|
Prof. Dr. Sinsi
|
Bir Arada Yaşama Sanatı
Bir Arada Yaşama Sanatı
tarih boyunca milletler, yurt edindikleri topraklarda var-lıklarını sürdürmüşlerdir Bu milletlerden bazıları hâlâ yaşamaya devam ederken, bazıları da ömürlerini tamamlamıştır tarih boyunca; bu millet ve devletlerden bazıları dönemin siyasî şartları gereği komşuları olan ülkeleri zaptetmiş, o ülkenin milletini de kendi hakimiyeti altına alarak yönetmiştir Böylece yeryüzünde ırk, renk, dil ve din olarak birbirinden farklı olan milletlerden birinin hâkim, diğerinin ise onun hakimiyeti altında yaşadığı bir yönetim şekli ortaya çıkmıştır Farklı kültür ve inançların, aynı coğrafyada farklı statülerde yaşamaları, insanlık tarihinde derin izler bırakan savaşlara, ölümlere ve eziyetlere sebep olmuştur Bugün bile dünyanın bazı bölgelerinde aynı problemler yaşanmaktadır
Yakın tarihe kadar hakimiyeti altında başka millet ve dinlere mensup topluluklar bulunduran devletlerden biri de Osmanlı'dır Osmanlı, hakimiyeti altındaki millet ve toplulukların insanî hak ve hürriyetlerini göz önünde bulundurduğu mükemmel sistemiyle, günümüz devletlerine de örnek teşkil etmiştir Kuruluşundan itibaren teb'ası arasında başka millet ve dinlerden topluluklar da bulunan Osmanlı'da, Müslüman nüfus ile Müslüman olmayan unsurlar, iç içe ve belli bir düzen içerisinde yaşamışlardır Osmanlı devletince uygulanmış olan kaynağını İslâm hukukundan alan ve farklı dinlerden insanların asırlarca bir arada yaşamalarını sağlayan bu idari düzenin adı: "Osmanlı Millet Sistemi"dir Millet sistemi; bir bölgenin İslâm ülkesine katılmasından sonra, buradaki kitap ehlinin bir ahitname ile, İslâm devletinin idaresi altına girmesinden doğan bir teşkilat veya bir hukukî varlıktır
Osmanlı Millet Sistemi'nin kaynağı İslâm hukukudur Kur'anda insanlar; "inananlar" ve "inanmayanlar" diye iki gruba ayrılır Bu temel ayrım dışında İslâmiyet, insanlar arasında ırk, renk, dil ve ülke esasına dayalı başka bir fark gözetmediği gibi, kendi mensuplarının oluşturduğu bir toplumda, İslâm inancını paylaşmayanların inanç hürriyetlerine, can ve mal güvenliğine sahip çıkarak yaşamalarına imkân tanımıştır Bunun ilk örneği de bizzat Hz Peygamber tarafından Medine'de bulunan müşrik ve Yahudilerle yapılan "Medine Vesikası" anlaşmasıdır İslâm hukukuna göre bir İslâm ülkesinde yaşayan teb'a; ırk, kavim veya cemiyetlerine göre değil, mensubu olduğu inanca göre Müslüman veya gayr-i Müslim olarak birbirinden ayrılırdı Gayr-i Müslimler de devletin himayesi altındadır, onların hukuk ve mükellefiyetleri 'zimmî' statüsü altında belirlenmiştir Böylece gayr-i Müslimlerin; can, mal ve namus güvenlikleri garanti altındadır Buna karşılık; tarımda, "haraç"; can vergisi olarak da "cizye" ödemekle mükelleftirler Bu sayede onlar dinî ve hukukî temele dayalı kültürel kimliklerini muhafaza ederek İslâm toplumunun içinde yaşama imkânına kavuşmuşlardır İdaresi altında farklı din ve milletlerden topluluklar bulunduran Abbasi ve Selçuklular gibi devletlerde de olan bu uygulama, Osmanlı Devleti'ndeki millet sistemiyle en gelişmiş biçimini bularak, "kanunnâme"lere girmiş ve yazılı bir hukuk haline gelmiştir
