Prof. Dr. Sinsi
|
Atatürk Dönemi Dış Politika Gelişmeleri
c-Sa'dabat Paktı :
Türkiye, 1930'lardan sonra İslâm ülkeleri ile çok taraflı bir iş birliğine gitmiştir İran'la 5 Kasım 1932'de dostluk, güvenlik, tarafsızlık ve ekonomik iş birliği antlaşması, 1937'de de iş birliğini sağlayan çeşitli antlaşmalar imzalamıştır Irak'la Bağdat'ta 1936'da nota teatisi ile 5 Haziran 1926'daki sınır ve komşuluk antlaşmasının bazı bölümlerini uzatmışlardır
Irak'la ayrıca 1932'de suçluların geri verilmesi ve ticaret antlaşması imzalanmıştır Mısır ile 7 Nisan 1937'de Ankara'da dostluk antlaşması imzalanmıştır
Ayrıca, Türkiye Orta Doğu'da bölgesel bir iş birliği faaliyeti başlatarak 2 Ekim 1935'te Cenevre'de İran ve Irak'la üçlü bir antlaşma parafe etmiştir Bu gruba daha sonra Afganistan da katılmıştır Türkiye, İran, Irak ve Afganistan bu iş birliğini daha da geliştirerek 8 Temmuz 1937'de Tahran'daki Sa'dabat Sarayı'nda ,Sa'dabat Paktı'nın imzalanmasını gerçekleştirmişlerdir Sa'dabat Paktı tarafların dostluk ilişkilerini devam ettirmeyi ,ortak sınırlara saygı göstermeyi, birbirlerine karşı saldırmamayı ve iç işlerine karışmamayı taahüt altına almıştır
Balkan Antantı'nda olduğu gibi Sa'dabat Paktı'nın oluşmasında Türkiye'nin önemli rolü vardır Revizyonist devletlerden İtalya'nın Etopya'yı (Habeşistan) işgal etmesi paktın meydana gelmesindeki en önemli etkendir Sa'dabat Paktı ,İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra önemini kaybetmiştir
Türkiye, Balkan Antantı ve Sa'dabat Paktı ile batıda ve doğuda bir güvenlik sistemi kurarak kendisi için önemli olan bu iki bölgede barış politikasını kuvvetlendirmiş oluyordu
d-Türk-Sovyet Münasebetleri:
1933 yılının sonuna kadar zaman zaman görüş ayrılıkları ortaya çıkmasına rağmen sıkılaşarak devam eden Türk-Rus ilişkileri 1934 yılından itibaren erişilen doruk noktasından aşağıya inmeye başlayacaktır
Türkiye, batılı devletlerle iş birliğine gittikçe Sovyetler Birliği'nden belirli bir ölçüde uzaklaşmaya başlamıştır Bu uzaklaşma özellikle Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra artarak devam edecektir
Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girmesinden sonra Sovyetler Birliği'nin de 1934'te cemiyete üye olması iki ülke arasındaki doğabilecek muhtemel çatışmayı da önlemiştir 1934 Balkan Antantı konusunda birtakım endişelere sahip olan Sovyetler Birliği'ne Türkiye'nin güvence vermesi ile iki ülke arasındaki münasebetlerin tamamen koparılmamasına özen gösterilmiştir
Türkiye'nin Sovyetler Birliği ile münasebetlerinin dostane bir şekilde devam etmesi yönündeki çabalarına rağmen,Sovyetler Biriliği'nin tutumu Montreux Boğazlar Sözleşmesi'nden sonra 1939 yılına gelindiğinde değişmiştir Sovyetler Birliği, can düşmanı kabul ettikleri Hitler Almanya'sı ile antlaşma yaparak dış politikasında önemli bir değişikliğe gitmiştir Daha sonra Sovyetler Birliği kuzeyde Finlandiya'ya saldırdı Arkasından Baltık devletlerini ilhak etti Sovyet politikasında meydana gelen bu değişiklik 1945'te Türk-Sovyet dostluk münasebetlerinin iflas etmesine neden olacaktır Bu tarihte Sovyetler Birliği, Boğazlar ve doğudaki üç ilimiz üzerinde hak iddia etme cesaretini göstermiştir
