Yalnız Mesajı Göster

Gelenekçilik Ve Modernlik

Eski 10-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Gelenekçilik Ve Modernlik




Gelenekçilik ve Modernlik

I- MODERN DÖNEMDE “GELENEK” EKSENLİ TARTIŞMA VE ARAYIŞLAR

Edebiyatta modernizm, yeni toplumsal koşulların ve sanayi toplumunun ortaya çıkış sürecinde,hayatın geleneksel tarzda algılanmasının yetersizleşmesiyle görünürlük kazanmıştır Maddi alanlardaki değişimler; farklı gelenek ve göreneklere sahip insanların, birbirine uzak uç sınıfların kentlere akması ve bir arada yaşamaya başlaması sonucunu doğurmuştu Batı’da Baudelaire ve Rimbaud’nun verimleri, hem bu karmaşayı yansıtmış hem de kendisine bir dünya kurarak şiir yoluyla bu karmaşayı aşmanın sancılı çabasını getirmiştir Bu açıdan bakıldığında modern edebiyat, birçok özelliğinin yanı sıra, yeni yaşama düzeninin eleştirisini de başlangıçtan itibaren daima bünyesinde taşımıştır

Modernizmin, Türkiye’de bir tür oryantalizm olarak hayata geçirildiği savını da burada zikretmek gerekir Geçen yüzyılın ilk yarısında, toplumun modernliğe geçiş sürecinde tecrübe ettiği kültür sorunlarına bütüncül bir estetik-etik yaklaşım geliştirmek gayretindeki kimi ‘muhafazakâr’ aydınlar, bu çerçevede sanat ve edebiyata da ayrı bir önem vermişlerdir Değişimin dış dünyada yarattığı düzensizliğin iç dünyaya vuran yansımaları üzerinde yoğunlaşan geleneksel çevreler ve muhafazakâr edebiyatçılar, bireysel anomalilerin toplumsal nedenleri üzerinde düşünürken, edebi yazını da daha çok içe dönük, öznelci bir üsluba yaslayarak geliştirmişlerdir Dış dünyada yaşanan ve genelde buyurgan bir nitelik taşıyan siyasal, ekonomik ve kültürel değişimlerin yıkıcı etkilerini yabancılaşma, kültürel ikirciklenme ve yozlaşma gibi vurgulara atfen dile getirmişlerdir

Geleneksel zihniyetin kuşkuculuğunu popülerleştiren bir araç olarak edebiyat, modernliğe geçiş tecrübesini sancılı bir şekilde yaşayan insana kendi yaşantısını üzerine bina edeceği değerleri sorgulatan didaktik bir uğraş hâline de dönüşmüştür Bu eksende, çok yönlü bir sembolizme dayanan bir çatışma edebiyatı da oluşmuştur Bu işleyiş, modern edebiyat akımlarıyla ortaya çıkan değerleri tanımayı, onları ayıklayarak kullanmayı gereksindiği kadar modern hayata yönelik eleştirileri de kuvvetle içeren bir yolda yürümüştür Bu arada “gelenek” çizgi olarak dalgalanıp kırılmış, taşıyıcı özelliklerini yitirdiği yerde tükenmiş; ama algı zenginliği olmakla, dönüşerek devam etmiştir

Yirminci yüzyıl başlarında, eski şiirden / edebiyattan kopmuş olmanın örnekleri Tevfik Fikret ve Mehmet Âkif’in yazdıklarında aranmıştır Seçilen şairlere bakıldığında; arayış sahiplerinin yeni bir şiir bilincinden çok düzyazının belirlediği bir algıya dayandıkları söylenebilir Mehmet Âkif’in atak bir dille ortaya çıkan diyalogları, müşterek duyumda meydana gelen çatışmaların etkili bir yansımasıdır Bu sıralarda iki kültür dünyası arasında sıkışan insanımızBda bireysel bir çatışma ortaya çıkmıştı Dokularında İslâm’a ve onun toplumuna bağlılık bulunan Âkif’in endişesi sosyal yapıdaki çözülme karşısında acıya bulanmış ve somutlaşmış plandaki konularda birleşmiştir Tevfik Fikret ise, dili ile de kültürel evreni ile de kökü eskiye gitmeyen bir şiir yazmıştır Döneminde geçerli olan ortalama bir dili kullandığından aşılması güç olmamış, temelde yoğun duygusal gerilime yüklenmiş olan etkisi sonraya pek kalmamıştır

