Prof. Dr. Sinsi
|
Sorularla Osmanli
Kanunî Sultân Süleyman’a Kanunî denmesinin sebebi nedir? Bazı kimseler, şer’i şerifi terk ederek Avrupa’dan kanunlar almasından dolayı bu isimle yâd edildiğini söylemektedirler Bu iddianın aslı nedir?
Hem ilim adamlarımızdan ve hem de diğer okuyucularımızdan aldığımız bir önemli soru, üç ciltte toplam 200’e yakın kendi devrinde hazırlanan Kanunnâme neşrettiğimiz Sultân Süleyman’ın "Kanunî" unvanıyla alakalıdır Bir kısım okuyucular, doğrudan bu unvanın verilişinin sebebini sorarken, bir kısmı da, "islâm hukuku yani şer’î hukukun hükümlerini bir tarafa bırakıp kendi iradesiyle kanun yaptığından dolayı mı bu unvanı almıştır?" diye soruyorlar Hatta bir kısım okuyucularımız, büyük İslâm âlimlerinin bu meseleden dolayı, Kanunî’ye diğer Padişahlar gibi sıcak bakmadıklarını ifade ederek Osmanlı Kanunnâmelerinin I Cildinde naklettiğimiz ve uzun uzadıya izahını yaptığımız Zenbilli Ali Efendi’ye ait şu hakikatli fıkrayı dile getirmektedirler:
"Sultân Süleyman Kanunî, kesretli Kırkçeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: Hilâfı şerîat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir pisledin ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez"
Bu suallere kısa da olsa cevap vermek, yerinde olsa gerektir
Evvelâ, şunu belirtelim ki; Sultân Süleyman’a "Kanunî" unvanının verilmesinin asıl ve birinci sebebi, Fâtih, II Bâyezid ve Yavuz zamanında, İslâm Hukukunun ülü’lemre tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılarak hazırlanan ve daha evvel neşrettiğimiz Kanunnâmeler tedvîn edilmiş olsa da, İslâm ve dolayısıyla Osmanlı Hukuk tarihinde, sınırlı yasama yetkisini kullanarak en çok ve en muntazam kanunların, Sultân Süleyman zamanında tedvîn olunmasıdır Gerçekten de, en çok ve en derli toplu kanunlar, gelmiş geçmiş Padişahlar içinde, Sultân Süleyman zamanında hazırlanmıştır Nitekim onun devrinde hazırlanan kanunnâmelerin, 12 ciltlik Osmanlı Kanunnâmeleri adlı eserimizin üç cildini teşkil etmesi ve 200’den fazla muntazam Kanunnâmenin bulunması da, bu dediklerimizi te’yîd eylemektedir
Saniyen, bir kısım büyük İslâm âlimlerinin fevkalâde bir latife üslûbu içinde de olsa, Avrupa’dan bazı kanunları getirdiği için Sultân Süleyman’ı tenkit etmeleri, onun bu unvanının, şer’î kanunlara aykırı ve kendi iradesiyle bazı Avrûpâî kanun vazr etmesinden kaynaklandığı kanaatini, bazı ehli imânda doğurmuş bulunmaktadır Hemen şunu ifade edelim ki, Zenbilli’nin biraz evvel naklettiğimiz sözü, bir lâtifedir; ancak bir hakikati da tazammun etmektedir O hakikat da şu olsa gerektir: Kanunî Sultân Süleyman, açıktan şerîata aykırı kanunlar hazırlatmamıştır; ancak şer’îliği tartışmalı olan bazı meselelerde, Ebüssuud gibi, büyük İslâm hukukçularının fetvalarına dayanarak ve İslâm Hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanarak, kanun hükümleri ortaya koydurtmuştur İslâm Hukukunda râcih kavil vardır; mercûh kavil vardır Sultân Süleyman, bazı konularda, asrın maslahatlarını da göz önüne alarak, Ebüssuud gibi âlimlerin kanaatiyle, mercûh yani zayıf olan görüşü, râcih yani kuvvetli olan bir görüşe tercih yolunu ihtiyar eylemiştir Şerlliği tartışılan bu meseleler arasında, asrımızda bir kısım insanlarımızın, meselenin aslını bilmeden "Osmanlı Devleti’nde de faiz vardı" demelerine sebep teşkil eden "mıTâmelei şer’îyye" mevzuu; mîrî arazinin ve icâreteynli vakıfların sınırsız süreli kira akdiyle işletmeye verilmesi; bazı esaslarının şerîata açıkça aykırı olmayacak şekilde Avrupa esnaf kaidelerinden alınmış olması mümkün olan gedik müessesesi; kalpazanlar, cinsî sapıklar ve benzeri