e-Türk-İtalyan Münasebetleri:
İtalya ile imzalanan 1928 Antlaşmasının iki ülke münasebetlerinde meydana getirdiği dostluk bir müddet devam etmiştir 4 Ocak 1932'de İtalya ile Ankara'da imzalanan bir antlaşma ile Meis ve Anadolu sahillerindeki birkaç küçük ada üzerindeki ihtilaf halledilmiştir Bunun yanı sıra 1928 Antlaşmasını 5 yıl süreyle uzatan ek protokolde taraflar arasındaki dostluğun gelişmesi ümidini doğurmuştu Ancak , İtalya'nın 1934'te Orta ve Yakın Doğu'ya yayılma emellerinin ortaya çıkması, münasebetlerin bir anda bozulmasına yol açmıştır
İtalya'nın 3 Ekim 1935'te Etopya'ya saldırması, Türkiye'nin İngiltere ile sıkı bir iş birliği yapmasına neden olmuştur 1936 yılında İtalya'nın on iki adayı, özellikle Leros Adası'nı tahkim etmesi, Türk-İtalya münasebetlerinde gerginliğin hat safhaya ulaşmasına sebep teşkil etmiştir Ayrıca İtalya, Türkiye'nin talebi ile toplanan Montreux Konferansı'na katılmamıştır
İtalya ile yaşanan gerginlik bu devletin ; Temmuz 1936'da Türkiye'ye 1928 Antlaşması'na bağlı olduğunu bildirmesi ve İngiltere ile 2 Ocak 1937'de Akdeniz konusunda yaptığı bir antlaşma yeni bir yakınlaşmaya sebep olmuştur Türk-İngiliz yakınlaşmasından çekinen İtalya'nın İngiltere ile yaptığı antlaşma, Türkiye ile olan münasebetlerinin de düzelmesine yol açmıştır
Türk-İtalyan münasebetlerinde meydana gelen bu düzelme Hatay Meselesi yüzünden Fransa ile arası açılan Türkiye'nin de işine gelmiştir
2-3 Şubat 1937'de Tevfik Rüştü Aras ile Kont Ciano arasında yapılan Milano görüşmeleri yeni bir iş birliği havası yaratmakla birlikte İtalya ortamdan istifade etmek yoluna gitmiş ve Türkiye'yi İtalya-Almanya safına çekmeye çalışmıştır
10-11 Eylül 1937'de Avrupa devletlerinin katılması ile Nyon'da gerçekleşen konferansa Almanya ,İtalya ve Arnavutluk katılmamışlardı Nyon Konferansı, Akdeniz'de meydana gelen korsanlık olaylarının önlenmesi için düzenlenmişti Bu olaylarda İtalya'nın rolü olduğu iddia edilmiştir Türkiye, konferansta Fransa ve İngiltere'yi desteklemiştir
Türkiye'nin bu devrede yavaţ yavaţ statükocu gruba kayması İtalya'nın Türk ülkesi üzerindeki emellerinden kaynaklanmıştır Çünkü İtalya'nın davranışlarında Türk dış politikasını etkileyen önemli talepler mevcuttur
f-Türk-Alman Münasebetleri
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya'ya zorla kabul ettirilen Versailles (Versay) Antlaşması, bir müddet Almanya'nın Avrupa diplomasisinden uzak kalmasına sebep olmuştur 1919-1932 yılları arasında Türk-Alman münasebetleri normal siyasî temastan öteye geçmemiştir 1933 yılında başlayan Nazi iktidarıyla birlikte Almanya, siyasî ve iktisadî nüfuzunu arttırmıştır 1934 yılından itibaren Türkiye, Almanya ile sıkı bir iktisadî iş birliğine girmiştir Almanya,Türkiye üzerindeki iktisadî nüfuzunu kullanarak Türk-Sovyet ve Türk-İngiliz münasebetlerinde gerginlik yaratıp Türkiye'yi revizyonist guruba çekmeye çalışmıştır
