Prof. Dr. Sinsi
|
Balkayalar Efsanesi - Yöresel Halk Hikayesi
Evlerden birine yaklaştı, ömründe ilk defa bu kadar fakir bir ev görüyordu Yırtık elbiseli çocuklar bağırıp çağırıyor, baharın renklere bezediği çayırda koşuşturuyorlardı
Kamburu çıkmış bir ihtiyar, bastonuna dayanarak Mirg'e doğru yürüyüp eliyle selam verdi:
-"Hoş geldin mirin oğlu, iki gözüm üstüne buyur otur, bir ayran iç susuzluğun
geçsin "
Mirg atının yularını kendine doğru çekip durdurdu, ihtiyarın yanında atından indi, tokalaştılar Evin önündeki dut ağacının altına oturdular İhtiyarın komşuları da birer birer selam verip yanlarına oturdular Kimse konuşmuyordu Mirg köylülere durumlarını geçimlerini sordu; iki yıldır göremediği babasından bir şeyler öğrenmeye çalıştı
Düşünceliydi, gözleri uzaklarda bir şeyler arıyordu
Bir sesle irkildi,
-"Buyur ayranını iç"
Mirg başını bu tatlı yumuşak, titrek sesin sahibine doğru çevirdi Elinde ayran tepsisini tutan genç kızı görünce irkildi, yüreği titredi Yorgunluktan ışığı sönmüş, gözleri ışıldadı
Karşısında emsalsiz bir güzellik duruyordu
Pürüzsüz ay parlaklığında bir yüzün ortasında elmasi gözler, insanın yüreğine oturan bakışlar, hafif aralık dudakların arasında parlayan mercani dişler, zülüfler, omuzların üzerinden göğüslerine inen örükler   
-"Buyurun "
Bu utangaç ses Mirg'in tüm bedenin titretti Kız ayran tepsisini biraz daha yaklaştırdığında, Mirg nergis kokusu hisseti,
-"Kimsin sen, adın nedir?"
Mirg'e bakmadan alçak bir sesle karşılık verdi kız:
-"Ben Juliya'yım "
Hızlı adımlarla uzaklaştı Mirg kırımızı, eski bir fistan giymiş, ince belli Juliya'yı gözden kayboluncaya kadar inanamaz gözelerle izledi Eğer bu bir rüya ise uyanmamalıydı Bir süre sessiz oturdu Ayranını içtikten sonra, köylülerden hatır alıp, atına bindi
Juliya'yı arayan gözleri evin kapısında çakılı kaldı, atı yürüdü  
İki yılı aşkındır gülmeyi unutan mirin oğlu, şimdi kanatlanmış bulutlar üzerinde uçuyordu, keyiften dudakları birbirine değmiyor sürekli gülüyordu
Kendi kendine "Bu ne iştir tüm dünyada arayıp bulamadığım gönlümün sultanı gözlerinin önündeymiş Ah Juliya ah! keşke seni daha erken tanısaydım"
Kuşkusuz mirin oğlu ilk görüşte Juliya'ya aşık olmuştu Fakat iyi bildiği bir şey daha da vardı; Fakirlerin kızı mirlerin dengi olamazdı
Ya aşk sınır tanır mıydı?
