ö 563/1167) nisbet edilen Sühreverdiyye, Ebü'l-Hasan eş-Şâzelî'ye (ö 593/1196) nisbetle Şâzeliyye tarikatları bu asırda ortaya çıktı Bunları Necmeddîn-i Kübrâ'ya (ö 618/ 1221) nisbetle anılan Kübreviyye, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye (ö 672/ 1273) nisbet edilen Mevleviyye, Ahmed el-Bedevî'ye (ö 675/1277) nisbetle Bedeviyye gibi tarikatlar izledi VII (XIV ) asırda ise Bahaeddin Nakşibend'e (ö 791/1389) nisbetle Nakşibendiyye, Sirâceddin Ömer'e (ö 800/1397) nisbet edilen Halvetiyye tarikatları kuruldu Bu tarikatlar şeyhlerin mürid ve halifeleri aracılığıyla Fas'tan Endonezya'ya, Somali'den Kazan'a kadar İslâm ülkelerine yayıldı Selçuklular ve Osmanlılar zamanında ise Mevlevîliğin yanı sıra Anadolu'da Hacı Bektâş-ı Velî'ye (ö 670/1271) nisbet edilen Bektâşiyye, Hacı Bayrâm-ı Velî'ye (ö 833/1429) nisbet edilen Bayramiyye, Aziz Mahmud Hüdâî'ye (ö 1038/1628) nisbet edilen Celvetiyye gibi tarikatlar, ayrıca daha evvel Anadolu dışında kurulan tarikatların pek çok şubeleri oluştu Bundan başka Ahî Evran diye bilinen Şeyh Nasîrüddin (ö 660/1262) Kırşehir'de ahîlik teşkilâtını kurdu Fütüvvet ehli Anadolu'da birçok şehirde örgütlendi 1071'de Anadolu fethedildikten sonra Irak'tan, Suriye'den, daha fazla da Horasan'dan gelen gazi dervişler, alperenler ve Horasan erleri İslâmiyet'in Anadolu'da ve Balkanlar'da yayılmasında etkili oldular
d) Tasavvufta Kurumlaşma Dönemi
Sûfîlik ve sûfî cemaatler ortaya çıktıktan sonra bu cemaatler ve örgütler mekânlara ve binalara ihtiyaç duydular İlk zamanlarda camiler, mescidler, evler, iş yerleri, sûfîlerin buluşma, konuşma ve meselelerini müzakere etme yerleri idi Fakat örgütler gelişip yaygınlaşınca yeni mekânlara ve binalara ihtiyaç duyuldu Herevî'nin Tabakåtü's-sûfiyye'de dediği gibi ilk tasavvufî kurum Suriye'de Remle'de Hankah adıyla kuruldu, zamanla hızlı bir artış ve yaygınlık gösterdi Çeşitli dönemlerde ve bölgelerde bu kurumlara ribat, tekke, zâviye, dergâh, âsitâne gibi isimler verildi İsimlendirmede kurumun büyük veya küçük, merkez veya şube olması da dikkate alındı Tekkeler, tarikat denilen örgüt üyelerinin devam ettikleri, toplu veya ferdî olarak zikir yaptıkları, sohbet ettikleri, edep-erkân öğrendikleri, terbiye gördükleri, ruhen arındıkları ve olgunlaştıkları kurumlar olmakla beraber çoğu zaman çeşitli dinî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar da oldular Özellikle kırsal alanlarda medreselerin görevlerini de üstlendiler Ayrıca yolcuların ve gariplerin barındıkları önemli sosyal müesseseler haline geldiler Tekkelere yapılan vakıflar, devlet adamlarının, hayır sahiplerinin ve tarikat mensuplarının yaptıkları bağışlar tekkelerin görevlerini etkin bir biçimde sürdürmelerine ve toplumların ihtiyaç duydukları huzurlu bir mânevî havayı meydana getirmelerine imkân verdi Ayrıca tekkeler başta edebiyat, şiir ve mûsiki olmak üzere birçok güzel sanatın doğduğu ve geliştiği müesseseler oldu