Almanya stratejik önemi haiz Boğazların kendisi tarafından uygun görülmeyen bir statüye bağlanacağı endişesiyle, Montreux (Montrö) Sözleşmesine katılmadığı gibi tasvip etmediğini de açıklamıştır
Bu tip olumsuzlukların yanı sıra Türkiye, Almanya ile olan iktisadî iş birliğinden vazgeçmeyecektir 1938 yılında Alman Ticaret Bakanı Funk'un Türkiye'yi ziyareti sırasında üzerinde mutabakata varılan;Türkiye'ye on yıl süreyle 150 milyon mark kredi verilmesini öngören antlaşma 16 Ocak 1939'da Berlin'de imzalanmıştır Yine 25 Temmuz 1938'de Berlin'de iki ülkenin imzaladığı bir ticaret antlaşması ile de Türk-Alman ticarî münasebetlerinin geliştirilmesine çalışılmıştır
Almanya, iktisadî gücünü kullanarak Türkiye'ye karşı gerçekleştirmek istediği politikada başarılı olamamıştır İtalya-Almanya tehlikesi,Türkiye'nin kararını 1939 yılında kesinleştirecek ve antirevizyonist statükocu devletlerin yanında yer almasına yol açacaktır
g-Türk-İngiliz Münasebetleri:
Lozan görüţmelerinde İngiltere'nin olumsuz tutumu ve 1926'da Musul Meselesi'nin Türkiye aleyhine neticelenmesi,iki ülke arasındaki münasebetlerin bir müddet dostane olmayan bir seyir takip etmesine sebep olmuştu Ancak, Türkiye'nin batılı devletlerle iş birliğine yönelik bir dış politika takip etmesi,1932'ten itibaren Türk-İngiliz münasebetlerinin yavaş yavaş gelişmesinde rol oynayan önemli faktörlerden birisidir
Almanya ve İtalya'nın Doğu ve Akdeniz politikası 1934'den itibaren Türkiye'nin İngiltere'ye daha da yakınlaşmasını sağlayacaktır 1936'da gerçekleşen Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-İngiliz yakınlaşmasında bir dönüm noktasıdır Montreux'de İngiltere ,Türkiye'yi desteklemiştir
1938 yılına gelindiğinde Türkiye ve İngiltere arasındaki iktisadî münasebetlerin gelişme gösterdiği görülmektedir 27 Mayıs 1938'de iki devlet arasında Türkiye 10 milyon sterlinlik kredi açılmasını öngören bir antlaşma imzalamıştır
1937 tarihli Nyon Konferansı'nda Türkiye İngiltere'yi desteklemiş, 19 Ekim 1939'da ise Türkiye,İngiltere ve Fransa arasında imzalanan karşılıklı yardım antlaşması ile de Türkiye-İngiltere iş birliği kesinlik kazanmıştır
h-Montreux (Montrö) Boğazlar Sözleşmesi:
Misak-ı Millî'de, Boğazlar konusu "  İstanbul kenti ve Marmara denizinin güvenliği her türlü tehlikeden uzak kalmak şartıyla, Akdeniz ve Karadeniz boğazlarının dünya ticaret ve ulaşımına açılması konusunda, bizimle birlikte, öteki tüm devletlerin oy birliği ile verecekleri karar geçerlidir" şeklindeki ifadeyle esasa bağlanmıştı Lozan görüşmelerinde, Boğazların durumu ile ilgili olarak İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Sovyetler Birliği ve Türkiye'nin imzaladığı bir Boğazlar Sözleşmesi hazırlanmıştı Bu sözleşmede geçişlerle ilgili esaslar genel olarak Misâk-ı Millî esasına uygun olmakla birlikte sözleşmeye ısrarla Boğazların silâhtan arındırılmasıyla ilgili hükümlerin konması, Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye düşüren bir durum meydana getirmiştir
Lozan'da Boğazlar Sözleşmesi üç esası ortaya çıkarmıştır:
1-Boğazlar asker ve silâhtan arındırılmıştır
