Konu
:
Osmanlıda Hukuk, Adalet Ve Yargı Sistemi
Yalnız Mesajı Göster
Osmanlıda Hukuk, Adalet Ve Yargı Sistemi
10-11-2012
#
1
Prof. Dr. Sinsi
Osmanlıda Hukuk, Adalet Ve Yargı Sistemi
1- Osmanlıda Şer’î- Örfî Hukuk Ayrımı
İslâm hukuku anayasa idare ve malî hukuk gibi hususlarda çerçeve hükümler getirmekle yetinmiş ayrıntıya girmemiştir
Bunun çeşitli tarihî siyâsî ve hukukî sebepleri vardır
İslâmı bir hukuk sistemi olarak da benimseyen Osmanlı Devletinde de sultanlar bu çerçeve hükümleri esas alarak kendilerine tanınan sınırlı yasama yetkilerini kullanmışlardır
Kanunnâme ferman adaletnâme yasaknâme gibi isimlerle anılan bu düzenlemelere fıkıh kitaplarındaki hükümlerle karışmaması için örfî hukuk ismi verilmiştir
Buna göre fıkıh kitaplarında yer alan hükümlere şer’î hukuk devlet başkanının fermanları ile oluşan hükümler topluluğuna da örfî hukuk denmiştir
Her iki hukuk birden de Osmanlı hukukunu oluşturmaktadır
Belirtmek gerekir ki bu ayrım örfî hukukun şer’î olmadığı anlamına gelmemektedir
Bilakis şer’î hukuk yukarıda da izah edildiği üzere niteliği itibariyle örfî hukukun oluşmasına izin vermiş bulunmaktadır
Ayrıca şer’î ve örfî hukuk birbirinden tamamen bağımsız iki hukuk sistemi de değildir
Başka bir ifade ile örfî hukuk şer’î hukuka bağlı olarak gelişen hükümler topluluğundan ibarettir
Çünkü örfî hukuk şer’î hukuk tarafından ülül-emr’e tanınan sınırlı yasama yetkisi kullanılarak oluşturulan hukuktur
Zaten diğer kaynaklar yanında örfî hukukun temel kaynağını oluşturan örf ve adet ile amme maslahatı şer’î hukukun kaynakları arasında yer almaktadır
Şer’î ve örfî hukukun düzenledikleri alanları da kesin bir çizgi ile birbirinden ayırt etmek mümkün değildir
Çünkü şer’î ve örfî hukuk tamamen farklı alanları düzenleyen ayrı hukuk sistemleri olmayıp çok defa şekil ve muhteva açısından yanyana bulunmaktadırlar
Meselâ devlet başkanının mevcut şer’î hükümleri tedvin etmesi örfî hukuk olarak nitelendirilmektedir
Böyle bir durumda meydana getirilen hükümler şer’î onlara verilen şekil ise örfî hukuk olarak isimlendirilir
Şer’î hukukun herhangi bir hüküm vaz’ etmediği ve kanunlaştırılmasını tamamen zamanın devlet başkanına bıraktığı hususlarda ise daha rahat bir ayrım yapılabileceği söylenebilir
Ancak bu ayrımın belirli hukuk dallarından ziyade her hukuk dalındaki hükümler nazara alınarak yapılması daha sağlıklı bir netice verir
Çünkü şer’î hukuk belirli alanları tanzim ederek diğer alanları tamamen boş bırakmış değildir
Az veya çok genel-özel hüküm şeklinde mutlaka bir kısım hükümler vaz’ etmiştir
Ancak her hukuk dalında ilişkin hükümlerin yüzdesi farklıdır
Mâlî hukukta ve ceza hukukunun tazir suç ve cezalarında örfî hukuk oranı yüzde doksanlara varırken borçlar ve aile hukuku alanında bu oran yüzde birlere kadar inmektedir
2- Osmanlı’da Anayasa Hareketleri
İslam belirli bir yönetim şekli öngörmemiştir
Muhtemelen bu sebepten İslam tarihinde bugünkü anlamı ile sistemli bir anayasa hazırlanmamıştır
Hz
Peygamber devrindeki Medine Anayasası olarak bilinen vesika da çeşitli sebeplerle kısa sürede değerini yitirmiştir
