Yalnız Mesajı Göster

19 Mayıstan Cumhuriyete(1919-1923)

Eski 10-10-2012   #6
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

19 Mayıstan Cumhuriyete(1919-1923)



V Ankara’da:

Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya gelişi, kent için olağanüstü bir hareket yaratır Bu durumu, Paşa’nın yanında bulunan bir otoritenin yazısından izleyelim: “Ankara’ya varış günümüz olan 27 Aralık 1919 Cumartesi günü, Ankara’da olağanüstü bir kaynaşma ve görülmemiş bir hareket olmuştur O sabah, ajanslar ile, Mustafa Kemal Paşa’nın geldiği haberi herkese bildirildiği gibi; bir taraftan da, sabahtan itibaren, davullar ve zurnalarla bütün Ankara halkı istikbale hazırlanmıştı Köylerden birçok atlı ve kağnı arabaları ile binlerce halk Ankara’ya gelmiş Seçkin atlı alayı Ulucanlar’dan Hacıbayram Camiinin önünde toplanarak dinî merasim yapılmış Yediyüz piyade, üçbin atlıdan teşekkül eden bir Seymen Alayını Ankara’da bulunan dervişler takip ediyor Bunların arkasında, bütün esnaf ve ondan sonra da, mektepliler yürüyorlar Halkın bir kısmı Namazgah Tepesi’ne ve diğer kısmı Yenişehir’in bulunduğu yerlere ve istasyon yoluna sıralanmışlar 20 Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa ve Vali Vekili Yahya Galip Bey, Eymir Gölü’ne yani Gölbaşı’na kadar gelmişlerdi Yolda Paşa’ya yetiştiğimizde; Paşa, Rauf Bey ile beni otomobiline almıştı Oradan başlayan istikbalcilerin yaşa sesleri, alkışları arasında ilerlemekte idik

Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliyenin Ankara’ya gelişini, 27 Aralık tarihli şu açık genelge ile teşkilâta bildirir: “Sivas’tan Kayseri yolu ile Ankara’ya hareket eden Heyet-i Temsiliye, bütün yol boyunca ve Ankara’da, büyük milletimizin sıcak ve samimî vatanseverce gösterileri içinde, bugün (Ankara’ya) ulaştı Milletimizin gösterdiği birlik ve azim örneği, memleketimizin istiklâlini temin etme hakkındaki kanaatleri, sarsılmaz bir şekilde güçlendirici niteliktedir
Beni cidden samimî, parlak ve güvenilir duygularla karşılamış olan sayın Ankara halkı ile daha yakından tanışmak ve fikir alışverişinde bulunmak bir vazife hükmünde idi diyen Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya gelişinin hemen ertesi günü, 28 Aralık 1919’da, Ziraat Okulunda, Ankara ileri gelenlerinden oluşan büyük bir topluluğa geniş kapsamlı bir konferans verir Bu konferansta, özellikle şu açıklamalar göze çarpıyor (özet): Harbin (I Dünya Savaşı) son devresinde; Amerika Reisicumhuru Wilson, 14 maddeden ibaret bir programla ortaya çıktı Bu program, milletlerin kendi mukadderatına hâkimiyetini temin ediyordu Programın 12 maddesi de, sadece Türkiye’ye, devletimize ve milletimize aittir Wilson, bu madde ile, Türkiye’nin, milletimizin, tam hâkimiyetine malik olması lüzumunu söyledikten sonra, buna bir kayıt da ilâve etmiştir O kayıtlar şunlardır: Aramızda yaşayan gayrimüslim unsurların emniyetlerini ve gelişme serbestliklerini temin etmek Bir de, Boğazlar’ın açık bulundurulmasıdır Umum İtilâf Devletleri, Wilson’un prensiplerini kendi menfaatleri için muvafık gördükleri gibi; bizim devletimiz de, bu 12 maddeyi kabulde hiçbir sakınca görmedi ve kabul etti Hakikaten, kabul edilebilecek bir prensiptir Çünkü; Mister Wilson’un istediği gayrimüslim unsurların emniyeti, can ve malları ve her türlü hakları ve gelişme tedbirleri için icap eden her şeye, zaten öteden beri devletimiz ve milletimiz tarafından riayet edilmişti Gerçekten; gayrimüslim unsurların Osmanlı Devleti ve milleti kucağında kavuştukları imtiyazlar, üç asrı aşkın bir zamandan beri ziyadesiyle