Prof. Dr. Sinsi
|
Mehmet Akif Ersoy - 12 Mart Anısına Özel Bölüm
HALK EĞİTİMİ AÇISINDAN CAMİLER VE ÂKİF
Millî şairimiz Mehmed Âkif Ersoy, yaşadığı dönemde (1873-1936) Saltanat / Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi üç ayrı yönetim biçimini görmüş; Balkan, Birinci Dünya ve İstiklal Harpleri gibi dünya çapında olaylara şahit olmuştur En çok da o dönemin sade vatandaşları halkın ve dünya müslümanlarının hâlini, zor günlerini yakından “hisli bir yürek” olarak izlemiştir
Her bakımdan “olağanüstü” sayılabilecek o sıkıntılı şartlarda, müslüman ahali için halk eğitimi kurumları olarak mekteplerin yanında camiler ve tekkeler vardı Bu kurumlar o günkü Osmanlı toplumu için her zamankinden çok daha önemli ve vazgeçilmez bir anlam taşıyordu Zira halkın bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi görevini yazılı basın olarak belli sayıdaki gazete ve mecmualar/dergiler yürütmekteydi Sesli ve görüntülü medya ise henüz yoktu
Böyle bir siyasi ve sosyal ortamda Âkif, inançlı bir aydın olarak, halkla ilişki kurma imkânı veren tüm kurum, yol ve araçları kullanarak millete ulaşmaya, onlarla olupbitenleri dostça ve içtenlikle paylaşmaya, çıkış ve çözüm yollarını göstermeye gayret eden bir eğitimci konumunda olmuştur O, bu görevi sonuna kadar, -kendi yakın çevresini, ailesini ihmal etme pahasına da olsabilinçli bir şekilde gönüllü olarak ve isteyerek sürdürmüştür Hayatı ve eserleri bunun kanıtıdır
Gerçekten de Âkif, şiirlerini topladığı ünlü eseri Safahat’ı “Fatih Camii” manzûmesi ile okuyucuya sunar Onu anlatabilmek için âdeta çırpınır Neler söylemez, hangi değerlendirmeleri yapmaz ki? Sonunda Fatih Camii için hiç unutulmayacak mısraı bulur:
“Bu bir ma’bed değil, Ma’bud’a yükselmiş ibâdettir ”
Âkif’in, özelde Fatih Camii genelde bütün camilerle âşinalığı / tanışıklığı tâ çocukluk yıllarına uzanır O diyor ki:
Sekiz yaşında kadardım Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, hâliyle koyuverir peşimi,
Dalar giderdi Ben artık kalınca âzâde,
Ne âşıkâne koşardım hasırlar üstünde!
Aslında Âkif, camilere hem İslâm’ın temel kurumu olarak ifade ettikleri mana ve yerine getirdikleri işlevler (ilim, ibadet, eğitim, iletişim ve idare) hem de tanıklık ettikleri sanat dehası ve medeniyetimizin sonsuzluğa uzanan eserleri olarak bakar, öyle değerlendirir ve öyle görülmelerini ister ve bekler
Kürsüdeki Şâir
Âkif, 17 Haziran 1910 tarihini taşıyan “Hasbıhâl” başlıklı yazısında, İslâm kültür tarihinde başlangıçtan beri temel halk eğitimi kurumu olarak görev yapmış olan mescidler/ camiler hakkında, “Camiler efkâr-ı milleti tenvir için ne müsâit yerlerdir(Camiler kamuoyunu aydınlatmak için ne elverişli yerlerdir)” tespitini yapmıştır Hayatı boyunca da bu müsâit/elverişli yerlerden, halkı aydınlatıp eğitmek için olabildiğince yararlanmaya gayret etmiş ve çalışmalarını cami eksenli olarak yürütmüştür Aslında Âkif’in dünyası da mabed/cami merkezli bir nitelik arz eder Ne var ki, “Onun görüşü cami duvarını aşamamıştır” yargısına katılmak