Osmanlı devletinde de Fatih devrine kadar herhangi bir anayasa veya bu nitelikte bir belgeye ihtiyaç duyulmamıştır
Bu sebeple Osmanlı hukuk tarihinde ilk yazılı anayasanın Fatih’in teşkilat kanunnamesi olduğu söylenebilir
Ancak söz konusu kanun yeni hükümlerden çok o zamana kadar fiilen yürürlükte bulunan hususları yazılı hale getirmiştir
Bu husus kanunnamede “bu kanun atam dedem kanunudur” şeklinde açıkça belirtilmektedir
Kanunnamenin muhtevasında divan-ı hümayun ve saltanat başta olmak üzere devletin merkezi teşkilatı ve bunların işleyişi üzerinde durulmaktadır
Kanunnamede o devre kadar ki saltanat usulü sadece yazılı hale getirilmiş devletin şeklinde herhangi bir değişikliğe gidilmemiştir
Tartışmalı olmakla birlikte kamu düzeni için padişahların kardeşlerini katledebilecekleri hükme bağlanmıştır
Divana bizzat padişahın başkanlık etmesi geleneği kaldırılmıştır
Diğer teşkilatlarda da herhangi bir değişikliğe gidilmemiştir
Belirtmek gerekir ki günümüz anayasaları ile mukayese edildiğinde eksik ve basit olduğu söylenebilir
Ancak hazırlandığı devir nazara alındığında onun anayasa niteliğinde bir kanun olduğu söylenebilir
Fatih’in söz konusu kanunnamesi üzerinde yapılan bir kısım değişikliklerle 1876 Kanun-ı Esâsiye kadar yürürlükte kalmıştır
Ancak bu arada yine anayasal belge olarak nitelendirilebilecek Sened-i İttifak ve özellikle Tanzimat Fermanı bulunmaktadır
1808 tarihli Sened-i İttifak Anadolu ve Rumeli Ayanları ile II
Mahmut arasında imzalanmıştır
Bu belge ile devlete isyan eden âyanlar resmen tanınmış ve padişahın yetkilerinde önemli ölçüde sınırlamalara gidilmiştir
Niteliği ve getirdiği hükümleri itibariyle önemli bir belge olsa da anayasal bir belge olduğu söylenemez
3- Tanzimat Fermanı ve Getirdiği Yenilikler
Gülhane Hatt-ı Hümâyunu veya Tanzimat Fermanı olarak tarihe geçen ferman 3 Kasım 1839 da Mustafa Reşit Paşa tarafından okunarak yürürlüğe girmiştir
Söz konusu ferman anayasal bir belge insan hakları bildirisi ferman veya sadece şartnâme yani egemenliği kullanmaya yetkili organın kendi yetkilerini kendisinin kısıtladığı bir tasarrufu olarak da nitelendirilmiştir
Belirtmek gerekir ki söz konusu belge Osmanlı tarihinde zaman zaman rastladığımız fermandan başka bir şey değildir
Bugünkü hukuk anlayışı ile ele alınırsa sistemli bir anayasa olduğu söylenemez
Bununla birlikte getirdiği hükümler ve başlattığı devir açısından normal ferman ve anayasalardan farklı bir konuma sahiptir
Çünkü o Osmanlı Devletinde Lâle devri ile gayr-ı resmi olarak başlayan Batıya yönelişin resmen başlangıç belgesidir
Gerçekten Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devletinin Batılılaşma yoluna girmesini sağlayacak kuruluşların temeli atılmıştır
Bütün alanlarla ilgili olarak kavanin-i cedide vaz’edileceği kabul edilmiştir
Gerçekten de bu tarihten sonra ceza ve ticaret kanunları başta olmak üzere bir çok kanun Fransa’dan iktibas edilmiştir
Yani Tanzimat fermanı Osmanlı hukuk tarihinde iktibas hareketini başlatmıştır
Bütün müesseselerde Batı esas alınarak değişikliklere gidilmiştir
Böylece Cumhuriyet devrinde yapılacak olan yeniliklerin bir çoğunun temeli atılmıştır
4- Kanun-ı Esâsi Ya da Birinci Meşrutiyet
