Yalnız Mesajı Göster

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.





Adevam

Anadolu Eyaleti
Osmanlı Devletinin iki önemli taşra teşkilatından biri Daima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyaletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı Rumeli eyaletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’te de Anadolu eyaleti kuruldu Eyaletin merkezi önceleri Ankara idiYıldırım Bayezid Han 1393’te Kara Timurtaş Paşayı Ankara’ya Anadolu valisi olarak tayin etti Fatih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan İsa Beyi bu görevden alarak yerine İshak Paşayı tayin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Bayezid ve Selim’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyaletinin merkezi tekrar Ankara oldu

Sultan İkinci Bayezid devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyaletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydana geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdavendigar (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sahip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alaiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi)

Anadolu eyaleti, 16 asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır Önce Alaiye sancağı Kıbrıs eyaletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyaletine bağlanmıştır

İkinci Bayezid Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 103’ü zaim ve 7500’ü sipahi olmak üzere 7603 timar sahibi vardı ve 5372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12975 civarında idi Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba, 12527 köy, 1887 cemaat bulunmakta idi 1560-1580 seneleri arasında 5372 olan cebelülerin sayısı 10025’i bulmuştur Bu da timar sahiplerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir Anadolu eyaletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7188’i timar olmak üzere 7486 kılıç timar sahibi bulunuyordu

1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu eyaletinde 195 zeamet, 7166 timar olmak üzere toplam 7311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17000 asker bulunuyordu On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyalet teşkilatı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir Anadolu eyaleti, 1825’te çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan ibaret kalmış, hatta kısa bir süre sonra Afyon da hariç bırakılmıştır Eyalet, 1864’te idari teşkilatta yapılan değişikliklerden sonra vilayetlere ayrıldı

Asâkir-i Mansüre-i Muhammediye
Sultan İkinci Mahmud’un, Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmasından sonra, bu teşkilatın yerine tesis edilen ordunun adı

Sultan Mahmud Han, bir anarşi yuvası haline gelen Yeniçeri ocağını, 1826’da Ağa Hüseyin Paşanın da desteğiyle lağvetti Bu durum, Osmanlı tarihinde “Vak’a-i Hayriye” adıyla anıldı Lağvedilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” teşkilatını kurdu Ağa Hüseyin Paşayı serasker unvanıyla bu teşkilata komutan tayin etti 7 Temmuz 1826’da, bu teşkilata ait bir kanunname hazırlattı

Bu ordunun teşkilatlanmasına, ilk olarak İstanbul’da, “tertip” adı verilen sekiz alayın kurulmasıyla başlandı Sekiz alayın ikisi Serasker kapısında, diğer altı alay ise, o zamanlar inşası devam eden Davud Paşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskân edildi Hazırlanan nizamnameye göre kimliği belirsiz kimselerle, dönmeler bu teşkilata alınmayacaktı Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında bulunanların kaydı yapıldı On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzadebaşı’ndaki eski Acemi Ocağı kışlası, talimhane olarak tahsis edildi

Yeni ordunun ilk mevcudu 12000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı Mevcut sekiz tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş binbaşı vardı Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları (yüzbaşı), topçubaşı, arabacıbaşı, mehterbaşı, imamlar, hekim, cerrah vb ile beraber 1527 kişiyi buluyordu Her tertip, “saf” adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi Ayrıca her safta bir de top bulunurdu Bu toptan topçubaşı sorumlu idi Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı mülâzımı (teğmen), bir sancaktar, bir çavuş ve onbaşı bulunurdu

Bu sistem, 1828’de değişikliğe uğrayıp, tertip tabiri Alay’a, saf tabiri de Bölük’e çevrildi Bu süre içinde teşkilat büyüdü ve iki alaya bir Mirliva (tuğgeneral) kumanda etmeye başladı Ordu, aynı zamanda, Üsküdar ve İstanbul olmak üzere ikiye ayrılıp, her kısmın başına Ferikler (korgeneral) tayin edildi Yeni ordunun, seraskerlikten sonra gelen en yetkili makamı Asakir-i Mansure nezaretiydi Ordunun maaş gibi işlerinden, nazır mesuldü Yeni ordunun giderleri, Mansure hazinesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden sağlanırdı

