10-10-2012
|
#3
|
Prof. Dr. Sinsi
|
Modern Mimari
WALTER GROPİUS:
Fogus ayakkabı Fabrikası: (Alfeld) : Sanatçının ilk önemli eseridir Adolf Mayerle birlikte tasarladıkları yapıya esas itibariyle cam ve metalden oluşan bir perde cephe giydirilerek yalın, saf, net bir çözüm elde edilmiştir Simetri, statik denge gibi ilkeler kompozisyona hakimdir
Bauhaus Binası : (1926) : Burada ise bu kez birden fazla yalın dikdörtgen prizmayı birbirine ekleyerek daha dinamik bir kompozisyon elde etmiş ve kendi deyişiyle simetrinin yapmacık anlamsızlığı yerini serbest asimetrik gruplaşmanın canlı ve ritmik dengesine terk etmiştir
5- Ekspresyonizm: (1918) (Dışavurumculuk)
20 yüzyılın başlarında özellikle Almanya’da gelişen ve kubizm, putirzm, neoplastitizm gibi bir sanat akımı olarak karşımıza çıkar Ekspresyonistlere göre sanat eserlerinin tümünde ifade vardır Cümleyi ters çevirirsek ifade sanat eserinde olması gereken bir niteliktir ve ifadesiz bir sanat eseri olamaz Bir sanat eserinin ortaya konmasında farklı aşamalardan geçilir İlk aşamada doğadan alınan izlenimlerin etkisi görülür İkinci aşamada orijinal tinsel bir sentez söz konusudur Üçüncü aşamada bu özgün ifadeye bir haz duygusu katılır Son aşamada sanatçı yarattığı bu alt yapıyı ses, taş, beton gibi fiziksel elemanları kullanarak somut hale sokarak sanat eserini yaratır Bu aşamalardan geçen ,orijinal ifade gücü yüksek mimari eserlerde üstün estetik değerlere sahip olarak nitelenir Bu türden bir yapının sahip olması gereken kriterleri Naun Gabo “mutlak form” olarak adlandırır Ona göre kendi hayatı olan, kendi dilini konuşan, kendine özgü duygusal bir etkisi olan, duygusal gücü tek,ani, dayanılmaz ve evrensel olan sadece akıl ile anlaşılmayan formlar mutlak formlardır
Ekspresyonist mimarlar modern mimarlığın gelişme aşamalarından geçmişler modern mimarlığın 1920-1930’larda klasikleşen kuralları çerçevesinde eserler verdikten sonra kendi kişiliklerini yansıtan özgün ifadeli eserlere girişmişlerdir
Modern mimarlığın klasik devresinin olumsuz bir klişe haline gelerek uluslar arası uslup adı altında kişilikten yoksun monoton gelişmesi sonucu bölgesel ve kültürel farkları yok eden bu mimariyi Frank Lloyd Wright “telefonla nakledebilinecek mimari” diyerek hafife alıyordu Ana çizgileri ile incelemeye çalıştığımız ekspresyonist mimari yönelimlerin hepsi rasyonel mimarlığın katı geometriciliği şematizmi ile kesin bir çatışma halinde olup irrasyonel bir tutum içerir Ekspresyonist yapılar rasyonel, uluslar arası üsluba tezat oluştururken mimariye getirdiği özgünlük, atılganlık, canlılık, dinamizm ve tek defalılık kentlerin monoton görünümünü değiştirdiği gibi onları röper noktası konumuna da getirecektir Örneğin Sdney Opera Binası, Eyfel Kulesi, yalnızca bulundukları şehirlerin değil bulundukları ülkelerinde simgesi durumundadırlar
ERICH MENDELSOHNN:
*Einstein Kulesi: Potsdam – Almanya (1920)
Mendelsohnn’un erken dönem yapıları ekspresyonizmin güçlü örneklerini içerir İrrasyonel bir biçim gösteren yapı tek bir kütleden oyularak yaratılmış özgün bir heykeli andırır Mimarı da yapı için Einstein’ın izafiyet teorisinin araştırması için inşaa edilmiş yapı aynı zamanda onun anısına dikilmiş bir anıttır Dolayısıyla yalnızca bir mimari eser olmayıp bir heykeldir de
FRANK LLOYD WRİGHT:
*Guggenheim Müzesi: (1943-1959)