Kabul etmek gerekir ki Osmanlı hukuk tarihinde bugünkü anlamı ile ilk yazılı anayasa 1876 tarihli Kanun-ı Esasidir
Söz konusu anayasa 1876 yılında II
Abdülhamid’in tahta çıkışı ve daha çok Mithat Paşanın gayretleri ile ilan edilmiştir
O devirde devletin içerisinde bulunduğu dahili ve harici gailelerin giderilmesi amacıyla hazırlanmıştır
Ayrıca hazırlanmasında Tanzimat ve Islahat Fermanlarında olduğu gibi batının önemli ölçüde etkisi olmuştur
Kanun-ı Esasi’ye göre yürütme görevi başta padişah olmak üzere bakanlar kuruluna yasama görevi ise âyân ve mebusan meclisine verilmiştir
Yargı alanında ise mahkemelerin bağımsızlığı hükme bağlanmış ve savcılık müessesesi kabul edilmiştir
Kanun-ı Esâsî kısa süre sonra II
Abdülhamid tarafından askıya alınmıştır
Böylece 33 yıl sürecek olan II
Abdülhamid devri başlamıştır
1876 anayasasında 1909 yılında önemli değişiklikler olmuş mesela hükümetin parlamentoya karşı siyasal sorumluluğu benimsenmiştir ki bu da en azından şeklen parlamenter hükümet sistemine bir geçiş sayılabilir
5- Osmanlı’da Yönetim
Osmanlı devletinin nev-i şahsına münhasır bir yönetim tarzına sahipti
Devletin başında Padişah vardı
Padişahlık babadan oğula geçmekteydi
Yasama yürütme ve yargı padişaha bağlıydı
Padişah hukuken sorumsuzdu
Ancak Osmanlı devletinde ulema-vükela ve askeri sınıf genelde bir muhalefet partisi gibi çalışıyordu
Padişah sorumsuz gibi görünmekle birlikte ulemadan fetva ve vükelanın (vekiller=bakan ve diğer bürokratlar) desteğini alan askerler padişahlardan birini indirip diğerini tahta oturtabiliyorlardı
Bu kurumlar birbiri ile uyumlu çalıştığı dönemlerde devlet yükselmiş aralarındaki uyum bozulunca devlet çökmeye başlamış ve nihayet bu ilişki kopunca devlet de yıkılmıştı
Padişahın devlet işlerini yürüten yardımcısı sadrazam bütün işlemlerinin İslam hukukuna uygunluğunu denetleyen yardımcısı ise şeyhülislamdı
Örfi hukuk ile ilgili yargı yetkisini sadrazama şer’î hukuk ile ilgili yargılama yetkisini ise kazasker ve divanlara bırakmıştı
Taşrada ise kadılar her iki görevi birlikte yürütmekteydiler
Merkezde devlet işlerinin halledildiği en önemli yer şüphesiz Divan-ı Hümayun idi
Fatih devrine kadar padişahlar divana bizzat başkanlık etmiş bu tarihten sonra yerlerini sadrazama bırakmışlardır
Taşra teşkilatına gelince Osmanlı devleti federal bir yapı görünümündeydi
Ülke eyaletlere eyaletler sancaklara sancaklar da kazalara bölünmüştü
Eyaletlerin başında beylerbeyi sancakların başında sancakbeyi kazaların başında ise aynı zamanda hakimlik noterlik ve belediye başkanlığı da yapan kadılar bulunurdu
XVIII
yüzyılın başlarından itibaren başlayan batılılaşma veya diğer adı ile “Lale Devri” ekonomik sosyal kültürel alanlarda kısmen dahi olsa ilerleme olmasına rağmen hukuki alanda herhangi bir değişiklik ve yenilik olmamıştı
Devlet nüfuzunu kötüye kullandığından ve saldığı ağır vergilerden dolayı idareye karşı genel bir hoşnutsuzluğun doğmasına sebep olmuştu
Bunu fırsat bilen bazı kişiler devlete karşı başkaldırmaya başlamışlardı
Bir kısım âyân eyaletlerde idareyi ellerine geçirmeye başlamışlardı
