Yalnız Mesajı Göster

Sorularla Osmanli

Eski 10-11-2012   #15
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Sorularla Osmanli



Fâtih Sultân Mehmed zehirlendi mi? Onu zehirleyen Yakub Paşa’nın Yahudi olduğu söyleniyor Bu doğru mu?

Fâtih Sultân Mehmed’in vefatı ile alakalı iki rivayet vardır:

Birincisi; Fâtih Sultân Mehmed, 27 Nisan 1481 tarihinde Kapıkulu askerleriyle sefere gitmek üzere Üsküdar’a çıktı Ancak sefere çıktığında hasta idi Bir kaç gün Üsküdar karargâhında oturdu Gebze yakınlarındaki Tekirçayırı veya Hünkârçayırı denilen yere geldiğinde, hastalığı şiddetlendi Ayağından rahatsızlığı vardı Bazıları nıkris illeti demektedirler Hekimler konsültasyon yaptılar İlacın dozunu arttırdılar Acı artınca şarâb-ı fariğ (acıyı gideren şerbet) verdiler ve Fâtih Sultân Mehmed bunun üzerine rahmete gitti Neşrî, Lütfi Paşa, Âli, Solakzâde, Âşıkpaşa-zâde gibi Osmanlı tarihçileri, Fâtih’in zehirlendiğine dair herhangi bir kayıt düşmezler

İkincisi ise, Fâtih’in zehirlendiğine dair rivayetdir Bazı tarihçiler, Hekim Yakub Paşa’nın Fâtih’i tedaviye devam ederken, onun vezir olmasından rahatsız olan Karamanî Mehmed Paşa’nın kasıtlı olarak Hekim Larî Acemî’yi devreye soktuğunu, verilen ilaçlar neticesinde fenalaşıp kurtulma ihtimali olmayınca Hekim Yakub Paşa’nın da müdahale etmediğini ve Karamanî Mehmed Paşa ile Hekim Lari Acemî’nin kasden Fâtih’in vefatına sebep olduklarını ifade etmektedirler Bunlara göre Hekim Yakub Paşa’nın öldürme kasdı mevcut değildir Tam aksine diğer ikilinin tam bir planı vardır Hekim Yakub Paşa, başlangıçta Sultânın hekimi olarak göreve başlayınca, Yahudidir ve bir süre Müslüman olmamıştır Ancak sonradan Müslüman olmuş ve vezirlikle taltif olunmuştur

Buna karşılık, bazı tarihçiler de, Hekim Yakub Paşa’nın bir Yahudi dönmesi olduğunu ve Fâtih’in İtalya’ya kadar uzanmasından ve İtalyanların veya Venediklilerin ajanı olmasından dolayı, Avrupa’nın böyle bir plan hazırladığını ifade etmektedirler Bu iki ihtimalde de Fâtih, zehirlenmiş olmaktadır

Hekim Yakub Paşa’nın II Bâyezid’in zamanında da aynı görevi devam ettirmesi, hakkındaki ithamların doğruluğunu şüpheye düşürmektedir Babinger, Hekim Ya’kub’un Venedik’e satılmış bir casus olduğunu iddia ediyorsa da, kaynaklardan hareket ederek böyle bir sonuca ulaşmak zor görünüyor Gaybı kesin olarak Allah bileceğinden ve elimizde de kesin bir belge olmadığından, sadece Âşıkpaşa-zâde’nin şu tesbitlerini ve iki beytini aktararak bu bahsi kapatıyoruz: ’Hekim Ya’kub kim, vezir oldu, ne kadar Yahudi’nin açı ve devletsizi varsa, Padişahın işine karıştılar" Bu söz, şahsî bir rekabetten de söylenmiş olabilir