2- Boğazlardan geçişi kontrol etmek ve Milletler Cemiyeti'ne geçişle ilgili bilgiler vermekle yetkili bir Boğazlar Komisyonu kurulmuştur
3-Boğazların asker ve silâhtan arındırılmasıyla, ileride Türkiye için herhangi bir tehlike teşkil edecek duruma karşı Milletler Cemiyeti'nin özellikle de İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya'nın garantisi sağlanmıştır
Ancak, Milletler Cemiyeti güvenlik sistemi başarı ile uygulanamamıştır Revizyonist devletlerden İtalya, Cemiyetin bir üyesi olan Etopya'yı işgal etmiş, Almanya, Versailles Antlaşması'na uymayarak Ren bölgesini silâhlandırmış, Japonya ise Milletler Cemiyeti'nden ayrılmıştır Milletler arası münasebetlerin bozulmasına yol açan bu gelişmeler, silâhtan arındırılmış Boğazlar konusunda Türkiye'yi endişeye sevk etmiştir
Türkiye, Boğazlar Sözleşmesi'nin değiştirilmesini ilk olarak 23 Mayıs 1923'te talep etmişti, ancak Sovyetler Birliği'nin dışında diğer batılı devletler tarafından olumlu karşılanmamıştı 1934'te Balkan Antantı'nın kurulmasıyla, Boğazlar konusundaki Türk talebi Antant üyeleri tarafından uygun görülmüştür Almanya'nın 1936'da Ren bölgesini silâhlandırması üzerine,İngiltere de Türk hükûmetinin isteğine olumlu cevap verecektir
Türk hükûmeti 11 Nisan 1936'da Lausanne (Lozan) Boğazlar Sözleşmesi'ne taraf olan devletlere birer nota göndererek sözleşmenin değiştirilmesi teklifini tekrarlamış, bunun üzerine 22 Haziran 1936'da İsviçre'nin Montreux kentine bir konferans düzenlenmiştir
Montreux Boğazlar Sözleşmesi (175) , 20 Temmuz 1936'da Türkiye, İngiltere, Fransa, Sovyetler Birliği, Japonya, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Yugoslavya arasında imzalanmıştır İtalya,sözleşmeyi daha sonra 2 Mayıs 1938'de imzalamıştır
Montreux Sözleţmesi ile;Boğazlar Komisyonu kaldırılmıştır Askerden arındırılması ile ilgili tedbirler de kaldırılarak, askerî hâle gelebileceği hükme bağlanmıştır Böylece, boğazların emniyeti Türkiye'ye bırakılarak, bölge üzerinde hâkimiyetini koruması sağlanmıştır
Ayrıca Boğazlardan geçiş ve seyrü sefer, Türkiye'nin ve Karadeniz'e sahili olan devletlerin güvenliği sağlanacak şekilde düzenlenmiştir Ticaret gemileri için tam geçiş serbestliği tanınmıştır Savaş gemileri için ise; herhangi bir savaş hâlinde Türkiye savaş içerisinde değilse, savaşan devletlerin savaş gemileri Boğazlardan geçemeyecekti Türkiye savaşın içinde ise veya kendisini savaş tehlikesi karşısında görürse, geçiş kararı kendisine bırakılıyordu
Karadeniz'e sahili olmayan devletlerin, Karadeniz'e geçebilecek savaş gemileri cinsi, büyüklüğü ve tonajı sınırlandırılmıştır Karadeniz devletlerinin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişi için de oldukça geniş serbestlik tanınmıştır
Sözleşmenin süresi 20 yılla sınırlandırılmakla birlikte taraf devletlerden hiçbirisi süre sonunda sözleşmenin feshi yönünde bir talepte bulunmadıklarından, sözleşme hala yürürlüktedir
Türkiye'nin Montreux Sözleşmesi'yle, Boğazlar üzerinde hâkimiyetini tesis etmesi, milletlerarası münasebetlerde prestijini artırmıştır Sözleşme, Türk-İngiliz ve Türk-Sovyet münasebetlerinde bir dönüm noktasıdır