Bu hal merkezi otoritenin zayıflamasına neden oldu
III
Selim ile başlayan Nizâm-ı Cedid hareketi idari mali iktisadi askeri içtimai ve hemen her alanda büyük yenilikler öngören bir program idi
Kısmen dahi olsa bu program uygulamaya konuldu
III
Selim’den kısa bir süre sonra tahta geçen II
Mahmut yarım kalan programı daha da genişleterek uygulamaya çalıştı
O zamana kadar bir çok padişahın kaldırmaya teşebbüs edemediği teşebbüs edenlerin de canından ve makamından olduğu yeniçeriliği kaldırdı
Hemen ardından Divan-ı Hümayuna geniş yetkiler verdiğini adlî idari mali ve diğer hususlarda alınacak kararların kendisi tarafından kabul edileceğini beyan etti
Devletin hemen hemen bütün alanlarında yenilikler getirmeye çalıştı
Vergilerin tarh ve toplanmasında Avrupa devletlerinin usulünden yararlanıldı
Divan-ı Hümayun teşkilatı tamamen değiştirildi
Avrupa'da olduğu gibi “Bakanlıklar” kuruldu
Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye ismi ile bir meclis oluşturuldu
6- Ceza Hukuku
Osmanlı devletinde suç ve cezalar had kısas ve ta’zir olmak üzere üç kısma ayrılıyordu
Bunlardan had ve kısas fıkıh kitaplarında yer alıyor ta’zir suç ve cezaları ise kanunnamelerle düzenleniyordu
Hatta Osmanlı kanunnamelerinde en çok yer verilen hususun ta’zir suç ve cezaları olduğu söylenebilir
Tanzimat Fermanından sonra 1840 ve 1851 tarihli Ceza Kanunnameleri hazırlanmıştır
Söz konusu tamamen Fransız kanunlarından tercümedir
Ta’zir suç ve cezaları ile ilgili olduğu için yine de şer’î hukukun dışına çıkıldığı söylenemez
Bu kanunnamenin ilanından sonra ülkenin her vilayetinde oluşturulan meclislere bağlı sorgu hakimleri aracılığı ile zanlıların sorgusu yapılarak işkence ile suçu itiraf ettirme gibi metotlar tamamen yasaklanmıştır
7- Osmanlı Medeni Kanunu Ya da Mecelle
Osmanlı devletinde fıkıh kuralları geçerli olduğu için ayrı bir medeni kanun olmayıp fıkıh kitapları mahkemelerde uygulanıyordu
Özellikle şeyhülislamların verdiği fetvalar mahkemelerin işlerini oldukça kolaylaştırmıştır
Tanzimat fermanından sonra Osmanlı devletinin bir medeni kanunun olması ve bunun da özellikle Fransa’dan alınması için büyük gayret gösterilmiştir
Devrin ileri gelenleri arasındaki anlaşmazlıklar sonucunda bu başarılamamış ve 1868 yılında yine fıkıh kitaplarına dayanan Mecelle vücuda getirilmeye başlanmıştır
Mecelle 1868-1876 tarihleri arasında kitaplar şeklinde hazırlanmıştı
Tamamı 1851 madde olup akitlere haksız fiillere bir kısım şahsın hukukuna bir kısım ayni haklara ve bir kısım da hukuk muhakemeleri usulüne ait olmak üzere çeşitli hükümlere yer verilmişti
Mecelleyi hazırlayan kurul aslında 16
kitaptan sonra dağılmamış aile miras vasiyet vesayet vakıf gibi hususları hazırlamaya devam etmiştir
Ancak bu hususlar kanunlaşamadan ilgili komisyonun çalışmaları tatil edilmiştir
Kanun tekniği ve tasnif bakımından o devirdeki batı mevzuatına mesela Fransa veya Avusturya medeni kanununa nazaran geri olmakla birlikte kendisinden önceki Osmanlı mevzuatına nazaran terakki etmiş bir sistematiğe sahiptir
Daha da önemlisi dağınık bir halde bulunan fıkıh hükümlerini bir sisteme bağlı olarak bir araya getirmesi açısından büyük bir yenilik ve ilerilik arz eder