Geleneğin reddi ve her gelenin kendi geleneğini kendisinin kurduğu iddiasına, daha Cumhuriyet öncesinde rastlamak mümkündür Tanzimat edebiyatı, kendinden önceki beş altı asırlık edebî mirası dışlayıp olumsuzlayarak işe başlamak istemiştir Servet-i Fünuncular hem Divan hem de Tanzimat edebiyatına karşı çıkarak yola koyulmuş ve daha çok Batı şiirini gözettiklerini ilan etmişlerdir Fecr-i Âti’den sonra gelen Milli edebiyat akımı da yepyeni bir başlangıç olduğu iddiasındadır

Şiirin hem kendisini hem de şiire yönelik ilgi ve sevgiyi taşıyan, sürdüren isimler Yahya Kemal ile Ahmet Haşim olacaktır bu dönemde Modern şiirin oluşum evresinin başında, halihazırdaki birikimi oldukça iyi değerlendirdikleri kabul edilen bu iki şair, gelenekten yararlanmakla kalmayacak, aynı zamanda yazdıklarıyla kendilerinden sonra gelenlere şiirin saçağı altında yeşeren bir güven duygusu aşılayacaklardır

Beş Hececiler’den sonra gelen ve Cumhuriyet dönemindeki ilk edebi topluluk olarak kabul gören Yedi Meşaleciler 1928 -30 yılları arasında ekinlik göstermeye çalışmışlarsa da şiir adına tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaşatmışlardır Fecr-i Âticilerin, eleştirdikleri / yetersiz buldukları Servet-i Fünuncuların yanına yaklaşmakta bile zorlanmaları gibi, Yedi Meşaleciler de kendilerinden önceki şiirin silik bir sürdürücüsü olmaktan öteye geçememişlerdir

Yedi Meşaleciler’in parlayıp söndüğü bu yıllarda eski ile yeninin çatışması da su yüzüne çıkmaya başlamıştır Artık epeyce tanınan bir isim olan ve serbest şiirin olanaklarını neredeyse tek başına ürettiği ve temsil ettiği kabul edilen Nâzım Hikmet; Putları Yıkıyoruz başlıklı iki yazı yazar Bu yazılarında özellikle Abdülhak Hâmit’i ve Mehmet Emin’i hedef alır Bu yazılar tartışmayı ve çatışmayı hızlandırır Otuzlu yıllarda, aruzu savunanlarla öncü hececiler, serbest şiir taraftarlarıyla genç hececiler arasında tartışmalar yaşanır ve 1939’da Tasfiye hareketiyle birlikte okuyucu çeşitli polemiklere tanık olur Nâzım Hikmet’in bu ortamda yazdığı kimi şiirler, “geleneğin, geleneksele karşı kullanımının” yetkin örnekleri olarak değerlendirilebilir

Eski şiirin, estetik bir sorun olarak gündeme gelmesi, gelenekten yararlanma tartışmalarına koşut olarak gelişecektir Aslında bu konuda belli bir bilincin ve billurlaşmış yaklaşımların geliştiğini söylemek de çok zordur Divan şiiriyle ilgili temel birikim ve donanımdan bile yoksun kimi şairlerin öykünme yahut fantezi niteliğindeki bazı denemeleri vardır bu yıllarda Fakat bu kadarcık bir sempati dahi, Divan edebiyatına yönelik eleştirilerin dozunun artmasına neden olacaktır Muhsin Macit’in vurguladığı gibi, Divan şiiri konusunda dönem aydınlarının bakış açısını belirleyen şey estetik kaygıları değil, dinî içerikten soyutlanmış bâtıl itikatlarıdır