Sözleşmeyle oluşan Türk-İngiliz yakınlaşması Sovyetleri rahatsız etmiş ve Türk-Sovyet münasebetlerinde soğukluk meydana gelmiştir
ı-Türk-Fransız Münasebetleri ve Hatay Meselesi :
Lozan'dan arta kalan Osmanlı Borçları Meselesi'nin 1933'te yapılan bir antlaşma ile halledilmesi, Türk-Fransız münasebetlerinin dostane bir mahiyet kazanmasına sebep olmuştu 1932-1939 döneminde Türkiye ile Fransa arasında münasebetleri etkileyen olay, Hatay Meselesi (İskenderun Sancağı) olacaktır
İskenderun Sancak'ı, ekseriyetinin Türk olması nedeniyle Misak-ı Millî sınırları içinde idi Ancak 1921 tarihli Ankara İtilâfnamesi Sancak'ın Türk sınırları dışında bırakılmasını öngörmüştü İtilafname, sancağa özel bir statü vermekle birlikte, bölgedeki Türk unsurunun çıkarlarını da gözetmekte idi Lozan da sancak'ın bu yapısı aynı şekilde teyit edilmiştir Dolayısıyla Sancak, Suriye gibi Fransız mandası altına girmiş oluyordu
Fransa'nın, 9 Eylül 1936'da Suriye'ye bağımsızlığının verilmesi yönünde bir antlaşma yapması, Suriye sınırları içinde yer alan sancak meselesinin tekrar gündeme gelmesine yol açmıştır Çünkü Sancak da Suriye'nin yönetimine girecekti Bu mesele 1936'dan 1939'a kadar Türk-Fransız münasebetlerinde gerginlik yaratacaktır
Türkiye, 9 Ekim 1936'da Fransa'ya verdiği bir notada Suriye'ye yapıldığı gibi İskenderun Sancağına da bağımsızlık verilmesini talep etti Fransa verdiği cevabî notada konuyu Milletler Cemiyetine havale etmeyi teklif etti Türkiye bu teklifi kabul etti
Türkiye, Sancak Meselesi'ne büyük önem vermiştir Atatürk bu önemi şöyle ifade etmektedir;"  Milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca mesele, hakiki sahibi öz Türk olan "İskenderun-Antakya" ve havalisinin mukadderatıdır Bunun üzerinde,ciddiyet ve kat'iyetle durmaya mecburuz"
14-16 Aralık 1936'da toplanan Milletler Cemiyeti, Sancak Meselesi için üç kişilik gözlemci heyeti tayin etti 20 Ocak 1937'de tekrar toplanan konsey İngiltere'nin Türk tezini desteklemesi sonucunda Sancak'ta ayrı bir statünün oluşturulmasını kararlaştırdı
Bu yeni statüye göre;İskenderun ve Antakya iç işlerinde tam bağımsız, fakat dışişlerinde Suriye'ye bağlı kalacak, ayrı bir anayasası olacak, resmî dili ise Türkçe olacaktı Daha sonraki görüşmelerde resmî dil Türkçe ve Arapça olarak kabul edilmiştir Sancak'ın ülke bütünlüğü Türkiye ve Fransa tarafından teminat altına alınacaktı Fransa ile 29 Mayıs 1937'de bu teminatı sağlayan ve Türkiye-Suriye sınırını tespit eden bir antlaşma yapılmıştır
1937 yılında, yeni sistem Sancak Meselesi'ni tamamen halledememiş, birtakım sıkıntıların meydana gelmesine neden olmuştu Suriye halkı Hatay'a bağımsızlık verilmesini protesto etti
Fransızlar ise Sancak'taki Arapları ve diğer azınlıkları kışkırtma yoluna gitti Milletler Cemiyeti gözetiminde hazırlanan Sancak anayasasına göre, 1937'de seçimlerin yapılması gerekirken bölgedeki olumsuzluklar yüzünden seçimler ertelendi Türkiye, Sancak'taki Fransız valisi ve memurların davranışlarının yarattığı gerginlik üzerine Hatay sınırına 30 000 kişilik bir kuvvet yığdı