mevcuttur Bu nedenle; bu kayıt, bizim için yeni bir şey değildir Boğazlar’ın serbestliği meselesine gelince: Bu geçiş yolunda Başkentimiz, devletimizin kalbi vardır Bunun emniyetini sağladıktan sonra, umum ticarete hazır olarak açılması da gerekli görülür, işte, devletimiz, ancak bu esaslar dairesinde İtilâf Devletleri ile 30 Ekim 1918’de mütareke yaptı (Bazı maddeleri hatırlattıktan sonra) bu maddelerin manaları ile tatbikatı arasında uygunluk var mıdır? Meselâ; Mütarekenamenin ilk yapıldığı zamanlarda, İngilizler Musul’u işgal etti Mütarekenamenin yapılışında; bizim ordumuz Musul’da, İngilizler güneyde idi Mütarekeden sonra; oradaki kumandan ile, yanıltıcı şekilde temas ederek, askerlerini Musul’a soktular İstanbul’u, kara ve deniz kuvvetleri ile işgal ettiler Bu hususta Mütarekenamede müsaade var mıdır? Adana havalisini, Urfa’yı, Ayıntap ve Maraş’ı evvelâ İngilizler ve ondan sonra Fransızlar işgal ettiler Buna dair de mütarekede bir madde yoktur İtalyanlar, Antalya’yı işgal ettiler; savaşta bulunmadığımız Yunanlılar da, İzmir ve havalisini işgal ettiler; kısacası, Mütarekenameyi baştan başa paramparça ettiler Bu tecavüzlere, bu haksız muamelelere karşı; İstanbul’daki merkezî hükümetler, yazık ki; âciz bir vaziyet aldı Hatta, yapılan haksızlıkları protesto bile etmemişlerdir Bunu yapmadıktan başka; İstanbul’da, meselâ henüz sulh yapmadığımız bir milletten, jandarmamıza kumandan tayin ettiler Kömür tedariğindeki güçlükleri aşamamak aczi yüzünden; İstanbul’un tramvaylarını, su kumpanyasını, bütün demiryolu hatlarımızı, henüz görüşme halinde bulunduğumuz İtilâf Devletlerinin idaresi altına verdiler Halbuki; biliyorsunuz, Mütarekenamede yalnız demiryolları için kontrol söz konusudur Yoksa; idaresini, sulh yapamadığımız İtilâf Devletlerine vermek, akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği hususlardandır Hatta, büyük bir üzüntü ile söylemeye mecburum ki; Babıali’nin muhafazasını bile, Ferit Paşa, son zamanlarda yabancılara bırakmıştır Memleketin dahilî asayişini, hudutlarını temin ve muhafaza için, lüzumu kadar asker, silâh altında bırakılacaktı İlk zamanlarda; 80000’i aşkın bir kuvvet, kâfi görüldü Daha sonra; İtilâf Devletleri, 43000’e indirdiler Bir müddet sonra da; birçok vasıtalarla, bu sayının da altına indirildi Bütün silâhlarımızın sürgü kollarını çıkararak, sandıklarla gönderdiler Milletimizi, memleketimizi, tamamen müdafaasız bırakmak maksadını takip ettiler İtilâf Devletlerinde büyük bir zihniyet değişikliği görülüyor Mütarekenamenin yapılışında; hür ve müstakil yaşamaya lâyık bir Osmanlı milleti kabul ettikleri halde, aradan bir iki ay geçtikten sonra, bu kanaatlerden sıyrılıyorlar Başka renk ve manada kararlar veriyorlar Bunun sebebi şu suretle izah olunabilir: Yabancılar, kendi iktisadî ve siyasî menfaatlerini tatmin edebilmek için, aleyhimizde icat ettikleri iki mütalâayı yürütmeye başladılar Bu mütalâalardan birincisi, güya; milletimizin, gayrimüslim unsurları eşitlik ve adalet ilkesine uygun olarak, idare gücünde olmadığı İkincisi de, güya; milletimiz, bütünü ile kabiliyetten mahrum bulunduğundan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını harabeye çevirmiş Birincisi ile, millete zalimlik yüklüyor ve iftira ediyorlar İkincisi ile, kabiliyetsizlik Eğer bu iki mütalâa cidden akla gelse idi, milletimizin müstakil yaşamaya hakkı, iddia olunamazdı Hakikaten; zulüm, medeniyetle uyuşamaz İstidatsızlık da, affa yaraşır bir şey olamaz Çünkü; milletler, işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla beraber; insanlığın