Prof. Dr. Sinsi
|
Mevlâna Celâleddin-İ Rumî Hazretleri - Osmanlı Hikayeleri
Mevlâna, îmân aynası berrak yüzünü Siraceddin'e döndürdü, elini uzatıp sırtını okşadı:
- İyi ama, eğer biz de uyursak bu kadar uyuyana kim deva eder?
Aşk sultanı Mevlâna, çocukların bile gönlünde taht kurmuştu Çocukları ve fakirleri çok severdi Sokaktan geçecek olsa bütün çocuklar peşine takılır, elini öpmek için sıraya girerlerdi
Bir gün yine bir sokaktan geçiyordu Onu gören çocuklar ceylanlar gibi sıçradılar Koştular, elini eteğini öpmeye koyuldular Oyun oynayan çocuklardan biri ona seslendi:
- Dur ey Hüdavendigâr! İşte oyunum bitiyor Bitsin de ben de elini öpeyim!
Hazret-î Mevlâna olduğu yerde çakılıp kaldı Dakikalarca orada bekledi Nihayet çocuk oyununu bitirdi, bir kuş gibi uçup Mevlâna'nın huzuruna geldi ve ellerine sarıldı, öptü, öptü, öptü  Mevlâna da o güzel yavrunun saçlarını tel tel okşayıp sordu:
- Artık gidebilir miyim, ey çocuğum?
Çocuk başını salladı:
- Gidebilirsin!
Ve Mevlâna tatlı tatlı gülümseyerek oradan uzaklaştı
Peygamberler Peygamberinin yüksek ahlâkından bir numune göstermiş bulunuyordu Mevlâna Çünkü Allah'ın Sevgilisi de yolda rastladığı çocuklara selâm verir, gönüllerini alır, başlarını okşar ve hatta onlarla şakalaşır, neşelendirirdi
Bir bahar sabahıydı  
Çemenin fezasında kuşlar uçuşuyor, altın başaklı lâleler yakut gibi parlıyordu Bülbülle gül dalların koynunda cilveleşiyorlardı Bir tatlı bahar ki, gönülleri yakıyordu Aşk pervanesi Hazret-î Mevlâna, seher vakti kendisini sokağa attı, gidiyordu Aksaray kapısına kadar vardı Bu kapının önünde gözleri kör bir fakir vardı Sabahtan akşama kadar oturur, gelip geçenlere el açardı Adamın kafa gözleri kördü ama gönül gözlerinde bir pencere açılmıştı İç gözlerinin aydınlığıyla Mevlâna'nın kutlu makamını gördü
İşe bakınız ki; Yüce Sultan'ın önünde bir çoban yürüyordu Tam Aksaray kapısından çıkıyordu ki; âmâ:
- Ey adam, Mevlâna'nın aşkına bana biraz ekmek ver!
Bu sözü Mevlâna da işitmişti Hiç ses çıkarmadı, belindeki kemerini çözüp adamın önüne bıraktı ve yürüdü O kapıyı geçer geçmez çoban dönüp âmâya:
- Ey kör, al şu dinarı da elindeki kemeri bana ver!
Âmâ, başını bir aslan gibi dik tutarak haykırdı:
- Bin dinar da versen yine onu sana vermem! Ben onu boynuma bağlayıp birlikte mezara götüreceğim!
Ahi çoban beynine yıldırım düşmüş gibi çarpıldı Hayretle âmâ'nın yüzüne baktı Kendi gafletinden utandı, yürüyüp gitti Âmâ'nın gönül ocağında bir ateş yanıyordu O gece sabaha kadar uyumadı Ağladı, inledi, feryad kopardı, Allah'a yalvardı, gözünü bir çeşme misali akıttı:
- Rabbim, Rabbim! Bu kemerin sahibi hakkı için beni bu bel kaydından kurtar Canımı al da ben bu dünyanın ötesine sefer edeyim
Hâle bakınız ki; Ahi çobanı da o gece uyku tutmamıştı Yatağının içinde dönüp dururken kulağının dibinde bir ses çınladı:
- Aksaray kapısındaki kör dünyadan el yudu, gerçek hayata geçti!