Avrupa'nın içinde bulunduğu gerginliğin artması ve İkinci Dünya Savaşının eşiğine gelinmesi, Fransa'yı Hatay Meselesi'nde Türkiye'ye karşı daha yumuşak bir politika takip etmesine sebep olmuştur 3 Haziran 1938'de Türkiye ve Fransa arasında yapılan askerî antlaşma ile Sancak statüsünün korunması öngörülmüştür Bu antlaşma gereğince Türkiye ve Fransa Sancak'a 2500'er kişilik bir kuvvet göndermiştir Askerî antlaşmanın imzalanmasından sonra iki ülke arasında 4 Temmuz 1938'de bir dostluk antlaşması daha imzalanarak Sancak Meselesi'nin hallinde önemli bir adım daha atılacaktır
Sancak'ta Ağustos 1938'de yapılan seçimlerde,Türk topluluğu 40 milletvekilliğinden 22'sini kazanmıştır
2 Eylül 1938'de toplanan Sancak Meclisi, İskenderun Sancak'ına Türkçe adıyla "Hatay Devleti" ismini vermiştir
Hatay Meselesi'nin halledilmesinden sonra Türk-Fransız münasebetleri hızlı bir şekilde gelişme göstermiştir 23 Haziran 1939'da Ankara'da iki ülke arasında imzalanan antlaşma, karşılıklı yardımı öngördüğü gibi, Hatay'ın Türkiye'ye katılma talebinin Fransızlar tarafından kabul edilmesine sebep olacaktır
Nihayet, 29 Haziran 1939'da son toplantısını yapan Hatay Meclisi oy birliği ile ana vatana katılmaya karar vermiştir
Hatay'ın kazanılmasında, Avrupa'nın içinde bulunduğu buhranlı dönemin etkisi, İngiltere'nin Türkiye'yi destekler mahiyette tavır alması önemli faktörler olarak gösterilebilir Ancak en önemli faktör, 1936'dan sonra daha güçlü bir Türkiye'nin varolması ve Türk dış politikasının bu dönemde kararlı ve tavizsiz bir şekilde tatbik edilmesidir
6-Türk İnkılâbının Dayandığı İlkeler:
Atatürk, devlet adamı, başkumandan ve fikir adamı olarak temayüz etmiştir Dünya tarihinde, devlet adamı ve başkumandan olarak icraat ve mücadelelerini fikriyata istinat ettirenlerin sayıları sınırlıdır Zira sosyal ilimlere dayanarak analiz yapmak ve senteze varmak demek olan fikriyat,hem bilgi ve kültür,hem de istidat ister
Tarihî gelişmelerin meydana getirdiği Türk inkılâbı, bir fikir ve idealin başarıya ulaşmış hâlidir Türk inkılâbındaki fikriyatın yönü Atatürkçülük şeklinde ifade edilir Türk inkılâbının fikrî gücü ve dayandığı esaslara ise "Atatürk İlkeleri" denir
Atatürkçülüğün temel ilkeleri olarak değerlendirilen altı ilkenin doğup gelişmesi Türk İnkılâbının başlangıç safhasında olmamıştır Cumhuriyet Halk Partisi'nin ilk tüzüğünde yer alan "Cumhuriyetçilik, Halkçılık ve milliyetçilik" ilkelerine "laiklik, devletçilik ve inkılâpçılık" ilkeleri partinin 1931'deki 3 kurultayında eklenmiştir 5 Ţubat 1937'de yapılan anayasa değişikliği ile Cumhuriyet Halk Partisi'nin nizamnamesinde yer alan altı ilke Türkiye Cumhuriyeti'nin özellikleri olarak anayasada yer almıştır
Türk inkılâbının amacı; Millî modernleşmeyi sağlamak Türk, toplumuna yeni bir şekil ve anlayış kazandırmaktır Türk inkılâbı; bağımsızlığı, hür düşünceyi ve insan onurunu temel alan bir Türk rönesansıdır Mustafa Kemal Paşa, bu anlayıştan hareketle ilk yapılacak işin "Türkleri yeni baştan Türkleştirmek" olduğunu tespit etmiştir Bu ideallerin ileriye dönük bir şekilde gelişmesi ve korunması Atatürk ilkelerinin gerçek anlamda uygulanması ile mümkündür
