Prof. Dr. Sinsi
|
Yeni Kağıt Paralarımızın Arkasındaki Kişiler
1925’in yaz aylarında Ankara Palas’ın yapımının tamamlanması için Kudüs’ten geri çağırıldı
1925 yılında Evkaf Müdüriyeti Umumiyesi İnşaat ve Tamirat Müdürlüğüne atanan Kemalettin Bey, Ankara Palas’ın tamamlanması için çalışmalarını sürdürürken, başkentte gerçekleştirilmesi düşünülen bir dizi başka yapıyı da tasarlamaya koyuldu
1926 yılında Maarif Vekaletince kurulan Sanayi-i Nefise Encümeni üyeliğine, daha sonra aynı kurulun başkanlığına getirildi 1927 yılı içinde mimarın en önemli uğraşı, Maarif Vekaleti adına tasarladığı Gazi İlk ve Orta Muallim Mektebi oldu 12 Temmuz 1927 günü, Ankara Palas şantiyesinde kaldığı odada geçirdiği beyin kanaması sonucu 57 yaşında vefat etti 17 Temmuz günü İstanbul Karacaahmet’te yapılan büyük bir törenle toprağa verildi Mezarı daha sonra yol geçmesi dolayısıyla kaldırılınca, (kitabesiz olarak) Beyazıd Camii mezarlığına taşındı
Ahmet Cevad Paşa Türbesi, Fatih-İstanbul (1901), Filibe Gar Binası, Bulgaristan (1908), Kemer Hatun Camii, Beyoğlu-İstanbul (1911), İkinci, Üçüncü, Beşinci Vakıf Hanları, İstanbul (1911 yılında tasarlanmış, bitiş tarihleri belli değil), Bebek Camii, İstanbul (1913), Edirne Gar Binası (1914), İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (1913), Dördüncü Vakıf Hanı, İstanbul (1926), Birinci Vakıf Hanı, İstanbul (1918), Harikzedegan Kat Evleri, Laleli-İstanbul (1922), Mescid-i Aksa ve Hazreti Ömer Camii Restorasyonu (1925), Mimar Kemalettin Okulu, Ankara (1925 sonrası), Ankara Palas (1927), Ankara İkinci Vakıf Hanı (1927), Devlet Demir Yolları Genel Müdürlüğü, Ankara (1928), Ankara Gazi İlk Muallim Mektebi (1930), Sultan Ahmet, Fatih ve Ayasofya külliyeleri restorasyonu (tarihi belli değil)
FATMA ALİYE HANIM
Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olarak bilinen Fatma Aliye Hanım (1862 - 1936), tarihçi ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa’nın iki kızından büyük olanı Fransızca ve Arapça dersleri alan, matematik, hukuk, Arap tarihi ve felsefesi üzerine eğitim gören Fatma Aliye Hanım, 1879’da Faik Paşa ile evlendi İleri düzeyde Fransızca bilen Fatma Aliye Hanım, tarih bilgisini babasından edindi
Edebi yaşantısına 1889’da George Ohnet’in Volonte adlı romanını Meram adıyla çevirerek başladı Bu romanı “Bir Hanım” imzasıyla çevirdi Daha sonra yapıtlarında “Mütercime-i Meram” takma adını kullandı 1892 yılında ilk romanı olan Muhadarat’ı yazdı Bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalıştı Romanlarında çoğunlukla duygusal aşk temalarını işledi
İslam felsefesi konusunda özel bir eğitim aldı; döneminin en önemli isimlerinden biri olarak eserleri Almanca, İngilizce ve Arapça’ya tercüme edildi Arap, Amerikan ve İngiliz gazetelerinde, Fatma Aliye Hanım hakkında çok sayıda yazı yayımlandı
1897 Türk - Yunan Savaşı’nda yaralılara yardım etmek amacıyla Tercüman - ı Hakikat’te yazdığı makaleler aracılığıyla çok miktarda yardım malzemesi temin eden Fatma Aliye Hanım, 1908 yılında kurulan Cemiyet - i İmdadiye adlı yardım derneğinin kurucusuydu Söz konusu dernek, bilinen ilk Türk resmi kadın derneği olma özelliğine de sahip Fransız yazar Emile Julyar’ın “Doğu ve Batı Kadınları” adlı kitabını Fransız gazetelerine yazdığı bir mektupla eleştiren Fatma Aliye Hanım, bu tavrıyla Paris’te büyük yankı uyandırdı
Yaşadığı dönemde, Türk kadınlarının yazı yazması ayıp sayıldığı için, önceleri takma adlar kullanan Fatma Aliye Hanım’ın en önemli romanı olan “Hayal ve Hakikat”, Ahmet Mithat Efendi ile birlikte yazdığı bir eserdi 1891 yılında yayımlanan bu romandan sonra uzun süre mektuplaşan Ahmet Mithat Efendi ve Fatma Aliye Hanım’ın mektupları Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı
İlk eserlerinde Fransız romantiklerinin etkisinde kalan Fatma Aliye Hanım, “Udi” adlı romanında (1899) babasının görevi üzerine gittiği Halep’te yaşamına tanık olduğu bir kadın udiyi anlattı Fatma Aliye Hanım’ın “Hayal ve Hakikat”inin günümüz Türkçe’sine aktarılmış biçimi, Ağustos 2002’de yayımlandı 1914 yılında yazdığı “Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı” son yapıtıdır Bu romanında Meşrutiyet sonrası siyasal yaşamı ortaya koymayı amaçlayan Fatma Aliye, 13 Temmuz 1936 tarihinde İstanbul’da vefat etti
MÜZİSYEN ITRİ