Asakir-i Mansure ordusunun kuruluşundan iki sene sonra, Rusya ile savaş başlamasına rağmen, ordunun teşkilatlanmasına devam edildi 1834’te, ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Harbiye Mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi Aynı sene Asakir-i Mansure tabiri yerine, Asakir-i Nizamiye denildi ve bu tabir uzun süre kullanıldı 1836’da, şimdiki askeri teşkilatımızda olduğu gibi, belirli bir süre askerlik hizmeti yapılmasını öngören “Redif” teşkilatı kuruldu 1879’da seraskerliğin yerini harbiye nezareti aldı ise de, 1884’te tekrar seraskerliğe döndürüldü 1908’de ise harbiye nezareti, kesin olarak seraskerliğin yerini aldı

Asesler (Ases Teşkilatı)
Osmanlı Devleti'nde, şehirlerde geceleri dolaşan güvenlik kuvveti

Ases teşkilatı, İlhanlılardan Selçuklulara, oradan da Osmanlılara geçti Bu teşkilata, İlhanlılar Devletinde “emaret-i ases” denirdi Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulan aseslik teşkilatının başında, Yeniçeri Ocağı'nı meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısı bulunurdu Bu çorbacıya, asesbaşı denirdi Bugünkü manâda emniyet müdürüne karşılık gelmektedir

Asesbaşı idaresindeki asesler, geceleri, asayişi temin etmek için dolaşırlar, yasak yerlerde rastladıkları şüpheli kişileri yakalarlar, kimliklerini soruştururlar, suçlu olanları cezalandırırlardı Suçsuz olanları ise, yasak yerlerde dolaştıklarından ötürü para cezasına çarptırırlardı Yeniçeri ağasının yakaladığı kimselerin hapsi ile asesbaşı ilgilenirdi İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacafer zindanları da asesbaşının emri altındaydı

Asesbaşı, merasimlerde ve kapıkulu ocaklarının sefere çıkışlarında, beş yüz kadar olan maiyeti ile yolun iki tarafına dizilerek düzeni sağlardı Vezir-i azam divanında ve vezir-i azamın İstanbul’da kol gezdiği zamanlarda, bir kısım asesiyle birlikte asesbaşı da bulunurdu Narh denetiminde subaşıyla birlikte sadrazama yardımcı olurdu Yeniçerilere ulufe dağıtımına, Muhzır Ağa ile birlikte müşahit olarak katılırdı Elçi karşılama ve kabul resimlerinde, protokolde yer alırdı

Asesbaşı, başına yeşil çuhadan çatal kalafat, arkasına zağra yakalı ve yeşil divan kürkü, bacağına ak çakşır, ayağına da sarı yemeni giyerdi Devlet merkezi olan İstanbul’da, biri Galata’da diğeri Suriçi’nde olmak üzere iki asesbaşı vardı Fakat, Suriçi Asesbaşısı üstün dereceliydi Asesbaşı, Babıali’de bulunduğu için, kendisinin yeniçeri ağası dairesinde bir emir eri bulunurdu Yeniçeri ağası, asesbaşına bu emir eri ile emir gönderirdi Diğer şehir ve kasabalarda da, ases adı altında emniyet teşkilatı ve buna ait vergiler vardı

Aşiret Mektebi
İkinci Abdülhamid Han tarafından 1892’de aşiret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mektep

