Prof. Dr. Sinsi
|
Keşke Şöyle Olsaydı, Demenin Bir Sakıncası Var Mıdır?
Şeytanî Temenni
Hakiki mü’minler, insanların Allah’ın mesajlarını kabul etmelerini ve hak din etrafında toplanmalarını çok arzu ederler Onlar, hayatlarını dini tebliğ ve temsile bağlar; Rabbilerini anlatabiliyorlarsa yaşamayı manâlı bulurlar; İlâhi davete tercüman olamadıklarını düşünürlerse yaşamayı da abes kabul ederler Her gönle girebilmek, her kalbin bir beyt-i Hüdâ haline gelmesine vesile olabilmek için gayret eder; bu hedef istikametinde değişik yol ve üsluplar denerler Şeytan ise, onların bu saf ve dupduru niyetlerini, halis gayretlerini bulandırmak, iman davasına komplolar kurmak, onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak ve hattâ onu temelden değiştirmek ister Kendini dine adamış o insanlara vesveseler verir, onları asıl vazifelerinin dışında bazı hususlara çekmeye çalışır; Allah’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak olan en büyük gayeyi unutturur, insanları memnun etmek ve kendi safına çekmek gibi bir vesileyi ondan daha kıymetli ve önemliymiş gibi gösterir Ve maalesef, müminlerden bazıları onun bu vesvesesine ve tuzağına düşerler de, “Taraftarlarım çok olsun, insanlar beni dinlesinler” gibi düşüncelerle bazen dinden taviz verircesine bir yumuşak tavır içine girer ve mümaşatta bulunur, muhataplarının fikirlerine katılıyormuş gibi görünür ve tavizkâr davranırlar Bazen de iman hizmetindeki başarılarını kendilerinden bilir; riya, süm’a ve ucba düşebilirler Dahası, eğer ihlas kalesine sığınmazlarsa hiç farkına varmadan beklentilere girebilir ve tertemiz duygularla eda etmeleri gereken tebliğ ve temsil vazifelerini şahsî yatırımlar haline dönüştürebilirler Nitekim, Allah Teâlâ, “Senden önce hiçbir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, Şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek ve ümidini kırmak istemesin Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar Zira Allah alîmdir, hakîmdir (Her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir) ” (Hac, 22/52) buyurmuş ve Peygamberlerin masumluğunu hükme bağlarken, diğer müminleri de bu tür aldanmalara ve düşünce kaymalarına karşı uyarmıştır
Burada şu hususa da temas etmenin zaruri olduğunu düşünüyoruz: Bazıları mealini verdiğimiz ayette geçen “temenna” fiilinin ender kullanılan “okuma” mânasını esas almış; onu, Necm suresi, Garanik uydurma kıssası ve nesh konusu ile irtibatlandırıp garip bir senaryo ortaya çıkarmışlardır ki; Allah da, Resulü de, Kur’ân da bundan münezzehtirler Halbuki, bu kelimenin ilk ve meşhur anlamı “arzu etmek ve ummak”tır Temennîyi, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırması şeklinde mutlak olarak anlayanlar da vardır Yukarıda arzettiğimiz gibi, zihinde canlandırılmış olan bu tabloya “ümniyye” veya “münye” denilir ki, şimdilerde sıkça kullanılan “ideal” tabiriyle o kastedilmektedir Bu kelime felsefeciler arasında oldukça önemli bir yer edinmiş ve “idealizm” adlı bir felsefî ekolün esası haline gelmiştir İdealistler bütün gerçeklerin aslının “benlik”te olduğunu varsaydıkları için, nefsin istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler Bu yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealist kabul ederler Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine inanarak, peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist görürler İşte Kur’ân, özellikle de mealini verdiğimiz bu âyetle belirtiyor ki, peygamberlik sadece bir arzu ve bir temenni işi değildir Hele hele idealistlerin anladığı manâda bir temenni peygambere asla yakışmaz Zira; “O, heva ve hevesiyle konuşmuyor O(nun okuduğu Kur’an), kendisine vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir ” (Necm, 53/3-4)
Evet, Allah’ın elçileri hem masum hem de masundur; ismet sıfatına mazhardırlar, günaha girmezler ve Allah onları günahlara karşı sıyanet eder Peygamberlerden başkası masum değildir; fakat, ümmet içinde de masun (Allah’ın günaha karşı muhafaza ettiği, günaha açık olsa da ilahî sıyanetle korunan) insanlar vardır, hep olagelmiştir Ne var ki, az sayıdaki bu insanlar dışında herkes her an şeytanın tuzağına düşme ve günaha girme tehlikesiyle yüzyüzedir Bundan dolayıdır ki, Cenab-ı Allah, şeytanın “Ya Rabbî, Senin kullarından mutlaka bir pay edineceğim Mutlaka onları saptıracağım, birtakım temennilerle oyalayacağım ” (Nisa, 4/118-119) dediğini haber verir ve kullarını şeytanın ilka edeceği boş kuruntulara ve asılsız temennilere karşı uyarır
Şeytanın tuzağı tamamen boş vaadlere ve aldatmaya dayanır Bazen başarı ve zevk vadlerinde bulunarak, zaman zaman güç ve zenginlik vaat ederek, bir başka defa iman esaslarını inkâr ettirerek, kimi zaman muhatabını seçkin bir milletin güzide bir ferdi olması itibariyle Cennet’in hakiki varisi olduğuna inandırarak servet, şöhret, devlet, şehvet ve bazen de âhiret ile ilgili arzuları kamçılayarak, gönüllere ümniye ve kuruntularak salarak  Şeytan sürekli av peşindedir