Altı Atatürk İlkesi'nin yanı sıra bu ilkeleri tamamlayıcı nitelikteki "Millî hâkimiyet", "Millî bağımsızlık" ve "Millî birlik" ilkeleri Türkiye Cumhuriyeti'nin temelinde varolan unsurlardandır Atatürk ilkeleri ile birlikte mütalâa edildiğinde Atatürkçülüğün tanımı daha iyi anlaşılacaktır
a-Millî Hâkimiyet:
Millî hâkimiyet, milletin kendi kendini idare etmesi, kendine hükmedecek heyeti seçmesidir Yani millet tarafından devlete verilen iktidardır Bu durumda hâkimiyet bir kişiye, gruba ve çoğunluğa değil , bütün millete aittir
Batı menşeli olan "millî hâkimiyet" kavramı siyasî hayatımıza Millî Mücadele ile birlikte girmiştir Atatürk "Millî hâkimiyet" mefhumuna Türk'ün ve kendi yüksek fikirlerinin damgasını vurarak hareket etmiştir Atatürk, Millî hâkimiyet kavramını izah ederken millete ve Türk milletinin fikrine ağırlık vermiş ve bunun üzerinde ısrarla durmuştur
Mustafa Kemal Paşanın Samsun'dan sadarete gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporda yer alan "Millet, Millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir Bunun için çalışacaktır" ifadesi Millî Mücadele hareketinin hedefini göstermesi bakımından önemlidir
Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongrelerinde ortaya çıkan ana fikir ise "Hâkimiyet-i Millîye'ye müstenid bilâ kaydü şart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek" şekliyle tespit edilmiş ve bu ideal ilk BMM'nin açılmasıyla yeni devletin temelini oluşturmuştur Bu durum 1921 ve 1924 Anayasaları "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" ilkesine yer vermekle hukuki bir hüviyet kazanmıştır
Toplumda en yüksek hürriyetin,en büyük eşitlik ve adaletin sağlanması, istikrarı ve korunması ancak ve ancak tam ve kesin anlamıyla Millî hâkimiyeti sağlamış bulunmasıyla devamlılık kazanır Bundan dolayı, hürriyetin de,eşitliğin de,adaletin de dayanak noktası Millî hâkimiyettir
Mustafa Kemal Paţa'ya göre "Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eţitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve kat'i manasıyla Millî hâkimiyetin kurulmuş olmasına bağlıdır Bundan ötürü hürriyetin de,eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası Millî hâkimiyettir"
b-Millî Bağımsızlık(İstiklâl-i tam) :
Siyasî anlamda bağımsızlık, bir başka devlete veya milletler arası herhangi bir kuruluşa bağlı bulunmamak demektir Millî Bağımsızlık, milletin bu fikri benimsemesi ve amaç edinmesiyle ortaya çıkar Türk milleti için "bağımsızlık" ise vazgeçilemeyecek, taviz verilemeyecek bir karakteridir
Mustafa Kemal Paşa'nın bağımsızlık anlayışı kayıtsız ve şartsız bir şekilde bağımsızlıktır:
"İstiklal-i tam, denildiği zaman, bittabi siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsî ve ilah her hususta İstiklâl-i tam ve serbest-i tam demektir Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet,millet ve memleketin mana-yı hakikisiyle bütün istiklâlin mahrumiyeti demektir"