mümkün değildir O, özelde bütün İslâm dünyasını, genelde tüm insanlık âlemini tâ özünden kavramış ve ona göre tespit ve tekliflerde bulunmuş, bu yönde o, mümin yüreğini, bilgi, duygu, yetenek ve imkânlarını ortaya koymakta asla tembel ve cimri davranmamıştır Nitekim Âkif, Safahat’ın dördüncü kitabı “Fatih Kürsüsünde”, müslümanların o günkü durumunu tam bir din adamı/halk eğitimcisi ve mürşid olarak değerlendirir Evrendeki temel kanunun, hareket ve sa’y/ çalışma olduğunu kanıtlarıyla ortaya koyar ve her defasında sözünü;
“Bekaayı hak tanıyan sa’yi bir vazife bilir,
Çalış çalış ki bekâ, sa’y olursa hakkedilir ”
diye pekiştirerek bitirir Daha sonra tembellik, cehâlet, yanlış anlaşılmış ve yorumlanmış tevekkül, kader, hurafe, içtihat gibi doğrudan halkın düşünce ve yaşayışını etkileyen konularda eleştiri ve değerlendirmeler yapar, bu ilkelerin nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğini tam bir bilgeeğitimci olarak yana yakıla anlatır İlim, mektep, maarif ihtiyacı üzerinde ısrarla durur; ihtilâfları, avam, cemaat, gençlik, sosyete eksenli olarak değerlendirir, en sonunda da Balkan Harbi’nin yürek yakan manzaralarına, şiirle tablo çizer gibi dikkat çeker, milletin kurtuluşunun birlik-beraberliğe, ümitle ve yılmadan çalışmaya bağlı olduğunu vurgular ve sözlerini, baştan beri söylediklerinin doğal uzantısı olan bir temenni/dua ile bitirir:
Ya Rab, bizi kahretme, helak eyleme  Âmin
Tâ ibret olup kalmayalım âleme  Âmin
…
Çöksün mü nihayet yıkılıp koskoca bir din?
Çektirme, İlâhî, bu kadar zilleti Âmin!
Âkif, özellikle kritik dönemlerde kendisini “milleti aydınlatmak için” cami kürsülerinde bulmuş ve oradan millete seslenmiştir Yani o, sadece şiirleriyle değil bizzat kendisi uygulamalarıyla da camide ve kürsüdedir Şimdi onun hayatından birkaç çizgiyi hatırlayalım:
“1913 yılının ilk aylarında ve Balkan Harbi mağlubiyetinin felâketli günleri içinde Mehmed Âkif, İstanbul’un üç büyük camiinde va’azları ile halka hitap etti Şubat ayının ilk yarısında Beyazıd, Fâtih ve Süleymaniye camilerinde verilen bu va’azların metinleri SR’ (Sebîlü’r-reşad)da yayınlanmıştır ”
“1920, Anadolu’daki millî mücâdele faaliyetinin başladığı yıl oldu İlerleyen Yunan işgal kuvvetlerine karşı Batı Anadolu’da Ayvalık ve Balıkesir’de ilk cephe açılmıştı, işgal altındaki İstanbul’da bunalan Mehmed Âkif, ocak ayı sonunda Eşref Edip’le birlikte Balıkesir’e gitti Burada Zağnos Paşa camiinde halka va’z ederek, onları mücâdeleye ve savaşanlara yardım etmeye davet etti, Bu va’zının metni 12 Şubat tarihli SR’ (Sebilü’r-reşad)da yayınlandı ”
1920 yılının Ekim ayı ortalarında Kastamonu’ya giden Âkif, şehir halkıyla sıkı temaslar yaptığı gibi civar kasaba ve köylerin hemen hepsini de dolaşarak düşmana karşı başlatılan hareketin önemini anlattı  Sebilürreşad’m 464 sayısında Âkif’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği meşhur va’az yayınlandı Derginin on bir sayfasını kaplayan va’az metni, istiklâl Savaşı’nın neden yapıldığını açıklayan en önemli vesikadır
