Yalnız Mesajı Göster

Kurtuluş Savaşında Hintli Müslümanlar

Eski 10-24-2012   #1
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Kurtuluş Savaşında Hintli Müslümanlar




Kurtuluş savaşında hintli müslümanlar

Yirminci yüzyılın başlarında bütün insanlığın büyük bir cihan savaşının galiplerine boyun eğdiği ve bir yazarımızın deyişiyle tüm dünyanın bir Roma sirkini andırdığı sırada ortaya çıkan iki istiklâl mücadelesinin birbirini etkilediği ve aradaki muazzam mesafeye rağmen adeta iç içe girdiği görülür Bunlardan birincisi Mustafa Kemal’in önderliğinde Türklerin, ikincisi de Hindistan Müslümanlarının başlattıkları mücadeledir

Dili, dini, etnik yapısı ve kültürüyle bugün olduğu gibi tarihin her döneminde kendine has özellikler taşıyan Hindistan’ın Türkler ile olan ilgisini milâttan önce birinci bine kadar götürmek mümkündür Ancak daha milâdın başlarından itibaren bu ilgi, yerini askerî ve idarî güçleri yanında Hint kültüründen ayrı olarak kendi kültür varlıklarını muhafaza eden çeşitli Türk zümrelerinin faaliyetlerine terk edecektir Yakın geçmişte bir bütün halinde Hindistan Müslümanları olarak anılan, ama günümüzde Pakistan ve Bangladeş devletlerinin ahalisini teşkil edecek şekilde teşkilatlananlar haricinde yine de Hindistan’da önemli bir grubu meydana getiren kitleler, tamamen bu Türk faaliyetlerinin bir neticesi olarak ortaya çıkmışlardır

İlk defa Araplar vasıtasıyla Hindistan’a ulaşan İslâm yayılışı, 711 yılından itibaren büyük ölçüde gelişme imkanı bulmasına rağmen bölge kültüründe fazla bir tesir bırakmadan sona erecektir Ancak onbirinci yüzyılın başlarımda Gazneli Mahmud’un akınları sayesinde, Türkler eliyle tekrar hızla yayılmaya başlayan İslâmiyet; bugünkü Hindistan’ın demografik yapısını daha o zamanlar değiştirip, yeniden şekillenmeye zorladığı gibi aynı bölgede temasa geçtiği bütün kültürleri yutan Hinduizmi de bu defa Türk kültürü karşısında aciz kalmaya mahkûm edecektir Dolayısıyla günümüz Hindistan tarihçilerinden Muhammed Habib’in de gayet yerinde işaret ettiği şekilde bu ülkenin tarihinde hiç bir olay, İslâmiyet’in Türkler eliyle yayılışı kadar önemli bir yere sahip değildir

Gaznelilerden hemen sonra tam bir Türk hakimiyeti şekline dönüşecek olan Hindistan’daki İslâm hakimiyeti aynı dönemde Anadolu’da meydana gelen gelişmelerle de tam bir benzerlik gösterir Nitekim, Türkistan’daki iktidarlarını kaybedip, barınacakları yeni bir yer aradıkları sırada, onüçüncü yüzyılın başlarında Anadolu’da Selçuklular, Hindistan’da ise Delhi Türk Sultanları eliyle birer hakimiyet tesis eden Türkler, onaltıncı yüzyılın ortalarında her iki bölgede de hakimiyet, kültür ve medeniyet bakımından zirveye ulaşmışlardır Bu dönemde Türkler, ellerinde bulundurdukları Türkistan, Hindistan, Ortadoğu ve Balkanlar gibi üç önemli bölgeden eski dünya denilen Asya, Avrupa ve Afrika’yı büyük ölçüde kontrol edebilmekteydiler Ama onaltıncı yüzyılda Batı’da denizlerde gelişen Hindistan’a ulaşma ve hakim olma yarışı, onyedinci yüzyılın ortalarından itibaren karadan da Rusların katılmasıyla tam manasıyla Türklüğü kuşatma harekâtına dönüşecektir Avrupalının başlangıçta yeni ülkeler ve zenginlik kaynaklarına ulaşma ve bunlara el koyma şeklinde geliştirip, zamanla Hıristiyanlığı cihana hakim kılma tutkusuna dönüştürdüğü bu yayılma neticesinde Türklük hakim olduğu her üç bölgede de büyük badirelere sürüklenmekten kurtulamayacaktır