Mecellenin hazırlandığı devri de göz önüne almak gerekir
Yetkin hukukçuların yetişmediği bir dönemde ve hukukçu olmayan üyelerden kurulmuş olan ticaret ve nizamiye mahkemelerinde de uygulanmak üzere hazırlanmıştır
Bu nedenle tekrar tarif ve mukaddimelerle onlara bir nevi hukuk kitabı vazifesi görmeyi de üstlenmiştir
Medeni kanun sistematiğine bağlı olarak değil de o devirde acilen ihtiyaç görülen kısımlarına öncelik verilerek hazırlanmıştır
Ayrıca Mecellenin zamanına göre sade basit anlaşılır ve hukuki bir dil ile yazıldığı söylenebilir
8- Mecelle Üzerinde Değişiklik Çalışmaları
Mecelle aile ve miras başta olmak üzere normal bir medeni kanunda bulunması gereken hususları içermiyordu
Bu sebeple İkinci Meşrutiyetten sonra Mecelleyi bir medeni kanun olarak tamamlamak üzere çeşitli komisyonlar kurulmuştur
Bunlardan sadece aile hukukunu tanzim eden Hukuk-ı Aile Kararnâmesi yürürlüğe girmiştir
Söz konusu kararname Müslüman Hıristiyan ve Yahudi aile hukuklarını tanzim etmiştir
Müslümanlar tarafından dört mezhebi birleştirdiği (telfik) azınlıklar tarafından da aile hukuku ile ilgili yetkileri ellerinden alarak şer’iye mahkemelerine verdiği için eleştirilmiştir
Bu sebeple iki yıldan daha az bir süre yürürlükte kalabilmiştir
1916 yılında kurulup alt komisyonları aracılığı ile uzun süre çalışmalar yapan Kanun-ı Medeni Komisyonundan beklenen sonuç elde edilemeyince 1923 yılında isimleri değiştirilerek ve görev alanları yeniden belirlenerek yeni komisyonlar oluşturulmuştur
Ne var ki komisyonların çalışmalarından kayda değer bir netice elde edilememiştir
9- Osmanlı’da Adalet ve Yargı Sistemi
Osmanlı devletinde her vilayet sancak ve kazada ihtiyaç dairesinde bir veya bir kaç hakim bulunurdu
Tek hakimin görev yaptığı bu usule şer‘iye mahkemeleri denirdi
Tanzimat’tan önce Osmanlı devletinde şer’iye mahkemeleri Cemaat mahkemeleri ve konsolosluk mahkemeleri olmak üzere üç çeşit mahkeme vardı
Müslüman halk arasında çıkan her türlü anlaşmazlıklar ile Osmanlı teb’ası ile yabancı devletler teb’ası arasında meydana gelen medeni hukukla ilgili olmayan anlaşmazlıklara şer’iye mahkemelerinde bakılırdı
Bunlar tek hakimle il ve ilçelerde yargı görevini yerine getirirlerdi
Cemaat mahkemeleri Osmanlı devletinin Müslüman olmayan halkının din ve mezhep yönünden bağlı bulundukları cemaatların mahkemeleri idi
Bunlar kendi cemaatlarına bağlı kimseler arasında çıkan medeni hukuka ilişkin anlaşmazlıkları kendi örf ve adetlerine göre çözümlerlerdi
Konsolosluk mahkemeleri ise kapitülasyonlardan faydalanan yabancı devletlere mensup kimseler arasında çıkan anlaşmazlıklara bakıyorlardı
Osmanlı adliye teşkilatında başka bir ifade ile şer’iye mahkemelerinde yargılamada çabukluk ve ucuzluk en belirgin özellik olarak göze çarpmaktadır
Hükmün sebebi ve şartları tamamıyla bulunduktan sonra hakimin hüküm vermeyi geriye bırakması mümkün değildi
Aksi takdirde görevinden alınması söz konusu olabilirdi
Çünkü geciken adaletin zulüm olduğu kabul edilmekteydi
Hakim hükmünü ancak tarafların sulh olmalarından ümitli olduğu veya yeteri kadar araştırma yapamayıp kendisinde karar verecek kanaat hakim olmadığı zamanlarda geciktirebilirdi