Safahat’ın ikinci kitabı olan “Süleymâniye Kürsüsünde” Âkif;
“Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız
Dînin ahkâmını zâten fukahanız söyler,
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer,
Bana siz âlem-i İslam’ı sorun, söyliyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim,
görmediğim ”
girişiyle başlamış olsa da o tam bir din adamı, halk eğitimcisidir Onun bu manzumedeki değerlendirmeleri ve tespitleri kimleri nasıl görmek istediğini dile getirir
Mazhar Osman’ın isabetle belirttiği gibi “Âkif, şiirle vaaz eden bir muttaki bir ahlâkçı idi Âkif şiirlerinde, dinsizliğe, kaba sofuluğa, riyâkâr taassuba cihat açmıştı ”
Böyle bir cihat sürdürüldükten sonra, cami kürsüsünde olmakla mısralar içerisinde bulunmak arasında pek de fark yoktur Bu açıdan bakılınca Safahat, her konuya uygun engin duygularla bezenmiş diri sözler, haklı eleştiriler ve isabetli değerlendirmelerle dolu güncel bir vaaz-halk eğitimi kitabıdır
Âkif’in görüşü Kur’an ve Sünnet’e dayanan, fakat bunların yorumunda akıl ve ilmi esas alanların görüşüdür Başka bir deyişle, mâbet ile mektebi ve dinle dünyayı ayırmayı asla onaylamayan Âkif’in anlayışına göre; “İlim, doğrudan doğruya, dinin arabasına koşulmalıdır En büyük dehaları yetiştiren medreseler, ulu Tanrının muhteşem tapınakları önünde baş eğmedi mi?” O bu fikrini Süleymaniye Camii’nin konumunu tanımlarken şöyle dile getirir:
“Dur da Ma’bûd’una yükselmek için ilme basan
Ma’bed’in hâlini gör, işte serâpâ iman!”12
…
Evet, medâris o vahdet-serây-i muhteşemin
Önünde; hürmetidir dine her zaman ilmin ”
Mehmed Âkif, camilerdeki halk eğitimi hizmetlerini ve özellikle vaizliği ve zamanındaki bazı vaizleri değerlendirmekten de geri durmamıştır Şu görüşler ona aittir:
“Aykırı fikirleri devirecek kudreti kendilerinde göremeyenler; sebîl-i hakkı bulabilmek için bir hayli mücâhede geçirmiş olmayanlar mevki-i irşada çıkıp da ibâdullahı ızlâle kalkışmamalıdır Vaizlik, nâsihlik mürşitlik gâyet müşkil vazifelerdendir
Sözlerini dinletebilip de efkârı arkalarından getiremeyenler, cemaati kâbil-i hitap olmamakla töhmetliyerek işin içinden sıyrılıveriyorlar; asıl kabiliyetsizlik ile, aczin kendilerinde olduğunu hiç hatırlarına getirmiyorlar
Vaizlere, icâzetname (diploma) ile yetinilmeyip “sıkı bir imtihandan” geçirildikten sonra görev verilmesini ısrarla savunan Âkif, şu sözleriyle bu fikrini kanıtlar:
“Udebâyı ulemâdan Ziya Paşa merhum “Bizde gayet mühim iki vazife vardır ki, bililtizam en ehliyetsiz ellere tevdi olunur: Biri nahiye müdürlüğü, diğeri çocuk lalalığı” diyor ki, biz buna bir de vaizliği ilâve etmek için hiç düşünmeğe hacet görmüyoruz
Vaizlik, mürşidljk edecek adamın yalnız sebîl-i hakkı tanıması kâfi değildir; o caddeye çıkan yolların nerelerden sapmak ihtimali olduğunu da iyice bilmelidir Bir de yanlış yol tutanlara “dalâlettesin!” demekle iş bitmez Oraya nasıl düşmüş; saha-i reşâda nasıl çıkacak, buraları tamamiyle tayin etmeli, sonra bîçârelerin eline yapışmalıdır Hele tekfir, tehdit ma kamında ele alınacak silahlardan değildir Zira bunun ika edeceği mevt-i mânevîyi duyacak hisler pek azaldı Onun için “Sus! Kâfir oldun!” nidası top gibi patlasa yine kuru sıkı telakki olunacak ”