cemiyet hayatını bozan suçları işlemeye devam edenlerin ta’zir bilkatl yetkisine dayanılarak idam edilmesi ve irsâdî vakıflar da denilen tahsisat kabilinden vakıflar bulunmaktadır Bütün bunlarda, tamamen müftülerin fetvalarına dayanan Sultân Süleyman’ın açıkça şerîata muhalif bir hükmü kanun haline getirttiği söylenemez Ancak zayıf görüşlerin kabulü; zaruret veya âmme maslahatı gibi esâsları bazan bilmeyerek veya ilim adamlarının vasıtasıyla suiistimal ettiği ve dolayısıyla zımnen şer’î hükümlere aykırı davrandığı da muhtemel ve mümkündür; zira Kanunî ma’sûm değildir
Şunu da hatırlatalım ki, tatbikattaki gayrı meşru1 tasarrufları, Osmanlı Hukukuna mal etmek mümkün olamaz
Bütün bunları yaparken de, şerîata karşı muhalefet olmaması için titiz davrandığını; manevî mes’ûliyetten kurtulmak gayesiyle, vefatı anında Ebüssuud’dan aldığı fetvaların kendisiyle beraber defnedilmesini vasiyet eylediğini ve en önemlisi de kendi devrindeki kanunları kendisi değil, zamanındaki Ebüssuud gibi İslâm âlimlerinin hazırladığını da burada hatırlatmak istiyoruz
Şunu da hatırlatalım ki, bu sayıları 200’ü geçen Kanunnâmeler, Osmanlı Hukuk sisteminin tamamı değildir Belki %10’u bile değildir Zira Osmanlı Hukuk sisteminin %90’ı, fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şervî hükümler yani şerfattır Kanuni döneminde de durum böyledir
Üçüncü olarak, Kanuni unvanının verilmesine sebep, kanunların hiç bir fark gözetilmeksizin herkese âdil bir şekilde onun zamanında tatbik edilmesindendir Nitekim Kanunnâmesinde yer alan şu madde bu konuda iyi bir delil teşkil eder:
"Cinayetler karşılığında vaz’ olunan cezalar konusunda kaide sabit oldu ki, sipahi, ra’iyyet, şerif, vazî’, denî ve mücrim arasında müşterektir ki, her kim ki bu suçlardan birisi ile mücrim ola, mukabelesinde ta’yin olunan ceza ile cezalandırılır"
Kanuni zamanında ve diğer dönemlerde Osmanlı Devleti’nin resmi hamr adıyla şaraptan vergi aldığını ve hatta bazan meyhane resminin de alındığını görüyoruz Acaba içki caiz mi görülmektedir ki, bu çeşit resimler alınmaktadır? Bazı kimselerin Kanuni’ye isnad ettiği içki içtiği iddiası doğru mudur?
Kanuni, içki içmeyen ve bilakis takva ile hayatını devam ettiren bir devlet adamıdır Bu konu, İslâm hukukundaki hükümler bilinmeden istismar edilen bir konudur Meselenin esası da şudur:
A) İslâm Hukukuna göre sarhoşluk veren bütün içkiler haramdır ve Osmanlı Devleti de bu yasağı şiddetle uygulamıştır Ancak gayri müslim vatandaşların belli kayıt ve şartlar altında kullanmalarına müsaade edilmiştir Bu sebeple, İslâm Hukukunun getirdiği şartlar dahilinde Osmanlı ülkesinde de hamr ve benzeri içkiler satılabilecek ve gayri müslimler tarafından kullanılabilecektir Hatta devletin sınırları içinde, gayri müslimlerin eğlenebilecekleri ve içki içebilecekleri meyhaneler de açılabilecektir Bütün bunların tek şartı, Müslümanlara zarar verir hale gelmemesidir Mesela ancak nüfusunun kahir ekseriyeti gayri müslim olan mahallelerde satılabilmekte ve meyhane açılabilmektedir Osmanlı Devleti’nde Müslümanların ve gayri müslimlerin mahallelerinin ayrı ayrı olmasının bir sırrı da budur
B) Müslümanlar için caiz olmasa da, gayri müslimler için belli şartlarla serbest bırakılan içki ve domuz gibi mallardan (gayri müslimlere göre maldır; Müslümanlara göre mal kabul edilmemektedir), İslâm devleti vergi alabilecektir Özellikle Hanefi hukukçuların içtihadı bu şekildedir İşte Osmanlı Devleti de özellikle İmam Züfer’in içtihadını esas alarak, gayrı müslimlerin ürettikleri şaraplık şireden ve hamr ve benzeri içkilerden şire resmi veya hamr resmi denilen bir vergi almıştır 1591 yılından itibaren içkiden alınan vergiye zecriye resmi denmiştir Nitekim Osmanlı Devleti domuzlardan da resmi hınzır veya canavar adıyla vergi almıştır