vekili olarak da, o arazide bulunurlar O arazinin zenginlik kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla, bütün insanlığı istifade ettirmekle mükelleftirler Bu prensibe göre, bundan âciz olan milletler, beka (hayatta kalma) ve istiklâl hakkına lâyık olmamak lâzım gelir Halbuki; bu mütalâalar, bizim hakkımızda kesinlikle akla gelemez Her ikisi de, ancak iftiradır Milletimizin kabiliyetsiz olmadığı, tarih ve mantık bakımından sabittir Bunun delilini, yine, yabancıların kendi muamelelerinde bulabiliriz Avrupa devletleri, mütarekeden evvel ve mütareke anında; Mütarekename ile, kendi millî hududu dahilinde yaşamaya lâyık Türkiye kabul etmişlerdir Aradan bir sene geçmeden; nasıl oluyor da, bir millet, zalim ve kabiliyetsiz oluyor? Ve bundan dolayı hayat hakkından mahrum edilmek isteniliyor? Avrupa devletleri, milletimizi, evvelce bilmiyorlar mı idi? Wilson prensiplerini kabul ve Mütarekenameyi imza ettikleri zaman; altı asırlık bir milletin mahiyeti, kabiliyeti hakkındaki bilgileri noksandı da, bir iki ay zarfında mı tamamladılar? Hakkımızda tatbik edecekleri kararları bilmiyorlardı da, sonra mı hatırlarına geldi? Halbuki; düşününüz Efendiler! Milletimiz, ufak bir aşiretten; anavatanda müstakil bir devlet kurduktan başka; Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük zorluklar içinde bir imparatorluk vücuda getirdi Ve bunu, bu imparatorluğu, 600 seneden beri tam bir yücelik ve büyüklükle devam ettirdi Buna muvaffak olan bir millet, elbette, yüksek siyasî ve idarî niteliklere maliktir Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvveti ile vücuda gelemezdi Dünyaca bilinir ki; Osmanlı Devleti, pek büyük olan ülkesinde, bir hududundan diğer hududuna, ordusunu olağanüstü hızla ve tamamıyla teçhiz edilmiş (silâh ve malzeme ile donatılmış) olarak naklederdi Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilâtının değil; bütün idarî şubelerin olağanüstü mükemmelliğine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delâlet eder Milletimizin zalim olması meselesine gelince; bu da, sırf iftiradan, sadece yalandan ibarettir Hiçbir millet, milletimizden ziyade, yabancıların inançlarına ve âdetlerine riayet etmemiştir Hatta, denilebilir ki; diğer dinlere mensup olanların dinine ve milliyetine riayet eden tek millet, bizim milletimizdir Fatih, İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkilâtı, olduğu gibi bıraktı Rum Patriki, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategigosu gibi Hıristiyan dinî reisleri, imtiyaz sahibi oldu Kendilerine her türlü serbestlik, cömertçe verildi İstanbul’un fethinden beri, gayrimüslimlerin mazhar bulundukları bu geniş imtiyazlar, milletimizin din ve siyaset bakımından, dünyanın en hoşgörülü ve soylu bir milleti olduğunu ispat eder en belirgin bir delildir Memleketimizde yaşayan gayrimüslim unsurların başına ne gelmiş ise; kendilerinin, yabancı entrikalarına kapılarak ve imtiyazlarını kötüye kullanarak, vahşice takip ettikleri ayrılık siyaseti neticesidir Her halde; Türkiye’de meydana gelmiş arzu edilmeyen bazı haller, birçok sebep ve mazerete dayanmaktadır Bunu da kesin olarak arz edebilirim ki; bu haller Avrupa devletlerinde mazeretsiz işlenmiş bunca haksızlıklardan pek düşük bir seviyededir Tekrar ediyorum, aleyhimizde sarf edilen mütalâalar yanlıştır; bu hakikat, tarih ve mantık yolu ile sabittir Bu hususu, yalnız Batı’ya değil; hatta, vatandaşlarımıza da ehemmiyetli bir surette hatırlatmak lüzumunu hissediyorum Çünkü; pek az olmakla beraber, esefle işitiyoruz ki; milletin tarihini okumamış