Tabibler şerbeti kim, verdi Han’a -- O Hân içdi şarâbı kana kana

Ciğerin doğradı şerbet o Hân’ın — Hemîn dem zârî etdi yana yana

Dedi niçün bana kıydı tabibler — Boyadılar ciğeri canı kana

Âli’nin şu tesbitleri, bizi belli bir sonuca götürecek mahiyettedir:

"Karamam Mehmed Paşa vezir-i a’zam olunca Ya’kub ona hased eyledi Tam bu sırada Padişah dermansız bir derde tutuldu ve Hekim Ya’kub tedavisini yaparken, Mehmed Paşa Hekîm Lârî’yi tavsiye eyledi O da tedaviye başladı Şüphesiz iki ilaç birbirine karşı menfi etki yaptı Çok zaman geçmeden Sultân Mehmed vefat eyledi Hekim Ya’kub asrının Sokrat’ı idi"

Fâtih Sultân Mehmed’in annesi kimdir? Hıristiyan mıdır? Fâtih’e de Hıristiyanlığı aşıladığı bazı yazarlarca söylenmektedir Meselenin esası nedir?

Önce şunu belirtmek gerekir ki, bir Müslümanın annesi aslen ehl-i kitabtan olabilir; yani Hıristiyan veya Yahudi asıllı olabilir; hatta dininde devam da edebilir Anne veya babasının hali, kendisinin iyi bir Müslüman ve hatta veli bir insan olmasına mani değildir Ebu Cehil’in oğlu İkrime gibi Ancak Fâtih’in durumunda böyle bir şey de söz konusu değildir Mesele tamamen çarpıtılmaktadır Şöyle ki;

A) Fâtih’in üvey annesi Mara ile öz annesi Hiima Hâtûn bazılarınca yanlışlıkla ve bazılarınca da kasden birbirine karıştırılmaktadır Bunlardan birincisi, Fâtih’in üvey annesidir ve Sırp Kralı George Bronkoviç’in kızıdır Çocuksuzdur ve ömrünün sonuna kadar Ortodoks olarak yaşamıştır II Murad vefat edince, başkasıyla evlenmeyi kabul etmeyip Sırbistan’a dönmüştür Sonra 1457’de İstanbul’a kaçmış ve Fâtih de üvey annesine her türlü yardımı yapmıştır Nitekim temliknâmeleri vardır ve bu belgelerde edeb gereği validem de demiş olabilir Sonra da Serez’deki bir Manastır’a çekilmiş ve 1487 yılında II Bâyezid devrinde vefat edince Kornea Manastırına gömülmüştür Selanik’teki Manastır’ın üvey annesine tahsisini ifade eden fermanı, Fâtih’in Hıristiyan olduğuna delil göstermek (bazıları da fetihden sonra gayr-i müslimlere tanıdığı hakları sebep olarak zikretmektedir), tarihi çarpıtmaktan başka bir şey değildir

Fâtih’in öz annesi olan Hüma Hâtûn ise, Babinger gibi bazı yabancı araştırmacıların farklı yorumlarına rağmen, aslı nereden gelirse gelsin, Müslüman bir kadındır ve son yapılan araştırmalar, belgelerin ışığında türbesinin Muradiye Camisinin doğusunda Hâtuniye Türbesi diye adıyla anılan yerde olduğunu ortaya koymaktadır Türbenin bulunduğu mahalle de, bugüne kadar Hüma Hâtûn Mahallesi diye bilinmektedir Bazı tarihçiler, Hüma Hâtun’un İsfendiyaroğlu İbrahim Bey’in kızı Hatice Hâlime Hâtûn Olduğunu ifade etmişlerdir Hatta Kantemir, "832/1428’de II Murad İsfendiyar Bey’in kızıyla evlenir Bu evlilikten 6 yıl sonra, Bizans Tarihi ve Hıristiyanlığın belası kesilen Büyük Mehmed dünyaya gelir" demektedir Fâtih tarafından İshak Paşa ile evlendirilen bu hanımın Fâtih’in öz annesi değil, üvey annesi olması daha doğrudur Zira Fâtih’in tuğrasını taşıyan ve kazaskerlerinin kaleme aldığı vakfiye, Bursa Şer’iye Sicillerindeki kayıtlar ve arşiv kaynakları, Fâtih’in annesinin Abdullah isminde birinin kızı olduğunu ifade etmektedir Peçevî’nin ifade ettiği gibi, bu hanım, Fransız asıllı bir mühtedi de olabilir Yani devşirmeden birinin kızı olması da muhtemeldir Mühim olan annesinin Mara değil, Müslüman olmuş olan Hüma Hâtûn olmasıdır