C) İçkiden alınan bu vergiler Hamr Emâneti Mukata’atı denilen bir maliye dairesi tarafından tahsil edilmiştir Hatta Kanuni Sultân Süleyman, gayri müslimlerce açılan meyhanelere Müslümanların da gitmesinden ve de bazı Müslümanların yasak olarak içki kullanmaya başlamasından dolayı, Hamr Emâneti Mukata’asını kaldırmış, Osmanlı sınırlarına sokulan içkilere ve bunların üretimine ciddi yasaklar getirmiştir Bu arada içki içildiği ve gayri meşru fiiller yapıldığı gerekçesiyle bütün meyhaneler ve kahvehaneler kapatılmıştır Ancak daha sonra bu yasaklar II Selim zamanında kaldırılmış ve gayri müslimlere müsaade edilmiştir III Selim zamanında yeniden tanzim olunan zecriye resminin tahsili de yeni esaslara bağlanmıştır
D) O halde Osmanlı Devleti’nde hamr ve benzeri içkilerden vergi alınması veya bu vergilerin tahsili için maliye daireleri teşkil olunması yahut da gayri müslimlere meyhane açmaya ve içki ticâreti yapmaya müsaade edilmesi, Müslümanların ve hele hele içkiyi gayri müslimlere bile yasaklayan Kanuni gibi bir devlet adamının içki içmesi manasına gelmez ve böyle bir iddia kesinlikle doğru değildir
Osmanlı Devleti’nin Arapları zorla hâkimiyeti altına aldığı ve onları sömürdüğü iddia edilmektedir Bu iddiaların aslı ve esası var mıdır?
Maalesef bu tür iddialar, ilmî olmaktan ziyade siyasîdir Osmanlı Devleti’nin idaresi altında asırlarca yaşayan topraklar üzerinde iktidarı elinde bulunduran siyasî güçler kendi suiistimallerini örtmek için böyle bir propagandaya baş vurmaktadırlar Osmanlı Devleti, zorla ve zulümle hâkimiyetini mazlum milletlere kabul ettiren bir imparatorluk değildir Belki, Müslümanların ve gayrimüslimlerin, eski tâbirle istimâlet ile yani kendi meyil ve arzularıyla, adaletinden ve huzurundan istifade etmek gayesiyle hâkimiyeti altına girmeyi arzuladıkları ve vardıkları her yere i’lâyı kelimetullah gayesiyle ayak basan bir İslâm devletidir Altı yüz sene yaşayan bir devletin elbette haseneleri de seyyieleri de olacaktır Ancak kaderi ilâhinin bu kadar uzun seneler yaşamasını takdir ettiği bu devletin, hasenatı herhalde seyyiâtına gâlibdir Balkanlardaki bazı Hıristiyan gruplara, kiliselerde yaptıkları âyinlerde papazlar tarafından şöyle duâ ettirildiğini, Amerika’da araştırma yapan bir arkadaşım, kilise kayıt defterinin orijinalinden bir müzede bizzat okumuş ve bize nakletmişti "Ya Rab! Bize de Osmanlı hâkimiyetinin altına girmeyi nasib et ki, dinimizi huzur içinde yaşayalım" O halde Osmanlı Devleti, kılıca dayalı ve sömürgeci bir imparatorluk değil, eşine tarihte ender rastlanacak olan bir İslâm devletidir Burada Muhammed Abduh’un şu sözlerini zikr etmeden geçemeyeceğiz (Padişah Abdulhamid’e yazdığı bir layihada diyor):
"İtikad ediyorum ki, bu zamanda imanın şartlarının birincisi Allah’a imandır İkincisi Peygamber’e imandır Üçüncüsü de, Osmanlı Devleti’nin bekasına imandır Zira bu devlet yıkılırsa, Alemi İslâm perişan olacak ve sahipsiz kalacaktır "
Mesela Kuzey Afrika’da, XVI asrın ilk çeyreğinde Mağrib ülkeleri Hıristiyan istilasına maruz kalmış ve kendi devletleri zayıf düşmüştür Bir tımarlı sipahinin çocukları olan Oruç Reis ve Hızır Reis de, bu bölgeye Fâtih zamanında gelmişler ve yerleşmişlerdir Bahadır kardeşler, kısa zamanda Hıristiyanları durdurma ve iç ihtilafları önlemek üzere gayret göstermişler ve bunda da muvaffak olmuşlardır Avrupalılar’ın Mağrib Müslümanlarını canavar gibi parçalamayı beklediğini çok iyi bilen Cezayirli Müslümanlar ve bunları birliğe davet eden Oruç ve Hızır kardeşler çareyi Osmanlı Sultânı Yavuz Sultân Selim’e mektup yazmakta bulmuşlardır Mektubun gayesini tek cümleyle özetlemek mümkündür;