Hayır, Mir kendinden emindi, babasını da tanıyordu Onu ikna edeceğinden emindi, atını kamçıladı
Juliya ile Mirg'in yavaş yavaş örülüyordu Mir oğlunun dönüşünden çok mutlu olmuştu Mirg ona Juliya'dan bahsedince biraz kırılmış; ama oğlunun arzusunun karşısında durmanın faydasız olduğunu çabuk anlamıştı
Bir kaç gün sonra Juliya'yı istemek için yollara düşecekti
Juliya'nın Mir gelini olacağı kısa zamanda her tarafa yayıldı Bir çok kişi bunun gerçekleşeceğine inanmıyordu; şaşıranlar kadar, sevinenler Julya'yı kıskananlarda vardı Mir kendi için bir eş yada oğlu için bir gelin istediğinde kendi kendine işleyen, sıradanlaşan gelenekler vardı; Ne kızın ailesi ihtiraz edebilir nede kızın arzusu sorulurdu
Mir güçlüydü ve onun karşısında duracak kimsede yoktu
Mirin sarayında sevinç eğlenceye dönüşmüş, İhtiyarın evi sessizliğe bürünmüştü Olup bitenler Juliya'yı derin bir kaderin sonsuz kollarına itmiş, gözlerindeki yaşam sevincine kara bir gölge düşmüştü Yüreğinin baş köşesine oturan acı onu hissiz biri yapmıştı
Bir tarafta coşku, bir tarafta çaresizlikti
Feleğin çarkı birilerinin arzusunu birilerinin başına bela etmişti Mir, oğlunun yüreğindeki ferahlık Juliya'nın acı ve elemlerinin üzerinde yeşeriyordu Güçlülerin zevk ü sefası, göçsüzlerin dert ve kaderiydi  
Juliya evlerinin aşağısındaki bir Bıttım (Kezkan) ağacının altında tek başına oturmuştu Beti benzi kurumuş, gözlerinin altı morarmıştı, başına gri bir eşarp sarmış, kıvırcık saçları hafif esen rüzgarla yüzüne yapışıyordu
Üzerindeki elbise kasvetli bir hava gibi nazik bedenini sarıp sarmalıyordu özleri uzak ve yüksek dağlara çakılmış, dağın tepesinde ard arda dizili dört kayalığın (Çarçel) sisler arasındaki sülüetine dalıp gitmişti
Bu dört kayalığın üstü her daim karla kaplı ve şu anki gibi sisler içinde olurdu; zaman zaman kısa yağmurlar görülür, kaybolurdu
Juliya kocaman açılmış gözleriyle baktığı bu manzarayı aslında görmüyor, yüreğinde hissediyordu
Tüm çocukluğu buralarda geçmişti Beş kardeştiler Dorso ve Çıro erkek kardeşleri; Sıbo ile Şeyda kız kardeşleriydi O hepsinin büyüğü, güler yüzlü, akılı ve düşünceliydi Eli her işe yatkındı; bu yüzden anne ve babasının göz bebeğiydi
Coşkun ve deli Besya Çayı'nın kenarında çeşitli oyunlar oynuyorlardı Bir gün ela gözlü küçük kardeşi Torso yuvarlanıp deli çayın azgın suları arasında kayboldu Yüreğinden bir parçayı alıp götüren Besya Çayı'nı bu yüzden hiç sevmezdi
Sularının sesi, makamsız bir türkü gibi kulaklarını tırmalardı
O acı olaydan sonra diğer kardeşleriyle beraber suları, kendi yüreği gibi saf ve temiz olan Avaşin Çayı'na giderlerdi Avaşin Çayı ile beraber Çarçelan Dağı'nın dört bir yanını dolanır, kardeşi Çıro ile beraber dağın eteklerinde nergis çiçekleri toplarlardı
Çabuk büyüyordu; en hırçın atlara biniyor, sanki kanat takmış gibi atları adeta uçuyordu Torso'nun acısını henüz yüreğinden söküp atamamış, ama o acıyla yaşamaya da alışmıştı
Deli çayın homurtusu dışında her şey gönlüne göreydi Süt kovasını koluna takıyor, Berivanlarla beraber koyunları sağmaya gidiyordu
Berivanların en hızlısı en güzeliydi
Evde ve ev dışında kimse ondan rahatsız olmazdı; kimse onun ağzından soğuk bir söz işitmemişti Köydeki en zapt edilmez atlar onun elinde uysal kedilere dönüyor, en saldırgan köpekler onun ayaklarının dibinden ayrılmıyorlardı
Herkesin ondan hoşnut olduğu güzel ve alımlı bir genç kızdı Alçak gönüllülüğünün yanında, temiz yüreğinde kötülüğün yeri asla yoktu Köyde iyilik yapmadığı hiçbir ihtiyar, genç, çocuk yoktu
Bu yüzden onu meleklere benzetirlerdi
|