Netice olarak, Fâtih’in annesinin Hıristiyan olduğu iddiası doğru değildir ve üvey annesine validem demesi de onun annesi olduğunu göstermez

Fâtih Sultân Mehmed’in kendi Kanunnâmesinin ilgili maddesini uygulayarak küçük yaştaki kardeşi Ahmed’i katlettiği söylenmektedir Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Burada meseleye değişik yönlerden bakmak gerekir:

Evvela; Bu hadisenin meydana geldiği şüphelidir Zira Kantemir gibi yabancı tarihçiler dahi, II Murad vefat ettiğinde Şehzade Mehmed dışındaki bütün evlâdının vefat ettiğini ve bu arada Şehzade Ahmed’in de Amasya’da vali bulunduğu sırada öldüğünü yazmaktadır ki, bu ihtimalin doğru olması halinde, henüz bebek iken öldürülme iddiaları da ortadan kalkar Namık Kemal de, şehzade Ahmed’in kati edildiği iddiasını sadece bir iftiradan ibaret görmektedir Böyle bir zulme, Fâtih Sultân Mehmed’in razı olamayacağını ısrarla savunmaktadır Bazı kaynaklar da, olayı doğrulamakla beraber, Şehzade Ahmed’i haksız olarak katleden Evrenos-zâde Ali Bey olduğunu ve bu sebeple Fâtih tarafından idam ettirildiğini kaydetmektedirler Şayet vâki ise, yukarıda anlatılan hükümler, Fâtih için de geçerlidir Ancak hangi gruba girmektedir? Bunun tesbit edilmesi gerekir

İkinci olarak, Osmanlı kaynaklarının bir kısmında Sultân Murâd’ın İsfendiyar Bey torunu Hatice Hâlime Hatun’dan doğma Ahmed isimli bir şehzadesi olduğu ve yaşı küçük olan bu şehzadenin II Mehmed’in tahta çıkmasından kısa bir zaman sonra kati olunduğu kaydedilmektedir Ancak diğer şehzade katilleri gibi, ayrıntılı bilgiler, kaynaklarda mevcut değildir Ayrıca Babinger’in altı ya da sekiz aylık olduğu konusundaki beyanı dışında, yaşının ne kadar olduğu da kesin değildir

Üçüncü olarak, II Mehmed, babası II Murâd’ın vefatından sonra, çok büyük sıkıntılar içinde tahta geçmiştir Bizans’ın şehzadeleri kullanarak Osmanlı Devleti’ni yıkma planları herkesçe bilinmektedir ve fetret devri de canlı şahitlerle doludur Nitekim Fâtih’in Padişah olması üzerine, Bizans İmparatorunun elinde tutsak olarak tuttuğu Süleyman Çelebi’nin oğlu olması kuvvetle muhtemel bulunan Şehzade Orhan’a aynen şöyle söylediği kaynaklarca ifade edilmektedir:

"Haydi göreyim seni, bu taht benimdür deyü dava eyle Ben Âl-i Osman nesliyim, ben var i-ken bu taht sana neden müstehakdır deyü dava edince, cümle beğler ve paşalar sana dönüb ve tahtı sana teslim ederler Tahta çıktığında, kulağın bende olsun Ben sana ne talimat verirsem, öyle hareket eyle Göreyim seni, nice padişah olursun"