"Biz Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayı ve o devletin bir vilayeti olarak kalmayı istiyoruz Mümkünse Hızır Reis’i de bize Beylerbeyi (vali) olarak tayin ediniz"
Kuzey Afrika veya bir diğer adıyla Mağrib yani Batı Arap Aleminin Yavuz’a ve Kanunî’ye mektuplar göndererek, Osmanlı Devleti’nin şemsiyesi altına girmeyi can ü gönülden istedikleri gibi, Muhammed Harb ve Abdülcelil EtTemîmî’nin konuyla ilgili araştırmaları, Ortadoğu’daki Araplar açısından da durumun aynı olduğunu ortaya koymaktadır:
Evet! Doğudaki Araplar da tıpkı Mağrib’dekiler gibi, Osmanlı Devleti’ni davet etmişler ve onlara merhaba demişlerdir Bu durum, Mısır fethinden kısa zaman öncesinden değil, belki çok daha evvel başlamıştır Özellikle Mısır’daki Müslüman ahali, İslâm’ı tatbik eden kuvvetli bir devlete tabi’ olmayı başından beri istemektedir Ortadoğu’daki Araplar, tıpkı Mağribliler gibi, Osmanlı Devleti’ni, kendilerini Memlüklü devletinin zulmünden kurtaran bir kurtarıcı olarak görmüşlerdir
Abdullah bin Rıdvan "Tarihi Mısır" adlı eserinde, Mısır âlimlerinin, Mısır’a gelen Osmanlı sefiriyle gizliden gizliye görüştüklerini ve ona Sultân Gavri’nin şervi şerife muhalif hareket ettiğini şikâyet ettiklerini ve kendilerinin Osmanlı sultanının Mısır’ı fethetmesini beklediklerini ifâde eylediklerini kaydetmektedir Suriye bölgesi de Mısır’dan farklı değildir Mısır’dan yola çıkarak Şam’a gelen ve oradan da Haleb’e varan Kansu Gavri’nin Haleb girişinde, çocukların "Yüce Allah sana yardım eylesin ey Sultân Selim" sesleriyle şaşkına döndüğünü tarihçiler kaydetmektedir
Burada Halep âlimleri, kadıları ve halkın ileri gelenleri tarafından kaleme alınan ve Yavuz Sultân Selim’e takdim edilen bir arîza yani dilekçeyi de değerlendirmek istiyoruz Muhammed Harb tarafından özeti Arapça’ya tercüme edilen bu belgenin aslı, Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır Gerçekten Yavuz’un seferi öncesinde, Halep’te âlimler, kadılar, a’yânlar, eşraf ve ileri gelenler bir araya gelmişler ve kendi durumlarını aralarında tartışmışlardır Neticede dört mezhebin kadısının ve şehrin ileri gelenlerinin, bütün halka vekâleten bir arîza yazmalarını ve arızada Osmanlı Sultânı Selim’e hitaben istediklerini dile getirmelerini kararlaştırmışlardır Alınan kararlara göre, Suriye halkı Memlûklu zulmünden bıkmıştır Memlûklu idarecileri şervi şerife muhalefet etmektedirler Sultân Selim, Memlûklu saltanatına son vermek isterse, Suriye halkı kendisine hoş geldiniz demeye hazırdır Kendisini karşılamak üzere Anteb’e kadar geleceklerdir Bununla da yetinilmeyerek Yavuz’dan güvenilir bir vezirini kendilerine idareci olarak göndermesi istenecektir Nitekim Şah İsmail’e açıkça destek verdiğinden dolayı, Osmanlı hukukçuları, Memlüklülere harp açılabileceğine dair fetvalar neşretmişlerdir Bu fetvaları Ali’nin Tarihinde görmek mümkündür
Mazide İslâm’ın iki bahadır kahramanı Araplar ve Türkler, elele vererek, Kur’ân’ın sadâsını aktârı âlemde en yüksek gür sadalanyla herkese duyurmaya çalışmışlardır "İnşâallah yine, Araplar, ümitsizliği bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesânüd ve ittifak ile elele verip, Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir"
Yavuz Sultân Selim’in Doğuda bağımsız bazı küçük Kürt Devletlerine müsaade ettiği ve asırlarca bu devletlerin varlığını sürdürdüğü iddia edilmektedir Osmanlı Devleti’nin Doğuda kurduğu idare tarzı nasıldı ve bu iddialar doğru muydu?