Bir tekkede şeyh veya halifesi, çeşitli mertebelerde bulunan müridler, dervişler, tekkede yemek hazırlama, sofra kurma, odun getirme, temizlik yapma gibi işlerde görevli işçiler, tekkeye yardım eden ve oradaki işlere nezaret eden yöneticiler, misafirler ve garipler bulunur Bunların düzenli bir biçimde çalışmaları ve görevlerin aksamaması için uyulması gereken birtakım kurallar, bir çeşit yönetmelikler vardır Bu kuralları ilk defa derli toplu bir biçimde ortaya koyan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (ö 440/1048) oldu Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö 632/1234) Avârifü'l-maârif isimli eserinde söz konusu kuralları genişletti ve ayrıntılı bir şekilde ortaya koydu
VII (XII ) asır tasavvufta önemli gelişmelerin gerçekleştiği bir dönemin başlangıcıdır İbn Arabî (ö 638/1240) kendisinden önceki sûfîlerin fikirlerinden de yararlanarak, vahdet-i vücûd terimi ile ifade edilen bir görüş ortaya attı el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye ve Füsûsü'l-hikem gibi eserlerinde bu konudaki düşüncelerini genişçe açıkladı Allah-evren, Allah-insan ilişkisinin vahdet-i vücûd eksenli bir açıklamasını yaptı Felsefeden ve kelâmdan aldığı bazı delillerle fikirlerini ispatlamaya çalıştı Sadreddin Konevî, Fahreddîn-i Irâkî, Abdülkerîm el-Cîlî, İbn Fârız, Aziz Nesefî, Şebüsterî, Abdürrezzâk el-Kâşânî ve Câmî gibi ünlü sûfîler bu yolda onu izleyerek geniş ölçüde vahdet-i vücûdu birçok müslüman ilim ve fikir adamının dünya görüşü haline getirdiler
Diğer taraftan Ebû Saîd Ebü'l-Hayr Arapça'nın yanı sıra Farsça'yı tasavvuf dili haline getirmek için ilk defa ciddi bir adım attı Onu bu yolda Hücvîrî izledi ve Farsça ilk tasavvuf kitabı olan Keşfü'l-mahcûb'u yazdı Baba Tâhir (ö 410/1019) ve Senâî (ö 525/1131) gibi şairler tasavvufî düşüncelerini Farsça şiirlerle ifade ederek bu tarzı âdeta tasavvufun dili haline getirme yolunu tuttular Onları bu yolda Attâr (ö 627/1223) ve Mevlânâ (ö 672/ 1273) gibi ünlü sûfî şairler izledi Mevlânâ'nın Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr isimli eserleriyle bu hareket zirveye ulaşmış oldu Şebüsterî (ö 720/1320) Gülşen-i Râz'da, Fahreddîn Irâkî (ö 688/1289) Lema`ât'ta, Câmî (ö 898/ 1492) çeşitli eserlerinde bu yolda yürüdü
Yûsuf el-Hemedânî'nin müridi, Yeseviyye tarikatının kurucusu Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (ö 562/1166) ilk defa ve başarılı bir şekilde tasavvuf hayat tarzını ve düşüncesini Türkçe ifade etmeye başladı Hikmet denilen tasavvufî şiirlerini Dîvân-ı Hikmet adı verilen bir eserde toplandı Daha sonra Mansûr Ata, Abdülmelik Ata, bunun oğlu Tac Hoca, torunu Zengî Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, Sadr Ata, Bedr Ata gibi mürid ve halifeleri onun tasavvuf geleneğini Türkistan'da devam ettirdiler 1071'de Anadolu'nun fethedilmesi üzerine çeşitli tarikatlara mensup dervişler, özellikle Yesevî geleneğine bağlı olanlar burada faaliyet göstermeye başladılar Fakat yeni fethedilen bu beldelerde daha ziyade baba, gazi, sultan gibi unvanlarla