On sekizinci ve 19 yüzyıllarda, batılı büyük devletler, İmparatorluk dışındaki İslam cemiyetlerini siyasi ve ekonomik hakimiyetleri altına almışlardı Osmanlı devlet adamları, emperyalist batı tehlikesinin İmparatorluğa yaklaştığının farkındaydılar Bilhassa milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek, İmparatorluğun merkezinden uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu, Araplarla meskûn bölgeler için tehlike mevcuttu İşte, Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için, bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını, Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla, Aşiret Mektebi açılmasını faydalı buluyordu Ayrıca bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda, büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk, tek otorite olarak halifeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısıyla ülkede din birliği temin edilmiş olacaktı Nitekim bu gaye ve düşüncelerle nizamnamesi ve programı hazırlanan Aşiret Mektebi, 21 Eylül 1892 tarihinde açıldı Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbekir, Trablusgarp vilayetlerinden ve Kudüs, Bingazi ile Zur sancaklarından dörder talebe alındı Bu çocukların, kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu Bunlar, fevkalade bir ihtimamla yetiştirildiler Daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı İki yıllık öğretim programı, daha sonra beş yıla çıkarıldı Kur’an-ı kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersler okutuldu

Aşiret mektebine başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda, Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşiret çocukları da kabul edilmeye başlandı Böylece mektep, bütün aşiretlere hitap eder duruma geldi Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiler Bu mektepte yetişen aşiret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşiret reisi olduklarında, içinden yetiştikleri halkın, Osmanlı Devletine sadakatini temin ettiler Aşiret Mektebi, 1907 senesinde o günkü siyasi fikir ve akımların tesirine girmesi sebebiyle kapatıldı

Âyan Meclisi
Osmanlı Devletinde, 23 Aralık 1876’daki Kanun-i Esasi’ye göre, Mebusan Heyeti ile birlikte Meclis-i Umumi’yi meydana getiren heyet Hey'et-i Âyan da denilmektedir

Hey’et-i Ayanın üye sayısı Hey’et-i Meb’usanın üye sayısının üçte birini geçmezdi Ayan olabilmek için, eserleriyle, hizmetleriyle tanınmak ve kırk yaşını doldurmak gerekliydi Hey’et-i Ayana giren bir üyenin üyelik hakkı, hayatı boyunca devam ederdi Meb’usan Hey’eti toplanmadıkça, Ayan Hey’eti de toplanamazdı Fevkalade hallerde, padişahın isteği veya mebusların salt çoğunluğunun yazılı isteği ile, meclis, vaktinden önce açılabilirdi Ayan Heyeti, Mebusan Heyetince kabul edilip kendisine gönderilen kanun ve bütçe tasarılarını madde madde inceler, uygun olmayan maddeleri tespit ederek, düşüncesini belirtirdi Burası da, ya tamamen reddeder veya değiştirir, yahut düzeltilmesi için Mebusan Heyetine geri gönderirdi Kabul ettikleri tasarıları tasdik ederek sadrazama gönderirlerdi

İlk Ayan Heyeti, 19 Mart 1877 günü, Sultan Abdülhamid Han tarafından Dolmabahçe’nin büyük salonunda meclisin açılması ile vazifeye başladı Padişah tarafından tayin edilen bu heyetin, 27 üyesi vardı Ayan Heyeti çalışmalarına bir sene kadar devam etti Mebusan Meclisinin faaliyeti, bu meclisin çoğunluğunun, Türk olmayan azınlıkların elinde olması sebebiyle, 13 Şubat 1878 tarihinde Sultan Abdülhamid Han tarafından durdurulunca, Ayan Heyeti, İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar (1908), herhangi bir vazife görmedi Fakat, üyeleri hiçbir göreve tayin edilmediler ve normal maaşlarını aldılar İkinci defa meclis açıldığı zaman, bu heyetten, hayatta yalnız üç kişi kalmıştı Kanun-i Esasi’de 1909’da yapılan değişikliklerle, her konuda yasa teklifi yetkisini elde eden Ayan Meclisinin hukuki varlığı, Osmanlı Devletinin ortadan kalkmasıyla son buldu