veya millî histen mahrum kalmış olması lâzım gelen bazı şahıslar, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri suçlamaları reddetmedikten başka; vatanlarını kabahatli göstermekten çekinmiyorlar Düşmanlarımız, hakkımızda icat ettikleri iftiralarını, bir aralık Paris Konferansı’na da kabul ettirir gibi oldular İhtimal bunun neticesi olarak; daha savaş esnasında, birbirleriyle yaptıkları gizli anlaşmaların ve verdikleri sözlerin tatbikatına başlanmıştı, İzmir, Antalya, Adana, Ayıntap, Urfa ve Maraş’ın işgalleri, hep bir karşılıklı taahhütler neticesi olsa gerek Halbuki; haktan, adaletten bahseden itilâf Devletlerinin bu gibi muamelelerde bulunmamaları lâzım gelirdi Medeniyet ve insanlıktan bahsedenlerden, bu beklenmezdi Fakat; her halde, dünyada bir hak vardır Ve hak, kuvvetin üstündedir Şu kadar ki; milletin haklarını kavrayıp, müdafaa ve muhafazası emrinde her türlü fedakârlığa hazır olduğuna dair dünyaya bir kanaat vermek lâzım gelir, işte, düşmanlarımızın bu hareketi, milletimizi bu kavrayıştan ve bu fedakârlık hissinden mahrum zannettiklerinden doğmuştur Fakat; doğrusunu söylemek lâzım gelirse, mütarekeden beri birbirini takip eden hükümetlerimizin, memleketin maruz kaldığı haksızlıklara karşı kusurlu ve akılsızca hareketleri, aleyhimizdeki yanlış fikirleri güçlendirmeye yardımcı olmuştur Meselâ; Tevfik Paşa, vatanımızın bir kısmını Ermenistan’a ilâvede bir sakınca görmemekte idi Ferit Paşa, resmî beyanatında doğu vilâyetlerinde geniş bir Ermenistan muhtariyetinden (özerkliğinden) bahsettiği gibi; Paris’te de güney hududumuzun Toros olabileceğini söylemişti Toros’un güneyinde Arapça konuşulduğunu zannediyor ve Toros’tan da Antakya’ya kadar olan mıntıkanın Türklerle meskûn ve bin seneden beri Türk kanı ile yoğrulmuş olduğunu bilmiyordu, işte, bu gibi hükümetlerin tavır ve hareketleridir ki; milletimizi, geçmişini unutmuş, milliyetin ve hususî medeniyetlerin bahşettiği haklardan habersiz, kansız, miskin bir millet olarak tanınmasına yol açmıştır Milletimizin kendini bu suretle tanınmaya meydan vermesinde pek büyük bir kabahati vardı Milletimizin o kabahati, merkezî hükümetin icraatı ile Avrupa’nın namusuna gereğinden fazla itimat göstermiş olmasıdır, işte bu kabahatten dolayı; kendi kıymetini, mahiyetini, faziletlerini unutturmak derecesine düşmüştür İzmir felâketinden sonradır ki; milletimiz, hakikaten mütehassıs ve mütenebbih oldu (gerçekten pek duygulandı ve uyandı) Ve derin uçuruma sürüklendiğini kavradı ve ondan sonra, haklarını bizzat müdafaaya karar verdi Tabiî; bunu yapabilmek için, bir şekil almak, organlaşmak lâzım gelirdi Zaten, her tarafta teşkilât ve organlaşma, daha evvel başlamıştı Fakat; evvelâ, Erzurum ve daha sonra, Sivas Kongrelerinde, umumî birliğimiz vücuda geldi Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bütün cihana karşı olan Beyannamesi ve Nizamnamesi içindekilerin ehemmiyeti vardır Nizamnamenin teşkilâta ait sayfasında görülüyor ki; maksat, Osmanlı vatanının bütünlüğünü, Hilâfet ve Saltanat yüksek makamının ve millî istiklâlin korunmasını temin yolunda, Kuva-yı Milliye’yi hâkim kılmaktır Bir millet, mevcudiyeti ve hakları için bütün kuvveti ile, bütün fikrî ve maddî kuvvetleri ile alâkalı olmazsa; bir millet, kendi kuvvetine dayanarak, mevcudiyetini ve istiklâlini temin etmezse; şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz Millî hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız, buna pek güzel delildir Bu nedenle; teşkilâtımızda Kuva-yı Milliye’nin geçerli, millî iradenin hâkim olması esas kabul