anıldılar Ahmed Yesevî'nin şiir anlayışı Yûnus Emre'de (ö 1320) daha da sadeleşerek ve güzelleşerek devam etti Anadolu ve Balkanlar'daki pek çok mutasavvıf onu örnek aldı Yazıcıoğlu Muhammed'in (ö 855/1451) Muhammediyye'si, Ahmed-i Bîcân'ın (ö 858/1454) Ahmediyye'si ve Envâru'l-âşık¢n'i, Eşrefoğlu Rûmî'nin (ö 874/1469) Divan'ı ve Müzekki'n-nüfûs'u, Niyazî-i Mısrî'nin (ö 1150/1737) Divan'ı, Anadolu ve Balkanlar'da büyük bir ilgi ile okunan eserler oldu Sadece mutasavvıflar ve tarikat ehli tarafından değil, bunların dışındaki dindarlar tarafından da asırlarca rağbet gördü Başta Yûnus Emre'ninkiler olmak üzere bu şair mutasavvıfların şiirleri dinî mûsikinin de ana malzemesini oluşturdu Bu gelişmeler geniş kitlelerde din duygusunun yerleşmesini ve kökleşmesini sağladı İlâhî denilen bu tür şiirler coşkuyla okundu ve dinlendi
Osmanlılar'da tekke edebiyatı kadar tasavvuf mûsikisi de büyük bir gelişme gösterdi Özellikle mevlevîhâneler bu işin öncülüğünü yaptı
e) Tasavvufta Sapmalar
Tasavvuf beden-ruh, zâhir-bâtın, lafız-mâna ayırımı yapar ve daima bunlardan ikincilere ağırlık verir, fakat birincileri de ihmal etmez Bununla birlikte tarihî seyir içinde zaman zaman zâhir ile bâtın, zâhirî-şer`î ilimlerle bâtınî-mânevî ilimler arasındaki mesafe açılmış, uçurum derinleşmiştir Açılan mesafeyi kapatmak için şeriatla tasavvufu bağdaştıran ve kaynaştıran Ebû Nasr es-Serrâc, Ebû Tâlib el-Mekkî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi büyük mutasavvıf âlimler değerli eserler yazmışlar, böylece zâhir ehli ile bâtın ehli arasındaki zıtlaşmaları ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaya veya en aza indirgemeye çalışmışlardır Tasavvufun Ehl-i sünnet arasında daha fazla yaygınlaşmasının önemli bir sebebi söz konusu mutasavvıf bilginlerin bu tür çalışmalarıdır
Zâhir ile bâtın, akıl ile kalp arasında zaman zaman görülen karşıtlığın ve uzlaşmazlığın sebebi çoğu zaman tarafların birbirini anlamalarını sağlayacak yeterli bilgi donanımına sahip olmamalarıdır Yetişme tarzının, alınan eğitimin ve mizacın da bunda büyük tesiri olmuştur Bu hususlar ihtilâfın bir dereceye kadar tabii ve anlaşılır sebepleridir Taraflar birbiri hakkında yeterli bilgiye sahip oldukları zaman ihtilâf ya ortadan kalkar veya hafifler, hoşgörü sınırları içinde kalır
Söz konusu ihtilâfın diğer sebepleri tasavvuf perdesi altında İslâm'a dış kaynaklardan sokulmak istenen yabancı unsurlar, diğer dinlerden, mezheplerden, mistik akımlardan, felsefelerden ve dinî geleneklerden kaynaklanan sızmalardır Bu çevrelerin kültürüne âşina olan zümreler ve fertler İslâm öncesi sahip oldukları dinî inançları ve felsefî kanaatleri belki iyi niyetle belki de art niyetle İslâm'a taşımışlar ve bunları tasavvuf çatısı altında yaşatma yoluna gitmişlerdir Bunun sonucunda tasavvufî hayatta bazı sapmalar olmuştur