İşte böylesine bir dönemde, yaşının ne kadar olduğu belli olmayan ve ama küçük yaşta bulunduğu kesin olan Şehzade Ahmed’i, devlete isyan suçuna teşebbüs etmeden, nizâm-ı âlem için diyerek katletmiş olabilir Bu tamamen üçüncü guruba girmektedir Eğer bir kusur işlenmiş ise, bunu savunmanın manası yoktur Ancak bu ayrıntıları tam bilinmeyen olaydan dolayı, Fâtih gibi Hz Peygamber’in medhine layık olmuş bir padişahı hunharlıkla suçlamak ve hele bu konuda Bizans İmparatorları ile birlikte hareket eden Bizans tarihçilerini onaylamak mümkün değildir Hammer ve benzeri tarihçiler, sanki şehzadelerin Osmanlı Devleti’nin yıkılması için kullanıldığını bilmiyormuş gibi, bunu vesile ederek Fâtih Sultân Mehmed’e hücum etmişlerdir

Özetleyecek olursak, Fâtih Sultân Mehmed, kendi koyduğu kanunun nizâm-ı âlem için fesada sa’y ihtimalinin bulunması sebebiyle siyâseten kati müessesesini ilk defa kendisi tatbik etmiş ve küçük kardeşi Ahmed’i kati ettirmişti Bu, isyan tahakkuk etmediğinden, bir had cezası değildir Belki nizâm-ı âlem için siyâseten kati müessesesine girmektedir Burada aranan fesadın şer’ ile tahakkuku şartının, ne derece gerçekleştiğini bilmiyoruz Ancak tekrar ediyoruz ki, Hz Peygamber’in senasına mazhar olmuş bir Padişah’ın, şartlan tahakkuk etmeyen bir cezayı tatbik edeceğine de ihtimal vermiyoruz Önemle ifade edelim ki, 11 aylık bir bebenin öldürülmesini Fâtih’in idam ettirdiğine inanmak istemiyoruz Zaten Evrenos-zâde Ali Bey isimli bir zatın Padişah’ın haberi olmadan böyle bir cinayeti işlediğini bazı kaynaklar haber vermektedirler

Osmanlı Devleti’nde kardeş katli, bazı tarihçiler tarafından vahşet ve saltanat uğruna insan katliamı olarak anlatılmaktadır Kardeş katli meselesinin Kanunnâmedeki dayanağı olan madde nasıldır?

Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: "ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içiin katletmek münâsibdir Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir Anınla âmil olalar"

Acaba bu maddenin mânâ ve mefhumunun İslâm hukukundaki izahı nasıldır? Şayet bu madde sahih ve İslâm Hukukuna uygun ise, Osmanlı tatbikatındaki örnekler, bu kanuna ne derece uygundur? Şer’î hükümlere ters düşen, Osmanlı tatbikatı mıdır yoksa bu kanun maddesi midir? Bütün bu ve benzeri suallerin doğru cevabı nedir? Bütün bu konuları, önemine binâen, ayrı ayrı sorularım cevaplarında tartışalım

37 Kardeş katli meselesinin şer’î dayanağı var mıdır?

Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm Hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:

a) Had suç ve cezalarıdır Hırsızlık (hadd-i sirkat), içki içmek (hadd-i şirb), yol kesmek (kat’-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ülü’l-emr tarafından tesbit edilecek ta’zîr cezaları uygulanır Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara ta’zîr cezaları denir

b) Şahsa karşı işlenen cinayet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir

c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle isbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır İşte bu bölümde ülü’l-emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir

Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, yapabiliriz: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem yani âlemin nizâmı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz’edilen idam cezaları vardır Biraz sonra açıklayacağımız veçhile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163 maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizâmına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma’tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır

Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih’in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım

A) Bağy (Devlete İsyan) Suçunun Tatbiki Sonucu Kardeşlerin Katledilme Meselesi: Kardeş katli meselesinin birinci şer’î dayanağı, her hukuk nizâmında bulunan devlete isyan suçudur Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası ile cezalandırılmıştır Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğâlebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultândan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulma-malıdır Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse ta’zîr cezaları ile cezalandırılırlar Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır Yalnız bunlar Müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz Bunlara verilen ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizâm-ı âlemi korumaktır

İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizâm-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa’y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer’î hüküm değişmeyecektir Meselâ Yavuz Sultân Selim’in, birisi Şi’îlerle ve bir diğeri de eşkiya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer’îdir Fâtih’in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbette ki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir

Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakınının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür Kanunî’nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misâl teşkil etmektedir Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enteresandır:

"Buğat yani âsiler ise, Mülteka ve benzen fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı Müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka’yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir Meselâ Padişah’ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizâm-ı âlemi) ihlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları kati, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır"

Netice olarak bağy suçunu işleyen Padişahın kardeşi de olsa, eğer suçun unsurları tahakkuk etmişse, gereken cezayı vermek, elbette ki şer’îdir Ancak İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olarak, şunun-bunun tahrikiyle unsurları tam teşekkül etmeden insanları dünyevî saltanat uğruna idam etmek, elbette ki şer’î değildir Aksini kim iddia edebilir ki?

Osmanlı Devletinde devlete isyan suçunun cezası olarak ortaya çıkan öldürme vak’alarından bazıları şunlardır:

Osman Bey’in Amcası Dündar Bey (Hâdise kesin değildir); I Murad’ın oğlu Savcı Bey; I Murad’ın kardeşleri Halil Ve İbrahim; II Murad’ın kardeşi Mustafa; II Murad’ın amcası Düzme Mustafa; Yavuz Sultân Selim’in kardeşleri Korkut ve Ahmed; Kanunî Sultân Süleyman’ın oğlu Bâyezid ve bunun beş oğlu

B) Siyâseten Katl=Ta’zîr Bil-Katl: Bu konunun girişinde açıkladığımız gibi, bağy suçunun unsurları tahakkuk etmediği takdirde, saltanat aleyhinde olanları, bâği olarak kabul edip idam ettirmek mümkün değildir Yani had cezası olarak idam cezası tatbik edilmez Ancak unsurları tam teşekkül etmese de, kamu düzenini (maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem) bozan bazı hareket ve fiiller, ulûl-emr tarafından ta’zîr yoluyla ve idam cezasıyla cezalandırılamaz mı? Hanefi ve Hanbelî hukukçularının çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, ta’zîr yoluyla idam cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir ki, buna siyâseten kati denmektedir Meselâ, livâta suçu, Hanefi hukukçulara göre, had cezasını gerektiren bir zina suçu değildir Ancak bu, hiç suç değildir anlamına alınmamalıdır Bu suçun cezası, ulûl-emr tarafından tesbit edilir Böylesine bir çirkef işi âdet haline getiren insanın, genel ahlâk, âdâb ve kamu düzeni icabı ta’zir yoluyla idam edilebileceğini İslâm hukukçuları kabul etmişlerdir Aynı şekilde fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizâmı düşünülerek, ta’zîr yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi hukukçuların çoğunluğu kabul etmektedir İşte Fâtih Sultân Mehmed’in "ekseri ulema tecviz etmişlerdir" diyerek ifade ettiği durum budur Ancak bunun için de, fesadın tahakkuku hususunda kesin delillerin bulunması icabeder Eğer bir fâsık, fıkıh kitaplarında aranan fesadın kuvvetle muhtemel olması yani nizâm-ı âlem şartına uymadan, sırf keyfî ve menfaati için böyle bir yola baş vuruyorsa, bu, kanunun ve fıkıhçıların vaz’ettiği siyâseten kati prensibinin hatası değil, belki şer’i bir hükmün suiistimalidir ve işlenen bir günahdır Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem, fesada sa’y edenleri men’ ve maslahat-i âmme tabirleriyle ifade edilen durum, bugün devletin birlik ve beraberliği olarak ifade olunmakta ve bunun aleyhinde harekette bulunanlar, idam cezası ile mahkûm edilmektedir (TCK, md 125 vd) Şimdi bu hüküm, Türk Ceza kanununda bulununca adalet oluyor da, Osmanlı Kanunnâmelerinde bulununca, Padişahın keyfî adam öldürmesi mi oluyor? Böyle bir iddia çifte standartlılık olur Ancak bugün aynı madde suiistimal edilerek bazen masumların canları yakıldığı gibi, Osmanlı tarihi boyunca da, fıkıh kitaplarında aranan şartlar gerçekleşmeden infaz edilen idam kararları maalesef olmuştur Bu suiistimal, elbette ki kötüdür ve yapanlar da manen mes’uldürler Fâtih’in Kanunnâmesindeki hüküm ise, fıkıh kitaplarındaki ifadelere uygundur