edilmiştir Bugün, bütün cihanın milletleri, yalnız bir hâkimiyet tanırlar: Millî Hâkimiyet Teşkilâtın diğer teferruatına bakacak olursak, işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından; yani, fertten başlıyoruz Fertler düşünceli olmadıkça; kitleler, istenilen istikamete, herkes tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler Kendini kurtarabilmek için, her ferdin, mukadderatı ile bizzat alâkalı olması lâzımdır Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese, elbette sağlam olur Şüphe yok; her işin başlangıcında, aşağıdan yukarıya doğru olmaktan ziyade; yukardan aşağı olması zarureti vardır Biz, memleketimiz dahilindeki seyahatlerimizde, tabiî olarak; birinci tarzda başlamış olan Millî Teşkilâtımızın, gerçek başlangıcına, ferde kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru hakikî organlaşmaların başladığını tam bir teşekkürle gördük Bununla beraber, mükemmellik derecesine eriştiğini iddia edemeyiz Bunun için, özel surette, aşağıdan yukarıya tekrar bir organlaşma meydana gelmesi gayesine özel surette çalışmamız, bir millî ve vatanî vazife sayılmalıdır Umumî harbin neticesi, birtakım fedakârlıkların göze alınmasına devletimizi mecbur kılıyordu; buna göre, devlet için, millî yeni bir hudut kabul ettik Bu hudut dahilinde kalan memleketimizin kısımları, Osmanlı toplumundan ayrılamaz bir bütün olarak kabul edilmiştir Her halde; devletimiz ve milletimiz, içerde ve dışarda, bütün manası ile müstakil kalacaktır Bize karşı bir idare tarzı kabul edilemez Bu mukaddes maksadın temini ile uğraşıldığı bir sırada, pekâlâ hatırlarınızdadır ki; Ferit Paşa, buna mani olmaya kalkıştı Bu teşebbüsleri, memleket dahilinde kötü yorumlamaya uğradı İttihatçılar, dedi Bu suçlama, iç ve dış fikir dünyasında, muvaffak olamadı Bunu gördükten sonra, yeni bir silâh aradı Bolşeviklik, dedi Resmî telgraflarında; Bolşeviklerin Karadeniz’den takım takım Samsun, Trabzon ve dahile doğru yürüdüğünü; memleketi alt üst ettiğini resmen yaydı Bunlar da, müessir olamadı Ferit Paşa ve Kabinesi, daha ileriye gittiler Bazı yerlerde İslâm ahaliyi kandırarak; üzerimize sevk etmek, millet için, vatan için çalışanları yok etmek kastında bulundular Tabiî, bunlarda da muvaffak olamadılar Fakat; nihayet, millet, Ferit Paşa’ya itimatsızlık göstermeye mecbur oldu Kabine düşürüldü Millî birlik, sağlamlaştı Millî Teşkilâtımızın bugün takip ettiği gaye, vatanın bölünmekten ve milletin esirlikten kurtuluşuna dönüktür İnşallah; yakın zamanda, Millî Teşkilât bu gayenin elde edilmesi ile, üstlendiği vatanî vazifesini ifa edecektir Fakat; vazifesini tamamlamış sayılacak mıdır? Bence; bundan sonra da, pek mühim vatanî ve millî vazifemiz vardır Meselâ; dahilî hallerimizi ıslah ile, medenî milletler arasında faal bir uzuv olabileceğimizi fiilen ispat etmek lâzımdır Bu gayede muvaffak olmak için siyasî çalışmalardan ziyade, sosyal çalışmalara ihtiyaç vardır Millî Teşkilâtımızın böyle bir gaye için nasıl bir şekil almak lâzım geldiğini, şüphesiz, milletimizin umumî emelleri tayin ve tespit edecektir Ümit ederim ki; müsait bir sulh yapıldıktan sonra; vaziyetimiz, iyi idare edilirse; evvelki hudut dahilindeki vaziyetimizden daha iyi olur Cemiyetimiz açısından, çizdiğimiz hudut haricinde kalan dindaşlarımızla, bu muhterem kardeşlerimizle, aynı hudut dahilinde asırlardan beri vatandaşlık ettik Bu kardeşlerimiz, her tarafta, Suriye’de, Irak’ta, Yemen’de, Doğu’da, kendi dahillerinde mevcudiyetin muhafazası ve istiklâlin temini için çalışıyorlar Bütün bu İslâm parçalarının istiklâle kavuşmaları, İslâm âlemi için, ne büyük bahtiyarlık olur Bunun elde edilmesinde; İslâm âleminin vaziyetinin ne kadar sağlam olacağını şimdiden tasavvur etmekle, pek büyük saadet hissediyorum Uyanıklığa kavuştuğuna şüphe kalmayan İslâm âleminin muvaffakiyetini o kadar kuvvetli görüyorum ki; bu inançla hislerimi izah eylediğimden dolayı duyduğum vicdanî zevk pek büyüktür

Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’daki ilk günlerini, İstanbul’a geçmek üzere gelen mebuslar ile yaptığı görüşmeler doldurur Bu konuyu Mustafa Kemal Paşa şöyle özetliyor: Mebuslar, aynı günde veya günlerde (Ankara’da) toplu halde bulunmadılar (söylediklerimi) günlerce tekrar ve yine tekrar etmek mecburiyeti hâsıl oldu Her şeyden evvel, manevî kuvvetin, yürek ve vicdan kuvvetinin yüksek tutulması şarttır Biz de, bu noktayı güçlendirmeye çalıştık Türk milletinin kalbinden, vicdanından fışkıran ve ilhamlanan en esaslı, en belirgin arzu ve iman belli olmuştu: Kurtuluş! Artık, bu arzuyu ifade etmek kolaydı Nitekim; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, millî arzu belirtilmiş ve ifade olunmuştu Milletçe vekil seçilen kişiler, her şeyden evvel bu esaslara bağlı kimselerden ve bu esasları ilân eden cemiyete mensup olduğunu gösterir bir isim taşıyan bir grup yapacaktı: Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu Milletin emel ve maksatlarının, kısa bir programa esas olacak surette, toplu bir tarzda ifadesi de görüşüldü Misak-ı Millî adı verilen bu programın ilk müsveddeleri de, bir fikir vermek maksadı ile kaleme alındı, İstanbul Meclisinde bu esaslar, gerçekten toplu bir surette yazılmış ve tespit olunmuştur Fakat; İstanbul Meclisinde, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu diye bir grup teşekkül ettiğini işitmedik Mustafa Kemal Paşa, bu durumu “Nutuk”ta acı ve ağır sözlerle eleştirir ve konuyu şu noktaya getirir: Ben, Meclis-i Mebusanın İstanbul’da saldırıya uğrayacağını, dağılacağını kesinlikle bekliyordum Bu takdirde; başvurulacak tedbirleri de kararlaştırmıştım Hazırlığımız ve tertiplerimiz de başlamıştı, işte, bu görevi yaparken; milletçe yanlış anlamalara sebep olmamak için tedbir olarak da bir şey düşünmüştüm: Meclis-i Mebusan Reisliğine seçilmek Bundan maksat, dağıtılan mebusları, Meclis-i Mebusan Reisi sıfat ve yetkisi ile davet etmekti Gerçi bu tedbir, ancak görünüşü korumada ve geçici olarak yararlı idi Fakat; herhalde, bunalımlı zamanlarda, faydası geçici de olsa, her türlü tedbirin alınmış olması fazla sayılamaz Gerçekte, İstanbul’a gitmeyecektim Fakat; bunu itiraf etmeksizin, zaman kazanacak ve geçici olarak görev başında bulunmuyormuşum gibi durum ve iş düzenlenecek ve Meclis, reis vekilleri vasıtası ile idare edilecekti Bu hususu gerekenlere söyledim Düşünce ve görüşümü uygun buldular Bu işte çalışacaklarına söz vererek ve güvenmemi söyleyerek İstanbul’a gittiler Fakat; bir iki arkadaştan başkasının, bu fikri ağızlarına bile almadıklarını öğrendim Bu meselede hâkim olan muhakeme ve mantık şu imiş Bunca milletvekilleri içinde Meclis Reisi olacak liyakatta bir adam dahi yok mudur ki, hazır olmayan bir mebusu gıyaben reis seçeceğiz Meclisi teşkil eden sayın kişileri bu kadar liyakatsiz göstermek başkalarının gözünde kötü tesir yaratmaz mı? Diğer bir mantık da, Meclis Reisliğine Kuva-yı Milliye Reisini seçmekle daha ilk günden, Meclis üzerine kuşku ve saldırıyı çekmeye sebep yaratmak, akıl kârı olamaz İtiraf etmeliyim ki; bu tedbirin alınmamış olması, Meclis dağıldıktan sonra, beni, küçük bir güçlükle karşılaştırmıştır

Alıntı Yaparak Cevapla