Bu iddia, Osmanlı Devlet teşkilâtını bilmemekten ve konu ile ilgili bazı belgeleri yanlış yorumlamaktan kaynaklanmaktadır Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu Ancak Osmanlı Devleti, bugünün Amerika’sı gibi, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare tarzlarına tabi tutuyordu Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu
Doğu Anadolu’daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana guruba ayırmak mümkündü Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz
Birinci gurup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi Yani Osmanlı Devleti’nin diğer bölgelerinde tatbik edilen idare usulü burada da cari idi Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi Bu sancaklar tımar sistemine dahildi Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir Diyarbekir Eyâleti’nde merkez Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van Eyaleti’ndeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini teşkil ederdi
İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde tevcih edilmiştir Bunlara Ekrâd Sancakları da denir Hatta Kürdistan Eyâleti sancakları da denmektedir Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hanedanlara terk edilmiştir Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğullan veya diğer yakınlarından biri geçmektedir Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler Seferde Beylerbeyi’nin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir Arazîleri tımar nizâmına tabidir İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaleti’ne bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar
Üçüncü gurup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır Bunların idaresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler Arazîsinde tımar nizâmı cari değildir Dahilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askeri ve siyasi alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler Diyarbekir eyâletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmûdi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazinin statüsünün tesbitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır Zaten toprak itibariyle de, Diyarbekir veya Van Eyâletinin içine serpiştirilmişlerdir
Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu’da uygulana gelmiştir Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih esnasında Osmanlı Devleti’ne sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itikadî açıdan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı Devleti ile aralarında herhangi bir farkın bulunmamasıdır Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzîmât dönemine yani 1840’lara kadar bu hal aynen devam etmiştir
Yavuz’un Kürtleri katliama tabi tuttuğu ve hatta onlar hakkında ağza alınmayacak ifadelerle dolu olan bir dörtlüğü olduğu doğru mudur?
Bu iddianın tam tersi doğrudur Yani Yavuz olmasaydı, bugün Doğu Anadolu’daki ehli sünnet olan Kürtler, Şî’a’nın tasallutu altında olurlardı Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu ile alakası, XV yüzyıla kadar uzanır Ancak bölgenin Osmanlı Devleti’ne ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı, 1514’de kazanılan Çaldıran Zaferi’nden sonradır
Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran’da kısa bir zamanda Safevî Devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı Devleti için ve hem de âlemi İslâm’ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz eder hale gelmiştir Şehzade Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi iken fark etmiş ve babasını İstanbul’da ikaz dahi eylemişti Fakat, II Bâyezid, tedbir alamamanın yanında, Şiilerin tahrikiyle çıkarılan Şah Kulı isyanını da önleyememişti Anadolu’yu Şiîleştirme hedefini güden ve her geçen gün bu hedefine daha da yaklaşan Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu
Nihayet Yavuz Sultân Selim Padişah olunca, şuurlu âlim İbni Kemal’in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini bertaraf etmeye azmetti Allah’ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi ile, Şah İsmail’in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi Bu mühim zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim’in yanında yer alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı Anadolu’nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı Devleti’ne katılması gerekiyordu Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu mümkün değildi Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehli sünnet velcemaat idiler Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı Devleti’nin de Müslüman bir ülke olması; İslâm’ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket edilemeyeceği ortadadır
İşte bu hakikati idrâk eden Kürt ve Türkmen Beyleri, istimâlet ile yani kendi meyil ve arzuları ile, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlardır Büyük âlim İdrisi Bitlisi tarafından Padişah’a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişti
Osmanlı Devleti’nin değişmeyen siyâsetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli, İslâmiyetin getirdiği hükümlerdi Osmanlı Devleti, Kur’ân, sünnet, icmâ’ ve kıyas yoluyla vaz’ edilen hukukî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu Bu sebeple, Osmanlı Devleti’ne tâbi’ olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu Mesela, Doğudaki Kürt ve Türkmen Aşiretleri, Osmanlı Devleti’ne iltihak etmekle bir şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı İşte Osmanlıya bağlılığın sırrı burada yatıyordu Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı Devleti sahip olduğu topraklar üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu Zira topraklarının dahilinde bulunan her yer dâr’ülİslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu Zaten Osmanlıyı Avrupa’dan ayıran en önemli hususiyet de buydu Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında düşünülebilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tabi’ oldukları için, aralarında ihtilafa vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler arasında mevcut olan bazı ufak ve önemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlakî, kültürel ve coğrafî çok büyük azamî müşterekler vardı Bu sebeple de, Doğu Anadolu’nun siyasî, dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir olması çok zordu
Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultân Selim, kendisine Doğu Anadolu’nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdrisi Bitlisî’ye, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne ilhakı için vazife veriyordu Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısnı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II Halil, İmâdiye Hâkimi Sultân Hüseyin olmak üzere 2530 tane Kürt beyi (ümerâyı ekrâd), Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişlerdi Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdrisi Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şiflerin Diyarbekir’i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultân Selim’e tarihçe müsellem olan tarihî arîzayı, yardım talep etmek ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek gayesiyle göndermişlerdir
"Can ü gönülden İslâm Sultânı’na bî’at eyledik, İlhâdları zahir olan Kızılbaşlar’dan teberri eyledik Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid’atleri kaldırdık ve ehli sünnet mezhebi ve Şafii mezhebini icra eyledik İslâm Sultânı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı’nın yollarını bekledik
Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır Sadece İslâm Sultânı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir Sünnetullah bizde böyle câri olmuşdur"
Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyisi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdrisi Bitlisî’nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, Şah İsmail’in Diyarbekir’i muhasara altına alan ordularını tarumar eylemiştir XX asrın İdrisi Bitlisî’si olan Bediuzzaman 1910’larda Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret reislerine hitaben diyor:
"Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz İyi evlâd böyle olur  İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir "
Diyarbekir’in Safevî Devleti’nden alınmasından sonra Kürt Beyleri arasındaki gayretlerini sürdüren büyük âlim İdrisi Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa zamanda Doğu ve Güneydoğudaki Kürt ve Türkmen Beylerinin Osmanlı Devleti’ne itaatlerini temin eylemiştir
İdrisi Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beğierin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti’ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultân Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir Mektubunun başında Diyarbekir Vilâyeti’nin sulh ile ve istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdrisi Bitlisî’ye teşekkür eder Sonra da manevi takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder Osmanlı Devleti’ne kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların mikdarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa’ya beyaz hükmi şerifler gönderdiğini ve Osmanlı Devleti’ne bundan sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak onlara berâtlarının yazılmasını emreder Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri, kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı Devleti’ne bağlanmaktadır Devlete bağlanan beyler arasında ihtilaf ve ihtilal vuku bulmaması için gereken tedbirlerin alınmasını ve in’âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını ister
Mektubun sonuna doğru, Anadolu’yu şnieştirmek isteyen Şah İsmail’in kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icab ettiğini belirterek gerekli tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir
Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek harplerle elde edilemeyecek zaferlere ulaşıldı Şark diye adlandırabileceğimiz ve bugün Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük’den itibaren Kuzey Irak ve Haleb’i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve Kürt aşiretleri Osmanlı Devleti’ne iltihâk eylemiştir Bu iltihâklardan bazılarını beraber görelim:
1) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzuları ile itaat eden 25’den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hısnı Keyfâ Emîri Melik Halid; İmadiye Hâkimi Sultân Hüseyin; Cezire Hâkimi Şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkimi Melik Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey   Ayrıca Şuran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Garzan, Palu, Siirt, Meyyafarakin, Sason, Sincar, Çermik, Malatya, Urfa, Besni, Harput, Mardin ve benzeri yerlerdeki aşiretler de arka arkaya Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir
2) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devleti’ne iltihâk etmişlerdir Aralarında İbni Harkuş, İbni Said, Benî İbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Haleb ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itâ’at mektubu çok manidardır:
"Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz İslâmı tatbik ve adaleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz"
|