Tasavvuftaki sapmalar erken dönemlerde başlamıştır İlk sûfîler döneminde bile bu tür sapmaların mevcut olduğunu biliyoruz Ancak ilk sûfîler bu tür hareketler karşısında çok dikkatli, hassas ve uyanık davranmışlar, sapmaları ve sapkınları eleştirmişler, reddetmişler, böylece kendilerini onlardan korumuşlardır Diğer taraftan söz konusu hususlar zâhir ulemâsı tarafından da eleştirilmiştir
Sülemî bu konuda Galatâtü's-sûfiyye adıyla bir eser yazmış, Serrâc da el-Lüm`a'da bu konuya bir bölüm ayırmıştır Daha sonraki mutasavvıf yazarlar da bu husus üzerinde önemle durarak müslümanları sapkınlığa karşı uyarmışlardır Bunlardan bazı örnekleri aşağıya alıyoruz
1 İbadetin düşmesi inancı Bazı sözde mutasavvıflar insanın ibadet ve kullukla Allah'a ereceğini, erince ibadet etme yükümlülüğünün düşeceğini ve kulluktan âzat olacağını iddia etmişler: "Yak¢n gelene kadar Rabbine ibadet et" (el-Hicr 15/99) meâlindeki âyeti bu inanç istikametinde yorumlamışlardır
Hakiki sûfîler bir müslümanın son nefesini verene kadar dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla yükümlü olduğu inancındadırlar Bunlar yukarıdaki âyette geçen "yakın" kelimesini "ölüm" şeklinde yorumlamışlardır Allah'a kul olmak hür olmaktan daha üstündür
2 Riyadan kurtulmak ve ihlâs halini gerçekleştirmek için dinî geleneklere aykırı davranmak gerektiği inancı Bunlara göre bir müslüman Allah'a kulluk ederken halk unsurunu dikkate almamalı, Allah'tan başkasına değer vermemeli; ister doğru, ister bâtıl olsun hiçbir hususta halkla uyum halinde olmayı düşünmemelidir Bu anlayış esasen doğru olmakla birlikte yanlış istikamette kullanılmış, neticede onları edep ve terbiye sınırlarını aşma, dinin emir ve yasakları konusunda saygısız, duyarsız, kayıtsız ve lâubali olma noktasına götürmüştür Bazı Melâmîler'de ve Kalenderîler'de bu hal görülür
3 Velînin peygamberlerden üstün olduğu inancı Bazı sözde mutasavvıflar Kehf sûresinde anlatılan Mûsâ-Hızır (a s ) kıssasını ileri sürerek velînin nebîden üstün olduğunu iddia etmişler; çünkü velîler doğrudan, nebîler vasıtayla Allah'tan bilgi alır demişlerdir Bu bâtıl bir inançtır Zira velîlik, peygamberlik meşalesinden sadece bir pırıltıdır Hiçbir zaman bir velî bir nebî derecesinde olamaz Her nebî aynı zamanda velîdir Onda hem velîlik, hem peygamberlik birleştiğinden velîlerden üstündür
4 Her şeyin mubah olduğu inancı Bazı sözde mutasavvıflara göre eşyada asıl olan mubah oluştur Başkasının hakkına tecavüzü önlemek için yasaklar konulmuştur Başkalarının haklarına saygı gösteren bir kimse için her şey mubahtır Bu inançta olanlara İbâhıyye veya Mubahiyye denir Bazıları da niyetlerinin iyi, kalplerinin temiz olduğunu ileri sürerek emir ve yasakların kendilerini bağlamadığını iddia ederler
5 Hulûl inancı Bunlara göre Allah insan bedenine girer Bedene girince ondaki insanlık nitelikleri kalkar, yerini tanrılık nitelikleri alır
6 Cebir inancı Bazı sözde mutasavvıflar insana nisbet edilmesi gereken her şeyin Allah'a ait olduğunu, aslında insanların iradeleri ve tercih yapma imkânları bulunmadığını, cebir altında olduklarını iddia ederek kişilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmışlardır Bunlar, "Biz kapı gibiyiz, hareket ettiren olursa hareket ederiz" derler Bu görüşte olanlar aslında sapık olup mutasavvıf görünen kimselerdir