Şeytanın insî dostları da, hep onun temennîlerini seslendirirler Mesela, “Şu Kur’ân okunduğunda ona kulak vermediğiniz gibi, ona karşı yaygara koparıp, onun başkaları tarafından anlaşılmasını da engelleyin Ancak böyle yaparak üstünlük sağlayıp onu bastırabilirsiniz ” (Fussilet, 41/26) derler ve isterler ki Kur’an dinlenmesin, emirlerine itaat edilmesin Yaygaralarıyla Kur’an’ı bastırmayı temenni ederler Yine onlar, mü’minlerin de kendileri gibi küfre düşmelerini delicesine isterler ve küfürde onlarla beraber olmalarını arzularlar (Nisa, 4/89) Onlardan da “keşke” sözü sadır olur; ama bu, müminlere karşı kalblerindeki haset ve kinin bir yankısından ibarettir Şeytan onları boş kuruntularla öylesine doldurmuştur ki, onlar, “Allah’ın çocukları ve sevgilileri” olduklarına, bundan dolayı Cennet’in kendileri için parsellendiğine ve Cehennem ateşinin onlara dokunmayacağına inanırlar Onlar bu ümniyeleriyle oyalanadursun, Allah Teâlâ da şöyle buyurur: “Şeytan, onlara sadece vadlerde bulunur, onları birtakım kuruntularla oyalar Şeytan, aslında onlara kuru bir aldatmadan başka ne vâd eder ki!” (Nisa, 4/120) “Allah’ın vâd ettiği bu mükâfat, ne sizin temennileriniz, ne de Ehl-i Kitab’ın temennileri ile elde edilmez Kim kötü iş yaparsa onun cezasını görür ve Allah’tan başka, kendisini o azaptan kurtaracak ne bir hâmi, ne de bir yardımcı bulabilir ” (Nisa, 4/123)
Ölüm Korkusu ve Uzun Ömür Arzusu
Mü’minler, ölümü bir terhis tezkeresi ve Sevgili’ye vuslat davetiyesi gibi görürken, iman mahrumları ona, her şeyin sona ermesi, bir yok olma, bir inkıraz, bir çözülüp dağılma ve topraklaşma nazarıyla bakar ve katiyen onunla yüz yüze gelmeyi arzu etmezler Onlara göre, insan ölünce her şey biter; her şey ve her yer yokluğun karanlığına gömülür Bundan dolayı da, onlar ölümü asla istemez ve ondan köşe bucak kaçarlar
Cenab-ı Hak, Yahudi ve Hıristiyanlardan bazılarının “Biz Allah’ın çocukları ve sevgilileriyiz” (Mâide, 5/18) demesi üzerine Peygamber Efendimiz’e şöyle hitap etmiştir: “De ki: ‘Ey kendilerine Yahudi diyenler! İnsanlar arasında yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ettiğinize göre, bu iddianızda tutarlı iseniz, haydi hemen ölmeyi temenni edin de bir an önce O’na kavuşun’ ” (Cuma, 62/6) Allah Teâlâ, iddialarının ne kadar asılsız ve geçersiz olduğunu göstermek için onlara böyle çağrıda bulunmuş; “Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına sarılıp duruyorsunuz?” itabıyla onların dünyaya ve hayata ne kadar düşkün olduklarını ve suiistimallerinden dolayı ölümü katiyen istemediklerini ifade buyurmuştur: “Ama onlar, bizzat yaptıkları zulümler sebebiyle asla ölümü temenni etmezler Allah, o zalimleri pek iyi bilir ” (Cuma, 62/7)
Evet, Allah o zalimleri pek iyi bilir ve onların karakterlerini, gönüllerinden geçenleri bizlere de bildirmektedir Yahudi ve Hıristiyanlardan bazılarının “Âhiret yurdu (Cennet) ancak bizimdir” demelerine rağmen, o yurdun koridoru olan ölümden korkup kaçtıklarını, ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine ait olduğuna cidden inanmış olanların, zahmetler, elemler ve kederlerle dolu olan şu üç-beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı olmadığını; bu düşünceyi taşıyanların bir an önce ölümü temenni etmeleri gerekirken, dünyadan ayrılmayı asla istemediklerini ve hattâ hayata en fazla onların düşkün olduğunu beyan buyurmaktadır “İnsanlar içinde dünya hayatına en hırslı olanların onlar olduğunu görürsün O kadar ki, bu hırsta müşriklerden bile daha ileridirler Onlardan her biri bin yıl yaşamak ister Fakat uzun ömür, onu cezadan uzaklaştıracak değildir Allah, onların bütün yaptıklarını görür ” (Bakara, 2/96)
Kur’an-ı Kerim, Âd kavmini anlatırken de ehl-i küfrün uzun ömür arzusunu nazara vermekte, Hz Hud’un onlara şöyle dediğini nakletmektedir: “Siz her yol üzerinde, gelip geçenleri şaşırtmak için bir alâmet yapıp saçma sapan şeylerle mi uğraşırsınız? O muazzam yapıları dünyada ebedî kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz? Başkalarının hukukuna karşı hiç sınır tanımadan hep böyle zorbalık mı yapacaksınız?” (Şuara, 26/128-130)
İşte, mü’minlerin âhiret özlemine mukabil, iman mahrumlarında da pek şedit bir yaşama arzusu ve uzun ömür temennisi vardır Onlar, dünyada bir müddet daha kalabilmek için sürekli “keşke keşke!” der durur; ölümü hatırlamak bile istemez ve ondan hep kaçarlar kaçarlar ama, katiyen kurtulamayacakları bir acı son onları beklemektedir: “Nerede bulunursanız bulunun: sağlam, yüksek kulelerde, hatta eflâke ser çeken gökteki yıldız burçlarında bile olsanız, ölüm mutlaka size yetişir ” (Nisa, 4/78)
|