Üzülerek ifade edeyim ki, konuyla alakalı fıkhî malumatı, Dede Efendi’nin Siyâsetname’sînden naklettiğimizden, bazı safdillerin, bu görüşün Dede Efendi’ye ait olduğu ve onun da böyle bir fetvaya yetkili olmadığı, olsa bile onun fetvasının ne değer ifade edeceği şeklindeki yorumlarına şahit olduk ve üzüldük Halbuki Dede Efendi, o meselede sadece fukahanın görüşlerini nakletmektedir Bu sebeple konuyu biraz daha derinlemesine tahkik etmek ve uygulama örneklerinden bazılarını takdim etmek istiyoruz

Önce Hanefi fıkıhçılarının son zamandaki en meşhurlarından olan İbn-i Abidin’in izahlarını özetleyerek zikredelim "Ta’zir Yoluyla Kati" başlığı altında bakınız ne güzel bir özetleme yapıyor:

"Ta’zir, kati ile de olabilir İbn-i Teymiyye’nin Es-Sârim’ül-Meslûl adlı eserinde gördüm ki, diyor: Hanefi hukukçularına göre, livâta, âlet-i câriha dışında adam öldürme ve benzeri suçlar tekerrür ettiğinde, imâm yani ülü’l-emr suçluyu katledebilir Âmme maslahatı gerektirdiği takdirde, ta’zir yoluyla idam cezası verme esasını, Hz Peygamber ve ashabının tatbikatına hamleden Hanefî hukukçular, bu uygulamaya siyâseten kati demektedirler Soyguncular, yol kesenler, dükkân soyanlar, cemiyetin nizâmını bozarak fesad çıkaranlar, zâlimler ve fesad çıkaranlara yardımcı olanlar, kısaca idam edilmesinde âmme maslahatı bulunanlar için de aynı hükümler geçerlidir"

Delilsiz ve mesnedsiz bazı iddiaların aksine, bütün bu cezalar, ancak mahkeme kararı ve yargılamadan sonra mümkün olduğunu da, hem bütün fıkıh kitapları ve hem de Osmanlı kanunnameleri kaydetmektedirler

İbn-i Abidin’in şu fetvası da bu meseleyi gayet açık bir şekilde vuzuha kavuşturmaktadır:

"Soruldu: Fesad çıkaran, jurnalcilik yapan, yeryüzünde fesad için koşuşturan, insanlar arasında şer ve fitne uyandıran, bâtıl yollarla insanların mallarını zabtetmeye gayret eden insanların canlarına kıyan ve hülasa eliyle ve diliyle Müslümanları her zaman rahatsız edip de bu huyundan da idam dışında hiç bir ceza ile vazgeçmeyen bir adamın hükmü nedir?