"İstiklâl-i tam, bizim bugün tercih ettiğimiz vazifenin ruh-ı aslisidir Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı tercih de edilmiştir"
Batının emperyalist devletlerine karşı girişilen Millî Mücadele Hareketi'nin temelinde Türk milletinin bağımsızlığını kazanma arzusu yatar Anadolu Kongrelerinde "Milletin bağımsızlığından vazgeçilmediği ve vazgeçilmeyeceği" esası kabul edilmiştir Bu esas ile kurulan yeni Türk devleti milletler arası hayatta yerini Lozan Barış Antlaşması ile almış ve kazandığı Millî Mücadele zaferi, milletler arası bakımından da bu antlaşma ile teyit edilmiştir
Misak-ı Millî'nin öngördüğü tam bağımsızlık fikrinin askerî ve siyasî başarılar neticesinde elde edilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti,bağımsızlık anlayışımızın korunması ile ilelebet yaşayacaktır
c-Millî Birlik:
"Millî birlik ve beraberlik, milletçe, bir arada yaşamayı ve bütünlüğü ifade eder Millî birlik ve beraberlik, Türk devletini oluşturan kişilerin karşılıklı sevgi ve saygı ile birbirine bağlanmasını, ortak amaçlara yönelik olarak varlığını devam ettirmesini belirtir
Millî birlik ve beraberlik, milliyetçilik ilkesinin doğal bir sonucu, milliyetçilik ilkesinin öngördüğü ortak amaçların bir görünümüdür Millî birlik ve beraberlik, milletçe birliği ve beraberliği ve bütünlüğü de ifade ettiğinden millî devletin bir yönden de gerçekleşme vasıtasıdır"
Mustafa Kemal Paşa, millî birliğin taşıdığı anlamı şu şekilde ifade etmiştir:
"Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında ulusal birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygusu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur Ulus varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir ulusun en yenilmez silâhı ve korunma vasıtasıdır Bu sebeple Türk ulusunun idaresinde ve korunmasında ulusal birlik,ulusal duygu,ulusal kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir"
"Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri güvenli çalışmada, ilerleme hevesinde millî birlik ve millî irade şeklinde daha iyi gözlere çarpmaktadır Bu bizim için çok önemlidir; çünkü, biz, esasen millî mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz"
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, yeni kurduğu devletin de ancak bütün fertleri ile birlikte modernleşmenin gerçekleştirilebileceğini daima vurgulamıştır
Bunun yanında millet bilincinin ve millet olma duygusunun kuvvetlenmesi ise ancak Türk kültürünün, Türk tarihinin millî bir zemine oturtulmasının gerçekleştirilmesi ile başarıya ulaşacağına inanmaktadır O'na göre Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür
Millî birliğin gerçekleşmesi için Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı altında toplanan insanların önce ne oldukları bilincine varmaları, hangi ortak kültürden geldiklerini bilmeleri lazımdır Bugün, Türkiye Cumhuriyeti'nin tüm vatandaşları; hangi ırktan, hangi dinden, hangi mezhepten gelirse gelsin birlik ve bütünlük içinde hepsi Türk'tür Bu anlayış ise Türk milliyetçiliğinin temelini oluşturur
|