Osmanlı toplumu Müslümanlarla birlikte, diğer semavî dinlerin mensupları olan Hristiyan ve Yahudilerden oluşmaktadır Osmanlı'daki Hristiyan topluluğun bir kısmı zaten devletin kuruluşundan önce bu topraklarda yaşamaktaydı, diğer bir kısmı ise, yeni fetihlerle veya kendi istekleriyle Osmanlı toplumuna katılmışlardır Ancak Osmanlı'daki Hristiyanlar mezhep farklılıklarından dolayı "Rum" ve "Ermeni" şeklinde iki ayrı millet olarak isimlendirilmişler, İstanbul'un fethinden sonra yapılan düzenlemelerle iki millet halinde hukukî statüye kavuşmuşlardır Diğer bir gayr-i Müslim unsur olan Yahudiler de yine bu topraklarda eskiden beri yaşamaktadır Ayrıca 1492'de Endülüs Emevi Devleti'nin yıkılıp buranın Hristiyanların eline geçmesiyle başlayan zulümden kaçan çok sayıda Yahudi'nin Osmanlı'ya sığınmasıyla, bu sayı daha da artmıştır
Millet Sistemi sayesinde, Osmanlı coğrafyasında yaşayan gayr-i Müslimler, temel hak ve hürriyetlerine sahip olma ve bunları uygulama imkânı bulmuştur Bunların en başında vatandaşlık hakkı gelmektedir Günümüzde milli devletlerde vatandaşlık, kan ve toprak esasına dayanmaktadır Buna karşılık İslâmiyet, insanlar arasında mukadder tesadüflere bağlı olan bu tür farklılıkları bir yana bırakarak, vatandaşlık konusunda irade ve tercihin ortaya konduğu dinî aidiyeti esas almıştır Çünkü insanların mensup oldukları ırk, renk ve cinsiyet kendi iradeleri dahilinde değildir; fakat dinleri kendi tercihleridir Bu sayede onlar, devlet tarafından Müslümanlarla aynı şekilde muhatap kabul edilmiş ve eşit sayılmışlardır Bu vatandaşlık, sömürgeci ülkelerin sömürgeleri altında olan halkın vatandaşlığı gibi değildir Zira sömürge halkı, teb'a olmakla birlikte, sömürgeci devletin kendi vatandaşlarının sahip olduğu siyasî haklardan mahrumdur
Müslümanlarla zimmet akdi yapan ve vatandaş olan gayr-i Müslimlerin can ve mal güvenliği devletin garantisi altındadır Zimmî bir kimseyi öldüren veya yaralayan Müslüman, hukukun gerektirdiği cezaya çarptırılır Yine zimmînin malının bir Müslüman tarafından çalınması halinde ona ceza uygulanır
Gayr-i Müslimlerin sahip olduğu hak ve hürriyetlerden en ilgi çekeni, inanç ve ibadet hürriyetidir Her şeyden önce, hiçbir gayr-i Müslim, İslâmiyet'teki "Dinde zorlama yoktur " gerçeğinin bir gereği olarak Müslüman olmaya zorlanamaz Herkes dilediği dine inanmakta ve o inancının gereği olan ibadetleri yerine getirmekte serbesttir Osmanlı hakimiyetine giren gayr-i Müslimler, kiliselerinde ayin ve ibadet edebilirler, dinî günlerini kutlayabilirlerdi Ancak yeni kilise yapılması veya mevcutların tamir edilmesi idarî bir tedbir olarak izne tâbidir Hâlâ mevcut olan pek çok kilise ve havra, Osmanlı'nın bu hoşgörüsünün yaşayan şahitleridir İstanbul'un fethinden sonra, bölgede mevcut semavî dinlere resmiyet kazandıran Osmanlı Devleti, bu mânâda Orta Çağ ve modern zamanlarda tevhid inancına sahip üç dini tanıyan, alt gruplarıyla birlikte uyumlu bir şekilde yaşamalarını güvence altına alan tek siyasî organizasyondur Müslüman toplumun bu davranışı karşısında Müslüman olmayanlar da, meselâ, oruç ibadetine saygı olarak, Ramazan ayında açıkça bir şey yiyip-içmeyerek, kadirşinaslık göstermişlerdir
|