|
Prof. Dr. Sinsi
|
Mirâc Mucizesi Hakkında Gelebilecek Bazı Aklî Sualler:
Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz, "Evet, olabilir, mümkündür Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?
Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez Meselâ: Her zînazar gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar Her zîilim akliyle, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider Her ziîman, namazın ef'al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi'rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülük ile; Arştan ve daire-i esmâ ve sıfattan kırk günde geçebilir Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bâzı zatların ihbarat-ı sâdıkaları ile; bir dakikada Arşa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor Hem ecsâm-ı nûrânî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı, umum mü'minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbulü olan zât-ı Ahmediye'nin (a s m ) seyr ü sülûkuna medar bir Mi'racı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkidir (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 534-536)
-Mi'racın semerâtı ve faydası nedir?
Şu şecere-i Tûba-i Mâneviye olan Mi'racın beş yüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz
Birinci Meyve:
Erkân-ı imâniyenin hakaikını göz ile görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâli göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhûmeden çıkarıp, o nûr ve o meyve ile, o kâinatı; kudsî mektubat-ı Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan hakikatı göstermiş Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş Hem o nûr ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a'dâsı nihayetsiz ve fânî, bekasız bir vaziyet-i dalâletkâraneden o insanı o nûr, o meyve-i kudsiyye ile; Ahsen-i Takvimde, bir mucize-i kudret-i Samedaniyyesi ve mektubat-ı Samedaniyyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkıyesine namzet bir misafir-i azîzi suret-i hakikîsinde göstermiş İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir
İkinci Meyve:
Sâni-i mevcudat ve sâhib-i kâinat ve Rabbü'l-âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyyat-ı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki, târif edilmez Çünki: Herkes, büyükçe bir veliyy-i ni'met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur Temenni eder ki, 'Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim Benden ne istiyor, anlasa idim Benden onun hoşuna gideni bilse idim' der Acaba bütün mevcudat, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemalât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olmâsı lâzım olduğunu anlarsın
İşte zât-ı Ahmediye (a s m ) yetmiş bin perde arkasında O Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyyatını doğrudan doğruya Mi'rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir
Evet, beşer, kamerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse Hem ne kadar fedakârlık gösterir Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü'l-Mülk'ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki: O Mâlikü'l-Mülk-i Zülcelâl'in bir misafirhanesinde mumdarlık eder İşte zât-ı Ahmediye (a s m ), öyle bir zât-ı Zülcelâl'in şuunatını ve acâib-i san'atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş beşere söylemiş İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın
Üçüncü Meyve:
Saadet-i Ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir Evet, Mir'ac vasıtasiyle ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâl'in rahmetinin bâkî cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyyen hakkalyakîn anlamış ve saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçâre cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu târif edilmez Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver
Dördüncü Meyve:
Rü'yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin Yâni; her kalb sahibi bir insan; zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd der, pereştiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar Halbuki; bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemaatın güneşe nisbeti gibi de olmaz Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı zülcelâli ve'l-kemâlin saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın
Beşinci Meyve:
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sânî-i kâinatın nâzdar sevgilisi olduğu, Mi'rac ile anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zişuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki; kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes'udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez Çünki; âdi bir nefere denilse, 'Sen, müşir oldun ' Ne kadar memnun olur Halbuki; fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak silsilesini daima yiyen bîçâre insana, birden ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmanın rahmetinde ve hayal sür'atinde, ruhun vüs'atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü'yet-i cemâline de muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz
Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz Görüyoruz ki; her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı  Her taraf müthiş cenazelerle dolu  İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse; o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbap şekline girse Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse O yetimâne ağlayışlar, senakârane 'yaşasınlar' hükmüne girse Ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar; terhisat sûretine dönse Kendi sûrurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın İşte Mi'rac-ı Ahmediye'nin (a s m ) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz'iç, muvahhiş ve dağ gibi cismler birer müthiş cenaze; ecel herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mi'rac olan hakaik-ı erkân-ı îmâniye nasıl mevcudatı sana kardeş', dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir
İkinci temsil: Senin ile biz, sahrayı kebir gibi bir mevkideyiz Kum denizi firtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me'yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi 'bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz te'min edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin
İşte o sâhra-yı kebir, bu dünya yüzüdür O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçâre insandır Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdıır İşte, semere-i Mi'rac olan marziyyat-ı İlâhiyye ile şu dünya, gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi, onun misafirleri, me'murları, istikbal dahi, cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın  "
Kaynak: Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 533-547
Salih Suruç
|