Biçimsel analizi yapıldığında yatay bir platform üzerinde yükselen müzeyi oluşturan ters bir kesik koni ile idare kısmından oluşan bir yapı olduğu görülür Müze mekanı zeminden helezonik şekilde yükselen bir rampa ile ortasındaki boşluktan ibarettir bu iç mekan ve helezonik hareket dış yapıya da aynen yansımıştır Yani iç mekan ve dış kütle özdeştir, birdir Ters kesik koni geometrik bir formdur Spiral ince pencere bandları içerlek olup formun bütününü bozmaz Bu form antik ve geleneksel yığma inşaat teknolojisine yani zeminden düşey yükselen form anlayışına terstir Aşağıda dar fakat yukarıya doğru genişleyen bir form Çağdaş teknoloji ile geliştirilebilen bu form yeni özgün ve heyecan vericidir Tüm yapı tek bir malzemeden beyazımsı bej betonite ile kaplanmış Brüt betondan yapılma pürüzsüz yüzeylerden oluşturulmuştur Tıpkı heykeltraşın külden yaptığı bir heykel gibi Yapı eleştirmenler tarafından “Wright’ın kente vurduğu son tokat” olarak tanımlanır
LE CORBUSİER:
*Ronchamp Tapınağı: (1950-1953)
Yeşil bir tepe üzerine inşaa edilen yapı duvarlarının beyaz rengi, çevresindeki yeşil örtü ve gökyüzünün değişen renkleriyle tezat yaratarak binayı belirgin hale getirmektedir 1944’te yıkılan eskinin yerine yapılan bu kilise yalnızca 200 kişiliktir Ancak önemli açık hava dini törenlerinde kullanılmak üzere doğu cephesinde bir apsis ve vaaz yeri bulunmaktadır Yapı içinde kuleleri aracılığıyla tepeden aydınlatılan 3 küçük şapel vardır Eserin en çarpıcı yanı dik açıyla alakası olmayan eğrisel yüzeylerle kavranan bir iç mekandan oluşan formudur İrrasyonel form kişiyle doğada oluşmuş masif bir kaya etkisi uyandırır Yapı duvarları topraktan fışkırmış masif görünümler içerir ve bu duvar üzerinde boşluk oranı %3’ü geçmeyen farklı boyutlarda çok sayıda pencere açılmıştır Yapının duvarları kesin kanıtı olmasa da Akdeniz mimarisinden esinlenmiş görülür Ancak masif duvar görüntüsüne karşı duvarların yığma olmadığı çelik bir iskelet üzerine taş örülerek yapıldığını bilmekteyiz ki bu durum mimarinin 1920’lerden beri özellikle Villa Savoy’da uyguladığı yapı iskeleti ve duvarların görevsel olarak birbirinden bağımsız olma ilkesi ile çelişir Ayrıca Villa Savoy2un zeminden koparılmış görüntüsüne karşın burada doğa ile bütünleşmiş bir yapı ilkelerle çelişmektedir Yapının çatı örtüsü mimarın anlatımıyla 1946’da Newyork yakınındaki Long Island’da bulduğu bir yengeç kabuğundan esinlenerek tasarlanmıştır Kalın salt betondan yapılmış görünen bu çatı örtüsü aldatıcı bir görünüm içerir Gerçekte çatı birbirinden 2 26 mesafede 6cm kalınlığındaki betondan mamul yapılmış çift cidardan oluşmaktadır ve her iki tabaka arasındaki bağlantı kirişlerle sağlanmıştır Corbusier 1920’lerde getirdiği purizmin ilkeleriyle nasıl rasyonel mimarlığın öncülerinden olmuşsa mimarlığı statikten dinamiğe yönelten Ronchamp Tapınağı ile ekspresyonizmin öncülerinden olmuştur Le Corbusier’in bu yapısı bir heykel gibi nitelenebilir ve bu başarısının sırrını mimarlığının yanı sıra ressam ve heykeltraş olmasında aramak gerekir Yapıda geleneksel klasik simetri ve statik denge anlayışı yerine dinamik bir denge görülür
JOHN UTZON:
*Sdney Opera Binası: (1956-1973)
Sanatçı bu eseri ile mimarlık dünyasını sarsmıştır Utzon seçimini baştan yaparak irrasyonel duygusal yönü seçmiştir Yapı için düşünülen yer denize uzanan küçük bir çıkıntıdır Bu alanda yapılacak bina için mimarının yaratı ve hayal gücü ona rüzgarda yelkenleri şişmiş bir gemi görünümü veren eskizleri çizdirmiştir Yapının görünen imajının esas hareket noktası budur Mimarına göre “yapıda çatının önemi büyüktür Çünkü bu bina yukarıdan da görülecek bir yapıdır Bu nedenle ben kare bir heykel tasarladım Kabuk çatı örtülerinin beyaz yelken gibi biçimlerinin limanla olan ilişkileri yatların yelkenleri gibi doğaldır ve bu yarım adada daha güzel bir siluet düşünmek güçtür ”