Yargılama basitlik ucuzluk ve çabukluk ilkelerine dayanmaktaydı
Yabancı yazarlar özellikle bu konu üzerinde dururken dünyada sulh ve ceza mahkemelerinin bu derece hızla sonuçlandığı başka bir ülkenin olmadığını bu tür davaların Osmanlıda ancak üç-dört gün sürdüğünü belirtmektedirler
Aynı şekilde muhakemenin hızlılığı kadar hakimlerin tarafsızlığı da dikkat çekicidir
Din ayrımı yapılmaksızın Müslüman Hıristiyan veya Yahudi herkes gerçeği müdafaa etmek için bir avukatın güzel konuşmasına ihtiyaç duyulmaksızın davalarını bu hakimlere izah edebiliyorlardı
Bununla birlikte yargılama esnasında hakikatin araştırılmasına azami dikkat gösteriliyordu
Hakim gerekirse bilirkişilerin ve müftünün yardımını isteyebilirdi
Bilirkişiler aynı yerde ise sözlü başka yerde iseler yazılı olarak görüşlerini bildirebilirlerdi
Hakim bilirkişiye gitmek zorunda olmadığı gibi bilirkişilerin verdiği bilgilerle de bağlı değildi
Kendi kanaatine göre hüküm verirdi
Hakim davalara bakarken sıra takip ederdi
Ancak acele görülmesi gereken veya uzaktan gelen kişilerin davalarına öncelik verebilirdi
Yargılamalar aleni idi
Bir başka ifadeyle yargılamada bulunup yargılamayı dinlemek isteyenler bundan men edilemezdi
Hakim yargılama esnasında özellikle alim kişileri bulundurup bunlarla istişare edebilirdi
Ayrıca hakimin yalnız bulunması onu rüşvet vb
töhmetlere maruz bırakabilirdi
Bu sebeple muhakemenin yapılış tarzını gözetlemekle yükümlü şuhûd’ül-hâl adını taşıyan müderris ayan gibi şehrin ileri gelenlerinden seçilen beş-altı kişilik bir grup her zaman mahkemelerde bulunurdu
Hakim davaya bakarken bu kişilere danışır özellikle hukukun örfî yönleri ve mahallî adetler konusunda bu kişiler hakime yardımcı olurlardı
Ayrıca müftüler her ne kadar adalet dağıtanlar arasında olmasalar da verdikleri fetvalar ile davaların mahkemeye gelmeden halledilmesini sağlıyorlardı
Böylece hakimlerin işlerini kolaylaştırıyor ve böylece davaların yığılmasını ve adaletin gecikmesinin önüne geçilmiş oluyordu
Hakim yargılama devam ederken hükümden önce kanaatini açıklayamazdı
Hüküm anlatıldıktan sonra gerekçesi yazılır ve taraflara birer nüshası verilirdi
Osmanlı mahkemelerinde idarî-hukukî ayrımı olmadığı gibi medenî-ceza ayrımı da yoktu
Sadece Tanzimat’tan önce askerî ve adlî mahkeme ayrımı vardı
Tanzimat’tan sonra ise askerlerin özel hukuka ilişkin işlerine de adli mahkemelerde bakılmaya başlanmıştı
Tek hakimin görev yaptığı mahkemelerde hakim önüne gelen her türlü davayı karara bağlardı
Hatta günümüzdeki belediye başkanının bazı işleri ile noterlik işleri ile dahi hakimler ilgilenirdi
Osmanlı devletinde hakim olabilmek için yerli yerinde hüküm verebilen anlayışı kuvvetli dürüst ve güvenilir şahsiyet sahibi sağlam iradeli hukuki meselelere ve yargılama usulüne vakıf ve davaları İslam hukukuna göre çözebilecek ilmi yeterliliğe sahip olması gerekirdi
Hakimler bulundukları yerde adaletin temsilcisi olduklarından devletin siyasi ve idari meselelerine karışmazlardı
Osmanlı devletinde genel olarak hakimlerin bağımsız ve oldukları söylenebilir