Onsekizinci yüzyılın başlarından itibaren Türkistan’da Ruslar, Ortadoğu ve Balkanlar’da diğer Avrupalılarla birlikte yine Ruslar, Hindistan’da büyük ölçüde İngilizler vasıtasıyla Türk hakimeyetlerine yöneltilen taarruzlar kısa sürede etkisini göstermeye başladı Daha çok çevreden merkeze doğru gelişen bu saldırılarla, 1707’de Alemgir’in ölümünü müteakip Hindistan’da gerilemeye başlayan Türk varlığı, 1718’de imzalanan Pasarofça Antlaşması’yla da Ortadoğu’da çöküşe doğru ilk adımı atacaktır Bu yüzyılın sonlarına gelindiğinde Hindistan’daki Mysore devletinin Müslüman hükümdarı Tipu Sultan’ın düşüşünü daha sonra, 1847’de meydana gelen Navarin deniz muharebesiyle karşılaştıran Muhamnmed İkbal’in “Tipu’nun kabrini ziyaret edenler, onun düşüşü hakkında tarihçilerin yazdıkları ve kabrinin duvarına kazınmış olan şu mucizevî sözleri okurlar: Hind’in (Hindistan Müslümanları) şanı da gitti, Rum’un (Türkiye’nin) şanı da” şeklindeki tesbitine katılmamak mümkün değildir Hind Müslümanlarını “Millet-i Hakime” oldukları ülkede ikinci sınıf vatandaşlığa iterken , bu tarihten yaklaşık yirmibeş sene sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun, dolayısıyla batı Türklüğünün de can düşmanı haline gelecektir

İngiltere’nin bu şekilde, dünyada İslâm’ı esaret zincirine alma tertibinin baş aktörü haline gelmesi, başta Cemâleddîn Efganî olmak üzere bir kısım İslâm düşünürünün İslâm ittihadı fikrini savunmalarına sebep oldu Hindistan Müslümanlarınca büyük bir hüsn-ü kabul gören bu fikirler II Abdülhamid’in hilâfet kurumuna işlerlik kazandırması ve “İslamcılığı” milletlerarası siyaset sahasında etkili bir hale getirmesi ile daha da bir canlılık kazanmıştır Bu durum İslâm ülkelerini sömüren diğer ülkeler gibi İngiltere’yi de endişelendirecek, hatta bir kısım İngiliz yönetici İslamcı siyaseti kendilerinin takip etmeleri gerektiğini dahi savunmaya başlayacaklardır



II Abdülhamid’in siyaseti Hindistan Müslümanlarını heycanlandırmış ilk etkisini de 1906’da Akabe meselesinde göstermiştir Bunun üzerine Hinduların İslâm düşmanlığını sokağa dökmelerine fırsat veren İngiltere’nin, ayrıca Hindistan Müslümanlarını parçalamaya yönelik bir politika geliştirmesi, Hindu ve İngilizler arasında kaldıklarını anlayan İslamların teşkilatlanmasına zemin hazırladı Ama Hindistan Müslümanları aynı zamanda manen bağlı bulundukları Osmanlı Devleti ile madden bağlı oldukları İngiltere arasında da kaldıklarını gördüler Ortaya çıkan bu durum İngilizlerin işine yaramış ve Hindistan Müslümanları istemeyerek de olsa kendi hükümetlerine bağlı olduklarını göstermek ihtiyacını hissetmişlerdir Bu da İslamcılık cereyanının etkisini azaltmakta gecikmedi Abdülhamid’in politikasını yalnız bu sahada devam ettiren İttihatçılar, bir yandan teşkilatlanma safhasında olan Hint Müslümanlarının istiklâl mücadelelerine örnek teşkil ederlerken öte yandan da Trablusgarb ve Balkan savaşlarında siyasî alanda bunların çok büyük desteğini gördüler

Enver Paşa’nın gayretiyle 23 Şubat 1914’ten sonra Hindistan Müslümanlarına Teşkilat-ı Mahsûsa el attı ve onların topyekûn isyanlarını teşkilâtlandırmaya başladı Bilhassa Balkan savaşlarından çok etkilenen Hindistan Müslümanları, 22 - 23 Mart 1913’de Lucknow’daki kongrelerinde başkan Muhamhmed Şafî’nin ağzından bu savaşları bir haçlı taasubu ve taarruzu olarak değerlendirip, sözde medeni Avrupa’nın Müslüman Türkleri kadın, çoluk-çocuk demeden mezalime tâbi tutmalarını nefretle kınayacaklardır
Şafî’nin konuşması dikkatle incelendiğinde Hindistan Müslümanlarının Türk istiklâl mücadelesine bakış açılarının daha o zaman netleşmeye başladığı görülür Aynı zamanda İslâm liderleri, ilk defa Balkan faciası sebebiyle giriştikleri faaliyetlerde Türkiye’nin kaybının gerçek medeniyetin kaybı olarak gören Hinduların da desteğini sağlamış bulunuyorlardı Bu ittifak 1930’lara kadar devam edecektir

Bu gelişmeler İngiltere’yi harekete geçirmekle kalmadı, onu dış siyasetini Müslüman tebasının isteklerine göre çizemeyeceğini açıklamaya sevk etti Dolayısıyla I Cihan Savaşı’nın ufukta göründüğü bir sırada tekrar Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında kaldıklarını ve bu sefer tamamen ezileceklerini anlayan Hindistan Müslümanları çıkacak bir savaşta Osmanlı’nın tarafsız kalması için harekete geçtiler Başlangıçta ilan edilen tarafsızlık büyük bir memnuniyetle karşılandı Fakat Almanların safında savaşa girilerek “cihâd” ilân edilmesi ile birlikte Hindistan Müslümanlarının korktukları başlarına geldi



Alıntı Yaparak Cevapla