7 Allah'ı görme inancı Bazı sözde mutasavvıflar yüce Allah'ı dünyada gördüklerini iddia ederler Bu iddia da sapıklıktan başka bir şey değildir
8 Allah Teâlâ'ya karşı saygısız davranmak Bazı sözde mutasavvıflar Allah'a yakın olma mertebesine erdiklerini, bu mertebede edep ve resmiyetin söz konusu olmadığını iddia ederek Allah ile kulu arasında bulunması gereken edebi gözetmez ve Allah'tan söz ederken çok lâubali ifadeler kullanırlar
9 Tenâsüh inancı Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve cezalarını çektiklerini iddia ederler, âhirete inanmazlar
10 İttihat inancı Bazı sözde mutasavvıflar belli bir yöntem izleyerek beşerî niteliklerden arınan bazı kişilerin Tanrı ile birleştiklerini (ittihat) iddia eder ve insanları tanrılaştırırlar Gerçek sûfîler ise yaratıcı varlıkla yaratılan varlığı birbirinden ayırır, yaratılan varlığın hiçbir şekilde yaratıcı ile birleşip tanrılaşamayacağına inanırlar
Bunlara ilâve olarak mutasavvıfların bir kısmında kâfir veya sapık olmayı gerektirmeyen birtakım hatalı inançlar ve davranışlar da vardır: Aşırı çilecilik, dünya işlerini tümden terk, bir tür ruhbanlık, evlenmemek, et yememek, tedbir almayı tevekküle engel saymak, şeyhleri kutsal sayacak kadar yüceltmek, yoksul yaşamayı amaç haline getirmek, nefse işkence etmek, mubah olan nimetlerden yararlanmamak, özel giysiler giymek ve bunlarla halka karşı böbürlenmek, kılık-kıyafet, saç-sakal gibi konularda temizlik kurallarına uymamak, vakıf geliriyle geçinmek, dilenmek, toplumu terkedip inzivaya çekilmek, tasavvufu kıssacılıktan, menkıbecilikten, raks ve semâdan, evrad ve ezkârdan ibaret sanıp ilâhiler okunan meclislerde coşmak ve yapay olarak vecde gelmek, cezbelenmek Sözü edilen bu hususlar aslında tasavvufta var ise de, bunların birtakım kuralları, sınırları, şekilleri ve miktarları da tesbit edilmiştir Bu kurallara uymayan ve sınırları aşan biçimleri hatadır
f) İlkeler
Yukarıdaki bilgiler ışığında, tasavvuf ve tarikat konusunda göz önünde bulundurulması gereken önemli bazı hususlar şu şekilde özetlenebilir:
1 Tasavvuf biri Kur'an ve hadisin özü, diğeri bu öz istikametinden sûfîler tarafından geliştirilen şekil olmak üzere iki kısımdır İbadet, ahlâk ve dinî heyecandan, insanın iç dünyasını zenginleştirip ruhî ve mânevî yönden kendini geliştirmesinden ibaret olan birinci kısmı kabul etmek ve uygulamak her müslümanın üzerine farzdır İkinci kısım ise ihtiyarîdir Zira özel bir hayat tarzıdır ve bir gönül meselesidir Bu yola girmeyenlerin girenlere, girenlerin de girmeyenlere saygı göstermesi, hoşgörülü davranması gerekir
2 Tasavvuf yolunu tutan ve tarikata girenler diğer müslümanları küçümseyemezler Zira kibir haram, tevazu farzdır
3 Tasavvuf yolu ince bir yoldur ve bu yolda ehliyetli, kâmil bir rehbere ihtiyaç vardır Her şey erbabından öğrenilirse doğru öğrenilmiş olur Kendi başına bu yolda yürüyenlerin yolu kaybetmeleri daima ihtimal dahilindedir