Nitekim Fatih’in bir ustabaşı ile aralarındaki davada hakim Fatih’in aleyhine karar verebilmiştir
Şüphesiz Osmanlı devletinin son devirlerine kadar ki huzur ve sükunu hukuka hakkıyla riayet eden hatır ve gönüle bakmadan hiçbir makamın tesir ve nüfuzuna kapılmayan padişahın hukuka aykırı emirlerine itaat etmeyen hakimlerin varlığı sayesinde olmuştur
Osmanlı yargı sisteminin genel olarak tek dereceli olduğu söylenebilir
Bununla birlikte devletin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan veya mahalli hakimlerin vermiş olduğu kararların hukuka veya örfe aykırı olduğunu iddia edenler valilerden veya askeri sınıftan şikayeti olan herkes ırk dil din sınıf ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin Divân-ı Hümâyûn’a başvurabilirlerdi
Divan-ı Hümayun her ne kadar bir yürütme organı gibi görev yapsa da aynı zamanda burada yargılama da yapıldığını belirtmek gerekir
Hakimin kararı hukuka uygun ise onanır değil ise yeniden ilgili mahkemeye gönderilerek davaya tekrar bakılması sağlanırdı
10- Yargı sisteminde düalizm devri
Tanzimat’tan önce ceza ticaret ve hukuka ilişkin her türlü davaya şer’iye mahkemelerinde bakıldığını yukarıda ifade etmiştik
Tanzimat'tan önce Osmanlı devletinde yargı gücünü tek başına elinde bulunduran şer’iye mahkemeleri başka bir ifade ile hakimlerin bu yetkileri XIX
yüzyılın ilk yarısından itibaren azalmaya başlamıştır
Daha Tanzimat’ın ilanından bir yıl sonra Meclis-i Ticaretin kurulması ile ticarete ilişkin yetkileri kısılmış fakat tamamen ellerinden alınmamıştır
Yine aynı yıl çıkarılan ceza kanunnamesi ile cezaya ilişkin yetkilerinde de önemli kısıtlamalar olmuştur
İdari yargıya ilişkin olarak da Tanzimat’ın ilanından önce 1837 de kurulan Meclis-i Valay-ı Ahkam-ı Adliye ile zaten bu yetkileri ellerinden alınmıştı
Ayrıca hakimlerin yerel yönetim yetkileri tamamen kaldırılmıştır
Böylece daha Tanzimat fermanı ilan edilmeden Osmanlı yargı sisteminde düalizm (ikilik) devri başlamıştı
Tanzimat’tan sonra bu düalizm daha da yaygın hale getirilmiş şer’iye mahkemelerinin görevleri İslam özel hukukunun şahıs borçlar eşya ve aile hukukuyla sınırlandırılmıştır
Yine 1837 yılında İstanbul Hakiminin makamı Bâb-ı Meşihatdeki boş odalara taşınarak ilk kez resmi bir mahkeme binasında yargı görevi yerine getirilmeye başlanmıştır
Aynı yıl kazaskerlikler birer mahkeme olarak Bâb-ı Meşihate nakledilerek bütün hakimler doğrudan şeyhülislama bağlanmıştır
1838 de hakimlerin yetkilerini kötüye kullanmalarını önlemek ve mevcut usulsüzlükleri ortadan kaldırmak amacıyla Tarik-i İlmîye Dair Ceza Kanunname-i Hümayunu yürürlüğe konmuştur
1916 tarihinde kazaskerlik ve evkaf mahkemeleri de dahil olmak üzere bütün şer‘iye mahkemeleri Adliye Nezaretine bağlanmış ve Temyiz mahkemesinde şer‘iye adıyla bir daire teşkil olunmuştu
1919 yılında tekrar şeyhülislamlığa bağlanan şer‘iye mahkemeleri 1917 tarihli Usul-i Muhakeme-i Şer‘iye Kararnamesi ile sağlıklı bir yapıya kavuşturulmuştu
1924 tarihli Mehâkim-i Şer‘iyenin İlgasına ve Mehâkim Teşkilatına Ait Ahkam-ı Muaddil Kanun ile bu mahkemelere son verilmiştir