Cumhuriyet döneminde eski şiir, gelenek ve Divan edebiyatıyla ilgili olarak vuku bulan tartışmalara, 1930’da başkentte toplanan Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’ndeki görüş ve yaklaşımlar örnek gösterilebilir Daha sonraları, Yeni Türk Edebiyatı kürsüsünün başına getirilecek olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bu kongrede yaptığı meşhur konuşmada, Divan edebiyatının lise müfredatından kaldırılmasını önermiştir Mustafa Nihat Özön de Tanpınar’ın söylemiyle örtüşen görüşler ileri sürerek eski şiiri ve kültürü sert bir dille eleştirmiştir Aynı tartışmaların yetmiş yıl sonra yeniden alevlenmesi, edebiyat dışı yaklaşımların bitmeyen basıncına işaret etmesi açısından anlamlıdır Tanpınar, daha sonra yazdığı Eski Şiir ve Eski Şairleri Okurken başlıklı yazılarında, geçmişte yanıldığını itiraf edecek ve divanları okumaktan artık büyük bir zevk duyduğunu söyleyecektir

Sözü edilen kongrenin düzenlendiği yıl kendisiyle yapılan bir söyleşide Nurullah Ataç, içinde çeşitli güzelliklerin olduğunu kabul etmekle birlikte, Divan şiirinin Doğu-İslâm medeniyetinin ürünü olduğunu vurgulayacaktır Ataç’a göre, yeni bir kültür dairesine adım atan ülke gençlerine bu şiirin okutulması sıkıntı ve zarar verecektir

Şiirlerinde eski / geleneksel edebiyatın tasavvuf ve Halk şiiri birikiminden sıklıkla yararlanan; fakat bu şiirin dünyasını ve estetiğini yazdığı şiirlerde belirgin bir şekilde yansıtmayan Necip Fazıl, Yeni Adam dergisinin 26 Mart 1934 tarihli 13 sayısında düzenlediği ankete verdiği cevapta “Divan şiirini güzellik ve ideal Türk sanatı açısından önemsiz bulduğunu, ancak eski eserlerimizin birer kültür belgesi kabul edilip yeni harflere aktarılması gerektiğini” belirtmiştir

İlerleyen yıllarda, Necip Fazıl şiirinde öne çıkan bireyin derinliğindeki varolma problemi ve hafakan, aslında bu yıllarda yaşayan ve söz konusu tartışmaya katılan herkesin hissettiği köksüzlük ve dağınıklığın ifadesi olmuştur Aynı zamanda şair ben’in oluşumunun izlenmesine ve bütünlenme umuduna da karşılık düşmüştür Necip Fazıl’da merkezî bir yer edinen varoluş sancısı, “ben” ile öteki varlıklar arasında beliren gerilimde yoğunlaşmakta, izahını da gerilimin bozulmadan sürmesinde aramaktadır Aynı şekilde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’da gerilim çizgisinin uçları kozmik bir alana doğru giderek belirginliğini kaybetmekte ve böylece gerilim azalmış ya da daha sonra yazdığı Âsu’da görüleceği üzere zamana yayılmış görünmektedir Varoluş, ölüm, dramatik gerilim, okuru biçimleyen şiirin ortak özelliği olduğu halde, şiir malzemesini günlük hayatın görünümlerinde değil, şairin iç deneyimlerinde bulmuştur Ebubekir Eroğlu’nun belirlemesiyle söylersek, şiirdeki insan, eski şiirdeki idealize edişe benzer biçimde hızla soyutlaşmıştır Diğer taraftan “ben” şiiri, en iyi örneklerini belki de bu dönemde bulmuştur Şiir ve daha genelde edebiyat, toplumun içine sokulduğu zeminle ve kimi çevreler tarafından dayatılan rezervlerle sınırlı kalmamış, Türkçenin oluştuğu daha eski ve daha geniş bir süreç içindeki aranışını sürdürmüştür



Alıntı Yaparak Cevapla