HANS SCHARUN:
*Berlin Flarmoni Binası: (1963)
Projenin esas çıkış noktası geleneksel konser salonlarında görülen sahnenin yerinin değiştirilmesi sahnenin ortaya alınarak dinleyici sıralarının onu dairesel biçimde kuşatması esas alınmıştır Mimar biçimi önceden kararlaştırılmış bu yapıda irrasyonel karşıt geometrik anlayışla içten dışa doğru gelişen bir tasarımla yapının kitlesini oluşturmuş İki katlı yatay bir platform üzerinde yükselen amorf irrasyonel formuyla doğadan kendiliğinden oluşmuş masif bir kaya yada buzdağı görünümündeki yapının insanların alışageldiği geometrik formlarla hiçbir ilgisi yoktur Yapıda anti-simetrik ve dinamik denge anlayışı başta gelen özelliktir
EERO SAARIEN:
*Twa Binası: Newyork (1956-1961)
Yapının hareket noktası mimarın 1956’da bir restoranda yemek yerken menü kartına çizmiş olduğu krokilerdir İrrasyonel anlayışla yapılan çizimlerde yapının formu kanatlarını simetrik olarak açmış iki ayağı üzerinde henüz yere konmuş büyük bir kuş görünümündedir Ancak yapı bir kuşa benzediği için değil Gabo kriterlerini yerine getirdiği için estetik değeri yüksek mimari bir eser sayılacaktır Yapı tasarım safhasında “esin’in” önemini vurgulayan bir örnektir
6- POST MODERNİZM:
Post modernizm (1972) özgün bir mimarlık akışı olmayıp modern klasik devrin uluslar arası üslubuna bireysel ölçekte tepki gösteren mimarların oluşturduğu bir harekettir Ancak birbirinden habersiz bu mimarlar arasındaki tek ortak nokta uluslar arası üsluba karşı çıkmak tepki göstermektir Dolayısıyla yaklaşımın özgün bir felsefesi teorisi olmayıp yalnızca tepkisel niteliktedir Ancak haklı tepkilerine karşı tuttukları yol yanlıştır Philip Johnson, Mies Van Der Rohe’un öğrencisidir ve ustası için “Mies bir dahidir ama artık yaşlandım ve sıkıldım benim yönüm bellidir Eklektik gelenek tarih boyunca sevdiğim şeyleri seçmeye çalışıyorum tarihi bilmezlikten gelemeyiz” der Son yapılardan olan A T T Bina’sının ön cephesi çatıda Barok çizgilere sahipken büro pencereleri aşamasında purizmin kübik kütlesini zemin kattaki lobi girişinde ise rönesansın ünlü yapılarından Pazzy Şapelinin ( Brunaccellhi) cephesinden izler görülür Bu eklektik anlayış kuşkusuz geriye dönük bir çabanın olumsuz ürünüdür İnsanoğlu ileri dönük, yaratıcı, yenilikçi çabalarıyla mağaralarda yaşamaktan bugüne gelmiştir ve artık geriye dönemez Philip Johnson ve Michel Graves ve beraberindeki mimarlar tüm çaba ve eskizlerinde eskinin cephe anlayışlarını taklit etmişlerdir
7- KONSTRÜKTİVİZM:
Bu akım ikisi de heykeltraş olan Naum Gabo ve Antoine Pewsner tarafından geliştirilmiş olup ilkeleri 1920’de yayınlanan “realist manipeshto” adı altında açıklanmıştır Gabo bir heykelin geleneksel şekilde bir kütleyi yontarak meydana getirebileceğimiz gibi çeşitli elemanların birbirine bağlanması yöntemiyle de konstrüktiv bir şekilde gerçekleştirilebileceğini söylüyordu Konstrüktivizm estetik açıdan “mekanik bir estetik” ön plandadır ve bu akımın mimarlığı çağdaş teknolojiyle dayanır ressam heykeltraş ve mimar Vilademir Tatlin, ressam Kasimir, ressam ve mimar Lissitzky bu akımın önde gelen sanatçılarıdır Lissitzky ileri teknoloji olanaklarının potansiyelini geniş, cesur, konsol kirişlerle ifade eden binalar öneriyordu
Gabo’nun konstrüktiv heykelleri heykel sanatında bir devrim yaratırken bu tür bir yaklaşım mimarlık için normal bir olgudur Ancak burda yeni olan konstrüktif elemanların estetik ögeler olarak değerlendirilmesidir Yoksa strüktür elemanlarının açıkça gösterildiği mimarileri biz daha önce gotik mimaride görmüştük
|
|
|