Ahi çoban, birden yatağından fırladı Aksaray kapısındaki âmâ'nın evine koştu Olanca kuvvetiyle kapıyı yumrukladı Gerçekten âmâ ölmüştü Bütün hizmetlerini üzerine aldı, onu kefenledi Mevlâna'nın kemerini de boynuna bağladı ve onu öylece kara toprağın koynuna verdi
Allah'ın sevgililerinin eteğine sarılanlara ne mutlu!  
Gece ile gündüz, tatlı ile acı, soğuk ile sıcak, kuru ile yaş, iyi ile kötü nasıl birbirinin zıddı ise, bazı insanlar da hidayet ışığının zıddı olmuşlardır
Şemseddin Mardinî isimli kişi de böyle bir bahtsızlığa düşmüştü Bir türlü Mevlâna'nın yüce şahsiyetini ve faziletini kabul edemiyordu, hatta aleyhinde bile konuşuyordu
Bir gece yatağına uzanmış yatıyordu Derken kendisini derin bir uyku bastırdı Daha sonra rüyaların denizinde yüzmeye başladı Rüyasında âlemlere rahmet olan Hazreti Peygamber'i görmüştü Allah'ın Sevgilisi topyekün zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın peygamberi yüksek bir yere oturmuştu
Mardinî huzura varıp selâm verdi Ne var ki Kâinatın Efendisi mübarek yüzünü ondan çevirdi Bu sefer, Mardinî onun yüzünü çevirdiği tarafa koştu O ışıklar saçan güzel ve mübarek yüz, yine aksi tarafa döndü Şemseddin Mardinî aklını yitirecek gibi oldu Çırpınan alevler gibi döndü:
- Ey kokusu güzel Peygamber! Ey eşi bulunmaz tek inci! Senin şefaatine nail olmak için nice zamandır çalışmaktayım Nice zahmetler çektim, nice üstadların önünde diz çöktüm Şimdi bu mahrumiyete sebep nedir?
Nihayetsiz olan Mülkün Seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi olan Cenab-ı Mustafa (S A V):
- Dediklerin doğrudur Ne var ki, senin yaptığın bizim hoşumuza gitmiyor Bu günahın bütün günahlarına bedeldir Çünkü sen Mevlâna'ya inkâr gözüyle bakıyorsun
Şemseddin ölüm terleri dökmeye başladı Bu rüyanın tesiriyle yatağından fırladı Sabah olur olmaz Hakk dostu Mevlâna'nın kapısına koştu ve kapıyı tıkırdattı İçeriden bir ses çağladı:
- Kim o?
Şemseddin Mardinî inledi:
- Günahına tevbe etmek isteyen biri
Kapı derhâl açıldı Şemseddin kendini yerlere attı, olanı biteni bir bir anlattı ve dedi:
- Ey Hûdâ'nın has kulu! Beni affedebilecek misin?
Gönül Sultanı Cenab-ı Mevlâna gülüyordu Şemseddin yüce mürşidin önünde tövbe etti, affa uğradı, Mevlâna'nın pınarında yıkanarak kurtuluşa ermişdi Artık mutlu ve mesuttu Saadetinden uçacak gibi olmuştu Nefsin ve gururun zincirlerini bir hamlede koparmış, erenlerin denizine dalmıştı
Şimdi Mevlâna'nın dizinin dibinden ayrılmıyordu Mevlâna coşkun pınarlar gibi çağlıyordu ve diyordu ki:
"Ey heva ve hevesi derununda tazeleyen kimse! Îmânını tazele Fakat yalnız dilin söylemesiyle değil! Heva ve şehvet taze bulundukça, îmân taze değildir Çünkü bu heva, hakikat kapısının kilididir Rüzgârın esişine tâbî olan, ot gibi nefis ve hevanın zevkine uyma! Zira arşın gölgesi bir kulübeden evlâdır
|