Âkif’e göre din ve dil iki kutsaldır Dil, dinin kökleşmesine yarayan fikirlerin ifade aracı olarak mukaddesti/kutsaldı Sade dili, dini halka anlatmak için kullanan Âkif, inandığı ve güvendiği fikirleri başkalarına da telkin etmek ve benimsetmek için onları çekici ve alımlı renklerle boyar, ağırlıktan, koyuluktan, sertlikten kurtarırdı Bir vaiz, cemaate telkinde bulunurken, nasıl onların anlayacağı dili kullanmak zorunda kalırsa Âkif de, yüreğindeki ateşi boşaltmak istediği zaman, açık Türkçeye başvurur Şu mısralar bunun güzel bir misalini teşkil eder:
“Hâli islah edecekler diyerek kaç senedir,
Bekleyip durduğumuz zübbelerin tavrı nedir?
Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu!
Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu
…
Kızımın iffeti batmakta rezilin gözüne 
Acırım tükrüğe billahi, tükürsem yüzüne!
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım  
Şu kadar vermelisin ” Kahrolayım kaçmazdım ”
Âkif, iman ettiği prensipleri, usta bir aktör gibi, halkı güldüre-ağlata, kafalara çivilemek yolunu tutmuş bir eğitimcidir Şair-vaiz Mehmed Âkif’in, bazı âyet ve hadislerin mealini nazmen yorumlama merakına başta Safahat’ı, düz yazı ile yorumlarına da diğer eserleri şahitlik etmektedir Mensur olarak kaleme aldığı tefsirlerinin manzum şekillerini yazmış olması ve hele ömrünün son senelerinde Mısır’da on yılda gerçekleştirdiği ve fakat o günün koşulları içinde ülkeye getirmediği ve yakılmasını vasiyet ettiği Kur’an tercümesi ile Âkif, bir anlamda karşımıza şair-müfessir olarak da çıkmaktadır O inandığı gibi yaşamış ve inandığından, doğru bildiğinden başka bir şeyi söylememiş olmak gibi bir mümin dürüstlüğünün, bir eğitimci kimliğinin ve imtiyazının/ ayrıcalığının sahibidir
“Sen din ile pâyidâr olursun,
Din gitti mi târumâr olursun!”
İtiraf etmeliyiz ki aradan geçen bunca zamana rağmen bugün bile camilerimizde şiirleriyle halka seslenmeye devam eden bir şair varsa, o Âkif’tir
Öyle sanıyorum ki, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı ülke çapında bir anket yapacak olsa, din görevlilerinin şiir ve beyitlerini en çok ezbere bildiği şair Âkif olacaktır Bu da merhumun, bir bilge-eğitimci olarak cami ile hayatı nasıl bütünleştirdiğini gösterir Nitekim damadı Ömer Rıza Doğrul şöyle der:
“Hayatında yazdığı ve neşrettiği ilk şiir “Kur’ân’a hitab”tı ve bu hitap onun genç ruhundan semaya yükselen, sonra bütün ömrünce onun ruhuna sağnak sağnak feyiz yağdıran bir ‘rahmet’ olmuştur ”
Âkif, “o bizim Şark’ımızın ruh-i kemâli” diye övdüğü şair Sâ’dî için,
“Odur şi’ri hikmetle mecz eyleyen
Odur şiir nâmiyle hak söyleyen”
der
Bize kalırsa bu beyit, Âkif’in kendisi hakkında da aynen geçerlidir Onun halk eğitimi açısından “kürsüdeki şair”liğinin göstergesi de “şiir adıyla hak söylemesi” olsa gerektir
İsmail L Çakan
|