Azaplar (Azap Teşkilatı)
Anadolu beyliklerinde, donanma hizmetinde kullanılan asker Osmanlı teşkilatında hafif yaya askeri Azab, Arapça'da evli olmayan, bekâr erkek demektir

İlk azab teşkilatını, Aydınoğlu Umur Bey İzmir’de kurdu Umur Bey, Latinlerle yaptığı çarpışmalarda, azab denilen donanma askerlerinden çok faydalandı Osmanlılarda ise, henüz Yeniçeri Ocağı kurulmadan önce, azab teşkilatı mevcuttu Azablar, Anadolu’dan toplanmış dinç ve kuvvetli Türk gençlerinden meydana geliyordu Bunlar; yaya, kale ve donanma azabları olmak üzere üç sınıftı

Yaya azabları, harp vukuunda, ihtiyaca göre 20 veya 30 haneden bir kişi alınmak suretiyle toplanırdı Diğer haneler de, seçilen bu azabların masraf ve iaşelerini karşılamakla mükellef tutulurdu Askerden kaçmaması için, her azabın bir kefili vardı Kaçtığı takdirde masraf bu kişiden alınırdı Azablar, vergiden muaftılar Kara savaşlarında düşmanın ilk saldırısını karşılamak, azabların vazifesiydi Düşmanı ilk önce ok yağmuruna tutan azablar, göğüs göğüse harbe girdiklerinde, belli bir plan dahilinde iki yana açılırlar ve düşmanı topçu kuvvetleri ile karşı karşıya bırakırlardı İşte bu anda Osmanlı topçusunun seri atışı sonunda, düşmana öldürücü darbe indirilmiş olurdu

Azabların Muharebe esnasında sayıları belirli olmayıp, düşmanın durumuna göre çok veya az olurdu Ankara muharebesinde ve İstanbul’un fethinde 20000 azab vardıOtlukbeli savaşında, Anadolu azabları 20000 ve Rumeli azabları 10000 kişiydi Azablar, kırmızı börk giyerlerdi Silahları ise ok, yay ve omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti Bazen da mızrak, yani kargı taşırlardı Yaya azabları, ilk dönemlerden 16 asır ortalarına kadar, savaşlarda büyük hizmet verdiler

On beşinci asrın başlarında azablar, Osmanlı Bahriye teşkilatında da kullanılmaya başlandı Bahriye azabları kabiliyetlerine göre, kaptanlığa kadar yükselme imkânına sahiptiler Bunların yedi-sekiz tanesi bir bölük sayılır ve bölükbaşısına “reis” denilirdi Reisliğe ise “badhani” denilen yelkencilikten geçilirdi Reisten sonra odabaşı ve aşçıbaşı gelirdi Reis aynı zamanda gemi süvarisi olunca “vardiyan-başı” denilirdi Süvari olan reis, daha sonra kaptan olurdu Ayrıca bölüksüz reis sınıfı vardı Kıdemli yelkencilerin terfi sırası geldiğinde, boş bölükbaşılık bulunmazsa, bunlara bir rütbe olarak reislik, yer açılınca da bölüklü reislik verilirdi Deniz azabları arasında, 150 kadar bölüksüz reis bulunurdu Bahri azablarının bir kısmı tersanede, bir kısmı da gemilerde hizmet ederlerdi Gemilerde bulunanlara “Azaban-ı donanma”, tersanedekilere de “Azaban-ı tersane” denirdi Azabların, tersane yanında bir kışlaları vardı Bugün buraya, Azapkapı denilmektedir

Ayrıca, hudut kalelerinde yaya azablarından teşkil olunan bir azab birliği görev yapardı Kale içinde oturan bu askerlerin bir kısmı ulufeli (maaşlı), bir kısmı timarlıydı ve her kalede belli bir değişmez sayıda idiler Ulufeli azab lâyık görülürse, timarlı olurdu Azab teşkilatı, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde kaldırıldı

Alıntı Yaparak Cevapla