Cevap: Böyle olduğu kesin ise ve yalan söylemeleri mümkün olmayacak kadar çok Müslüman da bunu tasdik ediyorsa, katledilir ve şerrini Allah’ın kullarından def ettiği için vesile olana sevap ve mükâfat verilir"

İşte bu ve benzeri fıkıh kitaplarındaki şer’î hükümleri nakleden ve kaynaklarını da teker teker gösteren Dede Efendi’nin Siyâsetnâme tercümesinden bazı parçalar şöyledir:

"Nizâm-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî’ fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, kati edilebileceklerine fetva verilmiştir Ayrıca ülü’l-emre tanınan bu siyâset hakkının tatbiki için bil-fiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i âdî olan şahsın fil-hakika şerîr ve müttehem olması da şart değildir Zira vukuundan evvel def’-i fesâd, vukuundan sonra ref’inden daha kolay olduğu müsellemdir Bir bld’atçının bid’atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kulları ondan korumak ve nizâm-ı âlem için, o mübtedi’i kati ve idam etmesi caizdir"

"Nizâm-ı âlem için şer ve fesadını defetmek üzere, ehl-i fesadı darb, te’dîb, nefy, tağrîb, hapis ve hatta kati ve idam tarzında ta’zir yoluyla cezalandırmak meşru ise de, tek kişinin veya yalancıların jurnali ile bu yola girmek caiz değildir Fesada gayret ettiği ve sebep olduğu şer’an sabit olmalıdır Osmanlı Şeyhülislâmlarının fetvalarından anlaşılan da budur"

Dede Efendi’nin çok zayıf fetvaları da esas alarak, kardeş katlinin sınırlarını genişlettiğinin biz de farkındayız Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığını biz de kabul ediyoruz Ancak meselenin hukukî yönünü ortaya koymak için bunları da nakletmek durumundayız

Şimdi de aynı mes’eleyi fıkıh kitaplarındaki şartlara göre tanzim eden, Osmanlı Şeyhülislâmlarına ait fetvalardan sadece birini kaydededlim: "Bu mes’ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne veçhiledir ki;

Zeyd’in âdet-i müstemirresi sâ’î bil-fesâd olduğu şer’an sabit olub ve ibadullaha mazarratı icabeder mevâdd-ı münkerâtın dahi kendüden sudun tevâtüren isbât olundukda, Zeyd-i müfsid-i merkumun vech-i arzdan izâlesiyçün katli meşru’ mudur? Beyân buyurula

El-Cevâb: Meşrû’dur; emr-i veliyyül-emr munzam ise

Harrereh’ul-Fakîr Hacı Muhammed El-Müfti Bi Harpud-Ufiye Anhu

Kaynak teşkil eden ibarelerin tercümesi:

"Kim bunu âdet haline getirirse, idam edilir Zira o yeryüzünde fesad için sa’y etmektedir Kati ile şerri def edilir Dürer ve Gurer"

"Gayr-i meşru İşlerin kati ve idam cezası ile define, imam (sultan) ve hulefâsı daha evlâdır Zira onlar siyâseti daha iyi bilirler Vecîhüddin’in Meşârık’ul-Envâr şerhinden"

Bunlara benzer arşivlerimizde çok sayıda fetva vardır Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, siyaseten katlin de belli şartları ve şer’î hükümleri mevcuttur Bütün yazılanlara ve nakledilenlere rağmen, Osmanlı tatbikatının hep şer’î hükümlere uygun cereyan ettiğini söylemek safdillik olur Ne acıdır ki, bir çok idam hadiselerinde bu esaslara ri’âyet edilmemiş ve jurnalcilerin tahriki ile nice zulümlere sebep olunmuştur Ancak ister Padişahların kardeşlerini, isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâyeşâ hareket edemediklerini; Osmanlı Devleti’nde mahkemeden ilâm ve Şeyhülislâmdan fetva alınmadan idam cezasının uygulanmadığını arşivlerden öğreniyoruz

Alıntı Yaparak Cevapla