4 Tasavvuf ince ve uzun olduğu kadar zor ve tehlikeli bir yoldur Ebû Ali Rûzbârî, "Biz bu yolda bıçağın sırtı gibi bir noktaya ulaştık, azıcık sağa sola meyletsek cehenneme düşeriz" demiştir Çok kârlı olan bir işin riski de çoktur Onun için bu yola giren kimse, şeytan, nefis, benlik, şöhret, menfaat gibi tehlikelerin ve yalancı cazibenin çok olduğu bu yolda gayet ihtiyatlı ve son derece dikkatli olmalıdır
5 Genel olarak müslümanların makbul ve muhterem saydıkları Bâyezîd-i Bistâmî ve İbn Arabî gibi mutasavvıfların, şeriatın hükümlerine aykırı gibi görünen bazı fikir ve ifadelerine bakıp bunlar hakkında suizanda bulunmak ve acele hüküm vermek doğru değildir Konuyu uzmanlarına sormak, yanlış anlamalara elverişli hususları onlarla müzakere etmek gerekir
6 Derecesi ne kadar yüksek olursa olsun bir velî günah işleyebilir Peygamberlerden başkası günahsız değildir Ancak günah işleyen velîler günahta ısrar etmezler, ederlerse velî sıfatını kaybederler Fâsık ve fâcir (günahkâr) bir kişi özel anlamda velî, yani Hak dostu olamaz Bunlardan uzak durmalıdır
7 Velîlerin, akıl ve dinî hükümlerle bağdaşmaz görünen sözlerini işitenler ve bu tür hallerini görenler bu konularda onları kendilerine örnek almamalı, delil saymamalı, bu tür söz ve ifadeleri onların özel yaşayışı veya hatası sayıp kendileri şeriatın hükümlerine bağlı kalmalıdırlar Çünkü dinin açık hükümlerine, emir ve yasaklarına bağlı olmak esastır Bu olmadan tasavvuf da olmaz
8 Tasavvuf alanında müslümanlar asırlar boyu olgunlaşarak gelişen kültür birikimi ve gelenek sebebiyle zengin bir mirasa, büyük bir ilim ve irfan hazinesine sahiptir Bir müslüman tasavvuf kitaplarını okuyabilir, tasavvufî düşünceden yararlanabilir Bunun için tasavvuf yoluna girmesi ve bir şeyhe bağlanması gerekmez Ancak tasavvuf kitaplarında gördüğü her şeyi doğru kabul etmemelidir İnsan elinden çıkan her kitapta doğru da yanlış da vardır Yanlışı olmayan tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir
9 Velîlerin kerameti vardır ve haktır Bir velînin velî olması için kerameti olması da şart değildir En büyük keramet iyi bir ahlâk sahibi olmaktır Hatta istikamet (doğruluk, dürüstlük) kerametten üstündür Mânevî kerametler maddî kerametlerden çok daha makbuldür Bu sebeple kerametleri ve menkıbeleri ölçü almamak ve abartmamak gerekir
10 Velîler keşf ve ilham denilen bir yolla Allah'tan bazan özel bilgiler alabilirler Güvenilir olup olmamaları, çeşitli yorumlara açık bulunmaları bakımından bu tür bilgilerin çeşitli dereceleri vardır Keşf ve ilham yoluyla elde edilen en sağlam bilgiler bile ancak ilhama mazhar olan kişinin kendisi için delil olabilir Başkaları için bağlayıcı delil değildir Bu tür bilgilerden yararlanmak için bunların Kur'an ve hadislerin açık ve kesin hükümlerine aykırı olmaması şarttır Ebû Saîd el-Harrâz'ın dediği gibi: "Zâhirî hükümlere aykırı olan her bâtın bâtıldır "
|