1860 ’da ilk Nizamiye Mahkemesi olarak kabul edilen ticaret mahkemesinin kurulması 1868 de Divan-ı Ahkam-ı Adliye ve Şuray-ı Devlet ismiyle iki yüksek mahkeme oluşturulması ve nihayet 1870 tarihli bir nizamname nizamiye mahkemelerinin yurt çapına yayılması ile Osmanlı adliye teşkilatında düalizm dana da yaygın hale getirilmiştir
Bu mahkemeler şer‘iye mahkemelerinin yanında ikinci bir mahkeme olarak kurulmuş ve görevleri belirlenmiştir
Buna göre aile miras vakıf şahsa karşı işlenen suçlar ve cezaları gibi hukuk-ı şahsiye davalarına şer’iye mahkemelerinde bakılmaya devam edilecek unların dışında kalan hukuki anlaşmazlıklara ise Divan-ı Ahkam-ı Adliye’de bakılacaktı
Divan-ı Ahkam-ı Adliye hukuk ve ceza olmak üzere iki kısımdan oluşuyordu
Her bir daire en az beş en çok on üyeden oluşacaktı
Bu yüksek mahkeme şer‘iye mahkemelerinde yürütülen şer‘i haklar gayr-ı müslimlere ait özel davalar ve özel meclislerce görülen ticaret davaları dışında her çeşit ceza ve hukuk davalarına re’sen veya istinaf yolu ile bakabilecekti
Bir süre sonra Divan-ı Ahkam-ı Adliye Adalet Bakanlığına çevrilerek başına da bu kurulun başkanı olan Ahmet Cevdet Paşa getirilmiştir
Yargı sistemindeki bu değişikliklere rağmen henüz bir usul kanunu yoktu
Mecelle’yi hazırlayan kurul 301 maddelik bir usul kanun tasarısı hazırlayarak Şuray-ı Devlet’e incelenmek üzere göndermişti
Burada incelendikten sonra Meclis-i Mebusan’a gönderilmiş olan kanun harpler ve diğer siyasi sebeplerle görüşülemedi
Bu sırada Adalet Bakanı olan Said Paşa medeni yargıdaki bu boşluğu doldurmak için daha önce tercüme edilmiş ve Şuray-ı Devlette görüşülmüş olan Fransa’nın usul kanununu Kanun-ı Esasinin verdiği yetkiye dayanarak muvakkat kanun olarak 1880 tarihinde Usul-i Muhakemat-ı Hukukiyye Kanunu ismi ile yürürlüğe koydu
Bu muvakkat kanun daha sonra bir kısım tadillerle Cumhuriyet devrine kadar yürürlükte kalmıştır
11- Yargıtay ve Danıştay’ın Doğuşu
Gerçekten ilk olarak 1837 tarihinde Meclis-i Valay-ı Ahkam-ı Adliye bağımsız bir yüksek mahkeme olarak Osmanlı adliye teşkilatına girmiştir
Ancak bu bağımsız mahkeme sadece adli bir mahkeme olmayıp aynı zamanda kanun ve nizamnameleri hazırlayan bir danışma kurulu ve idari mahkeme olarak ta görev yapmak üzere kurulmuştu
Görüldüğü üzere yine karmaşık bir yapıya sahiptir
Kanun ve nizamnameleri hazırlama yetkisi 1854 Meclis-i Ali-i Tanzimat’a devredilen bu meclis daha sonra Meclis-i Ahkam-ı Adliye ismi ile tekrar birleştirilerek yine idari ve adli yargı alanında yüksek mahkeme olarak görevini sürdürmeye devam etmişlerdir
Adli yargı ile idari yargının birbirinden ayrılışı başka bir ifade ile adli ve idari yüksek mahkemelerin tam olarak kuruluşu 1868 tarihinde olmuştur
Gerçekten 1868 de Meclis-i Ahkam-ı Adliyenin ikiye bölünerek Divan-ı Ahkam-ı Adliye ve Şuray-ı Devlet ismiyle iki yüksek mahkemenin oluşturulması bugünkü Yargıtay ve Danıştay’ın kesin şekilde kuruluşu olmuştur
KAYNAK: Atatürk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Yrd
Doç
Dr
Osman Kaşıkçı
Prof. Dr. Sinsi
Kullanıcının Profilini Göster
Prof. Dr. Sinsi Kullanıcısının Web Sitesi
Prof. Dr. Sinsi tarafından gönderilmiş daha fazla mesaj bul