Yalnız Mesajı Göster

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.

Eski 10-11-2012   #17
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Türk Ve Osmanlı Kurumları...A Dan Z Ye.



Kapıkulu Süvarileri

Osmanlı Devletinde dâimî orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı

Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi

Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi

Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15 asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı

Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi

Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı

Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi

Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür

Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti

İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı

Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı

Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi

Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi

Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu

Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi

Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı

Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu

Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi

Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi

Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi

Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu

Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı

Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı

Kaptan-ı Derya

Osmanlı bahriyesinde en büyük âmir ve donanma baş komutanına verilen ad Kaptanpaşa

Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan îtibâren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17 yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu Umumiyetle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi Eyâlet vâlileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi

Kaptan-ı derya tâbiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu târihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezâreti” adlı bir teşkilâta verilmiştir Kaptan-ı deryâlık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezâretine dönüşmüştür

Kaptanpaşa Eyaleti

Osmanlı Devletinde kaptanpaşanın idâresine verilen eyâlet

Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra, kaptanpaşa idâresindeki Gelibolu sancağına yeni sancakların ilâvesiyle Cezâyir-i Bahr-i Şefîd (Kaptanpaşa) eyâleti kuruldu Merkezi Gelibolu (Paşasancağı) olan bu eyâlete, Gelibolu, Kocaeli, Suğla, Biga, Eğriboz, İnebahtı, Mizistre, Karlıeli ve Midilli sancakları bağlandı Cezâyir-i Garb de, Barbaros Hayreddîn Paşadan îtibâren kaptanpaşaya bağlandı Sonraları; Mehdiye, Nakşe, Sakız, Girne, Lefkoşe, Andre sancakları da kaptanpaşa eyâletine dâhil edildi Bu sancakların beylerine “deryâ beyi” denirdi Zamanla eyâletin toprakları azaldı On dokuzuncu yüzyılda Kala-i Sultânî (Çanakkale) merkez olmak üzere yeniden düzenlendi ise de, 1867’de lağv edildi

Kara Kuvvetleri

Târihin bilinen ilk devirlerinden îtibâren Türkler, bilhassa orduya ve eğitime önem vermişler, bu ordular sâyesinde târihte devletler, imparatorluklar ve hattâ cihan imparatorlukları kurmuşlar, hak ve adâletin savunucusu olmuşlardır Bu orduların en önemlisi Kara Kuvvetleri dediğimiz kara ordusudur

Kara Kuvvetlerinin vazifesi, düşmanı saldırıdan caydırmak, saldırıları tesirsiz hâle getirmek, mümkünse yok etmek ve millî menfaatin gözetilip sağlanmasında gereken harekâtı yapmaktır Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilâtlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun İmparatorluğunda, Mete zamanında MÖ209 senesinde olmuştur Bu târih, Türk Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir Türkler kendi yaptıkları sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı Genel olarak Türk kuvvetlerinde itâat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olup çocuklar küçük yaştan îtibâren asker olarak yetiştirilirlerdi Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî haklarındandı En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakîkî bir savaş manevrası özelliğini taşırdı

Hükümdâr aynı zamanda ordunun başkomutanıydı Bu durum, Osmanlılar dâhil bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi Komutanlara tuğ verilir, savaştaki başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi Birlikler on, yüz, bin ve tumane (toman, tümen) denilen onbinlik de binliklere bölünürdü Bunların komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi denilmektedir

İslamiyetten sonra Ortaasya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır

Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyâsında askerî ve mülkî idârelerin tanziminde örnek olmuşlardır

Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı “Gulamân-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahnelerin askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı Ayrıca gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı

Karahanlı, Türkmen beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türklerden kuruluydu Gazneli ordusunda ise yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu Selçuklular savaşta ordunun moralini yükseltmek için nevbet ve cenk takımları kurmuşlar, bilâhare bu takım Osmanlılarda mehter takımlarına dönüştürülmüştür

Selçuklularda bir tuğ Onbaşı(Ortakbaşı-Vişak başı); iki tuğ Çavuş (Serheng-Ellibaşı); üç tuğ Yüzbaşı (Haylı); dört tuğ Binbaşı (Hacip veya Hadim); beş tuğ Emir (General); altı tuğ Sipehsâlâr veya Beylerbeyi; yedi tuğ Hükümdâr (Başkomutan) rütbe işâretleridir Bütün askerî işler merkezdeki Dîvân-ı Arz denilen dîvânda görüşülürdü

Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde aşîret kuvvetlerinden dâimî orduya geçildi Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyâlet askerleri ve geri hizmet kıt’alarını meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi (Bkz Kapıkulu Ocakları) Eyâlet Askerleri, Timarlı Süvâri, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi Birinci Sultan Murâd Han 1363’te Yeniçeri Ocağını kurdu

Osmanlı ordusunda Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde askerî ıslâhâtlar yapıldı Yeniçeriler yeni silâh kullanmayıp, değişik elbiseleri kabul etmediğinden devrin usûlünde Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu Fakat yeniçeriler isyân edince kaldırıldı Yeniçerilerin, 18 ve 19 yüzyıllarda disiplinsizlikleri iyice artınca Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839), 17 Haziran 1826’da bu ocağı kaldırıp, 20 Haziran 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunu kurdu Yeni ordunun mevcudu Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde 188000’e çıkarıldı Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1843’te altı ordu kurulup, askerlik müddeti beş yıla yükseltildi Sultan İkinci Abdülhamîd Hân (1876-1909) devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyâcı olan subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de Trablusgarp ve Balkan Harpleri netîcesinde muvaffak olunamadı Birinci Dünyâ Harbinde yedi cephede kahramanca mücâdele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu Mondros Mütârekesi sonunda 1919’da 50000’e indirildi Türk İstiklâl Harbinde Kara Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyâde tümeni hâline getirildi

Osmanlı ordusunda kullanılan rütbeler ve kabûl târihleri:

Erbaş ve erler: Er, Onbaşı, Çavuş

Küçük zâbitler (Astsb): Bölük Emini (1828), Çavuş, Başçavuş (1828)

Subaylar: Mülâzim-i Sânî (Tğm, 1793), Mülâzim-i Evvel (Ütğm, 1828) Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol Kol Ağası (KdYzb, 1828), Sağ Kol Ağası (ÖnYzb, 1828) Alay Emîri (Yzb rütbesinde)

Üst subaylar: Bnb, Baş Bnb (1793), Kaymakam (Yb, 1831), Miralay (Alb, 1828)

Paşalar (Generaller): Mirliva (Tuğg 1831), Ferik (Tümg 1831), 2’nci Ferik (Korg, 1908), 1’inci Ferik (Org 1904) Müşir (Mareşal, 1832)

Kazasker

Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir

İlk olarak Abbâsîlerde kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı Kâzaskerler sefere katılırlardı Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363) Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı

Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı

Tezkireci, kazasker kaleminin âmiriydi Rûznâmeci, tâyin işleriyle uğraşan kalemin müdürüydü Matlabcı, kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı Tatbikçi, büyük kâdıların gönderdikleri evrakların mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mühürü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın, suistimallerin önüne geçilirdi Mektupçu, kazaskerlere âit bütün yazışmaları idâre ederdi Kethüdâ, para işleriyle meşgûl olurdu

Kazaskerler 16 asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîr-i âzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim görev şeyhülislâmlara verildi Muayyen maaşlı müderris ile kazâ kâdılarının tâyinleri ise kazaskere bırakıldı Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı Hümâyûn günü pâdişâhın huzûruna çıkar, getirdiği defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dâhilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâade isterdi Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âit olduğu zamanda vezîr-i âzamın muvâfakatını alırlardı

Kazaskerlerin tâyinleri, 17 asra kadar vezîr-i âzamların pâdişâhlara arzı ile yapılırdı Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîr-i âzamların muvâfakatini alarak kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arz etmeye başladılar Rumeli Kazaskerliği, Anadolu kâzaskerliğinden daha önemliydi Kazaskerlerin görev süreleri 17 asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indi Kazasker olan bir zât birkaç defâ aynı makâma tâyin edilebilirdi Kazaskerin verdiği kararların doğru olup olmadığı diğer bir hâkim tarafından tetkik edilir, aksaklık olursa, düzeltilmesine karar verilirdi

Pâdişâhlar sefere çıkarlarken, kazaskerler de muhakkak sefere iştirak ederlerdi Vezîr-i âzamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise kazaskerler nâmına bir ordu kâdısı vazîfelendirilirdi

Kazaskerlik Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiş ve Osmanlı Devletiyle birlikte bu makam da kalkmıştır

Kervansaray

Kervanların ticâret yolları üzerindeki konak yerleri Devlet veya hayırsever kişiler tarafından kurulan bu muhkem binâlarda kervan ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı Bunlar, bir şehir içinde olurlarsa, “han” adını alırdı

İslâmiyetin yayılış dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticârî maksatla kullanıldı ve bu binâlara, kervansaray adı verildi Türklerin Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamânında en gelişmiş şeklini aldı Anadolu’da bulunan çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı

Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen; içlerine girildiği zaman kervan kâfilelerinin her türlü ihtiyâçlarını karşılayacak bir teşkilâta sâhib olan bu binâlar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticâret yolları üzerinde her menzil için, yâni 30-40 kilometrelik mesâfede bir yaptırılmışlardı Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazîfesini gören Anadolu toprakları üzerine, İkinci Kılıç Arslan, Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Birinci İzzeddîn Keykâvus ve Birinci Alâeddîn Keykubâd gibi iktisâdî ve ticârî hayâtın önemini bilen Selçuklu sultanları; Antalya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticâret merkezlerini birbirine bağlayan ticâret yolları üzerinde büyük kervansaraylar kurdular Bu merkezlere yerleştirdikleri tüccârlara her türlü yardımda bulundular Anadolu’ya gelen yabancı tüccârlara da büyük kolaylıklar gösterdiler Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan ve malları denizde batan tüccârların zararlarını devlet hazînesinden tazmin ederek, bir nevî devlet sigortası kurduları Antalya ve Alâiyye (Alanya)den başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a ulaşan doğu-batı istikâmetindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istikâmetinden İstanbul’a ve Batı Anadolu vâdilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikâmetindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop’a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak’a giden yollar üzerinde pekçok kervansaray yaptırdılar

Selçuklular zamânında Anadolu’da kurulan yol güzergâhları, Osmanlılar zamânında değişti Bunun sonucu olarak bâzı yerler ticârî merkez olma durumunu kaybettiler

Zâten Ümit Burnu yolunun bulunması ile Hindistan’a ulaşan ticâret yolunun ağırlık merkezi de Atlas Okyanusuna kaymıştı Anadolu’da ticâretin önemini kaybetmesi üzerine, Selçuklular zamânındaki kervan yolları da ıssızlaştı Meselâ Osmanlı Devletine başşehir olan İstanbul’u, Sûriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray yapımına devâm ettiler İstanbul’u, Sûriye üzerinden Mekke ve Medîne’ye bağlayan yol üzerinde hac farîzasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere kervansaraylar kurdular

Zengin ticârî malları taşıyan kervanlar için hudut civârında düşman çapulcularından, içeride göçebe ve eşkıyâ baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak ve yolcuların kondukları ve geceledikleri yerlerde her türlü ihtiyâçlarını temin etmek maksadıyla kurulan kervansaraylarda; yatakhâne ve aşhâneler, erzak ambarları, ticârî eşyâ depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, yolcuların namaz kılmaları için mescidler, kütüphâneler, misâfirlerin yıkanması için hamamlar, abdest almaları için şadırvanlar, tedâvîleri için hastahâne ve eczâhâneler, ayakkabılarının tâmiri ve fakir yolculara yenisinin yapılması için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkilât ve tesisleri idâre edecek, gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve memurları vardı

Umûmiyetle Selçuklu sultanları ve devlet adamları tarafından yaptırılan bu muazzam kervansarayların hepsi vakıftı Maddî büyüklükleri ve teşkilâtları nisbetinde zengin gelir kaynaklarına da sâhiptiler

Bu sûretle kervansaraylara inen ve konaklayan tüccar ve her türlü yolcu, zengin fakir; Müslüman gayri müslim kim olursa olsun, orada her türlü ihtiyâcını ücretsiz olarak görebilirdi

Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedâvi edilir, hayvanlarının tedâvisi de baytar (veteriner) tarafından yapılır ve tedâvi masrafları vakıf tarafından karşılanırdı Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi

Büyük ve muhkem binâlar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fakat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı Şafak atınca davullar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı!” diye sorarlar, herkes; “Tamamdır Allahü teâlâ hayır sâhibine rahmet eylesin” diyerek kervansarayı vakf edene duâ ederlerdi Herkes gerekli yol hazırlıklarını yaptıktan sonra kapılar açılır, misâfirlere; “Gâfil gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah âsân (kolay) getire” diye duâ ve nasîhatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı

Sulh zamânında ticârî maksatlar için kullanılan kervansaraylar, harb zamânında o belde ahâlisinin düşman hücûmundan korunmak için sığındığı veya sefer esnâsında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaraylar, hudut kalesi vazifesini görürdü Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20000 askerle kuşatan bir Moğol komutanına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi

İslâm dîninin misâfirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu, ortaya çıkan kervansarayların bir benzeri, ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi, düşüncesi bile mevcut değildi İslam tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve faydalı eserler uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar


Alıntı Yaparak Cevapla