Klasik Türk müziğinin kurucusu İtri’nin 1630 ile 1640 yılları arasında İstanbul’da doğduğu sanılıyor Çeşitli kaynaklarda ölümü için 1711 ve 1712 tarihleri gösterilmektedir Asıl adı Mustafa’dır Itri, şiirlerinde kullandığı mahlastır Buhurizade Mustafa Efendi diye de anılmıştır Çağının kaynakları, onun Mevlevi olduğunda birleşirler Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere bir ayin ile bir naat bestelemiş olması da bunun bir kanıtı olarak gösterilir Itri beş padişah dönemi gördü Sultan IV Mehmed zamanında tanındı Huzurda düzenlenen fasıllara hanende olarak katıldı, bestelediği yapıtlarla padişahlardan büyük yakınlık gördü Itri, IV Mehmed’le yakınlığının bir sonucu olarak, padişahtan, kendisine esirciler kethüdalığı görevinin verilmesi dileğinde bulunmuş, bu dileği yerine getirilmiştir Itri uzun yıllar Enderun’da müzik öğretmenliği ve hanendelik ettikten sonra, elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrıldı Meyvecilikle çiçekçiliğe meraklı olduğu, kendi adıyla anılan İstanbul’un ünlü Mustabey armudunu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir Itırdan gelen Itri mahlası da, çiçek merakına bağlanır Divan şairlerinden Şeyhi’nin yazdığına göre, ölümünden sonra “Mevlevihane Yenikapusu haricine” defnedilmiştir Mezar taşı kayıptır
Divan ve aşık tarzlarında şiirleri vardır Naatlar, gazeller, tahmisler, nazireler, tarih düşüren beytiler ve şarkılar dışında, hece ölçüsüyle türküler de yazmıştır Şiirlerini topladığı Divan’ı kayıptır Şiirlerine şuara tezkirelerinde, yazma şiir derlemelerinde rastlanır Asıl önemi besteciliğindedir Yapıtlarıyla bir çığır açmış, Klasik Türk müziğinin kurucusu olmuştur Ondan önceki bestecilerde, bir ölçüde de olsa, Orta ve Yakındoğu müziklerinin izleri sezilir Bu etkiler onda bütünüyle silinmiş, Klasik Türk müziği diye adlandırılan, Osmanlı-Türk üslubu en belirgin çizgileriyle ortaya çıkmıştır Klasik üsluba bağlı kalmış pek çok bestecide, az ya da çok, onun etkisi vardır Itri, Abdülkadir Meragi ve Hammamizade İsmail Dede Efendi’yle birlikte, Türk müziğinin gelişimini yönlendiren üç önemli besteciden biri olmuştur Itri, Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmıştır Bunların büyük bir çoğunluğu unutulmuş ya da kaybolmuştur; bugün ancak kırk dolayında yapıtı bilinmektedir
ŞAİR YUNUS EMRE
Yaklaşık 700 yıldır Türk milleti tarafından dilden dile aktarılmış, türkü ve ilahilere söz olmuş, yer yer atasözü misali dilden dile dolaşmış mısralarıyla Yunus Emre, Türk kültür ve medeniyetinin oluşumuna büyük katkılar sağlamıştır
Bazı kaynaklarda Anadolu’ya gelen Türk boylarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu rivayet edilirse de bu kesin değildir; tıpkı 1320 dolaylarında Eskişehir’de öldüğü yolundaki rivayetlerde olduğu gibi Batı Anadolu’nun birkaç yöresinde “Yunus Emre” adını taşıyan yer vardır “Bir garip öldü diyeler, Üç gün sonra duyalar, Soğuk su ile yuyalar, Şöyle garip bencileyin” diyen Yunus, belki de doğduğu ve yaşadığı topraklardan çok uzaklarda bu dünyadan göçüp gittiğini anlatmak istemektedir
Türkiye’nin pek çok yerinde Yunus Emre’nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır
Türk tasavvufunun dilde ve şiirde kurucusu olan Yunus Emre’nin şiirlerinde ahlak, hikmet, din, aşk gibi konuların hemen hepsi tasavvuftan çıkar ve tasavvuf görüşü çerçevesinde bir yere oturtulur
Yunus Emre, “gönül kırmamak” konusuna ayrı bir önem verir ve “üstün bir değer” olarak şiirlerinde bu konuyu özenle işler Bu arada Yunus Emre’yi öne çıkaran bir başka önemli özelliği de, şiirlerinde işlediği konuları ve telkinleri bizzat kendi hayatında uygulamasıdır Yunus, İslam’ın sabır, kanaat, hoşgörürlük, cömertlik, iyilik, fazilet değerlerini benimsemeyi telkin eder
Yunus Emre aynı zamanda bütün insanlığa hitap eden büyük şairlerdendir Bu anlamda Mevlana’nın bir benzeridir Yunus’taki insanlık sevgisi, neredeyse kendisiyle özdeşleşmiş “sevgi felsefesi”nin bir parçası ve hatta sonucudur Nitekim Yunus’un insan sevgisini ilahi sevgi ile nasıl bağdaştırdığını gösteren en çarpıcı mısralarından birisi “Yaradılanı hoş gör / Yaradan’dan ötürü”dür Yunus Emre’ye göre insanlar, din, mezhep, ırk, millet, renk, mevki, sınıf farkı gözetilmeksizin sevilmeyi hak etmektedirler Madem ki insanoğlu ruh yönüyle Allah’tan gelmektedir; öyleyse insanlar hiçbir şekilde birbirlerinden bu anlamda ayrılamazlar
Yunus Emre, hem Türk şiirinin kurucusu hem de milli birliğin önemli tutkallarından birisi olarak gösterilir
|