Prof. Dr. Sinsi
|
Muhammed Bahaeddin (Muhammed Bahaeddin Kimdir? - Muhammed Bahaeddin Hakkında)
ŞÂH-I NAKŞIBEND MUHAMMED BAHÂEDDİN RH A HAZRETLERİ
Hâce Muhammed b Muhammed el-Buhârî (ö 791/1389) Nakşibendiyye tarikatının kurucusu
718'de (1318) Buhara yakınlarında daha sonra Kasr-ı Ârifân adını alacak olan Kasr-ı Hindûvân köyünde doğdu (1) Bahâeddin Hazretleri uzunca boylu, buğday benizli, büyükçe sakallı, güler yüzlüydü Boynu nur gibi parlar, herkesi istikamete zorlar ve cümlenin irşâdını kollardı Zâhiren halk, bâtınen Hak ileydi Müridlerine aid huccet almıştı Neseben seyyiddi (2)
Bahâeddin Hazretleri üç günlük bebek iken o sırada doğduğu köyde bulunan dedesinin mürşidi Baba Muhammed Semmâsî tarafından manevî evlât olarak kabul edildi Semmâsî, beraberinde bulunan müridi Emîr Külâl'i Bahâeddin Hazretleri'nin tasavvuf terbiyesi için görevlendirdi (3)
Bahâeddin Hazretleri, onsekiz yaşında iken, ailesi kendisini evlendirmeyi, evlenirken Baba Muhammed Semmâsî'nin de hazır bulunmasını arzu ettiklerini söyleyerek Semmas'a gönderdiler Orada bir müddet Semmâsî Hazretleri'nin hizmetinde bulundu
Semmâsî'nin vefatından sonra Emir Külal, Kasr-ı Ârifân'a gelerek Semmâsî'nin vasiyetini hatırlattı ve memleketi Nesef'e döndü Nakşıbed Hazretleri uzun yıllar, Nesef'e giderek Emir Külal'ın hizmetinde bulundu ve ondan tarikat adabını öğrendi (4)
Tarikat âdâb ve erkânını öğrendiği bu dönemde kendisinin doğumundan yaklaşık bir asır önce vefat etmiş olan Abdülhâlik-ı Gücdüvânî'nin (v 617/1220) ruhaniyetine intisap etti (5) Bahâeddin Nakşibend her ne kadar Emir Külal'e intisab etmiş ise de en fazla Abdülhâlik-ı Gücdüvânî'nin manevi tesiri altında kaldığını kendisi söylemektedir Tasavvufta bu usûle üveysîlik ismi verilir Onun ayrıca uzun yıllar Hakîm et-Tirmizî'nin (ö 320/932) ruhaniyetinden faydalanması da üveysîliği ile ilgilidir (7)
Abdülhàlik-ı Gücdevânî Hazretleri, Nakşî Tarikatı'nın asıl piridir Nakşilik ile arasında beş şeyh geçmiştir O beş şeyh, bu Abdülhàlik-ı Gücdevânî'den intikal eden Nakşîliği meydana koyamamışlardır Ancak bu nasib, Nakşıbend Muhammed Bahâeddin Hazretleri'ne nasib olmuş O, Abdülhàlik-ı Gücdevânî'yi de görmemiştir Görmediği halde ruhen, mânen ona bu dersi telkin etmiş 
Kendisine de telkin eden Hızır Aleyhisselâm  Kendisini havuza sokmuş, suyun içine batırmış "Şimdi, Allah de bakayım!" demiş Suyun içinde, tabiatıyla ses çıkmaz Ses çıkmayınca içinden diyecek tabiatıyla  "Ha, işte bunu dışarda da böyle yap!" demiş Bu şekilde zikir, beş şeyh arkasından Nakşıbend Mehemmed Bahaeddin Hazretleri'ne nasib olmuş O da, bu nasibi talim etmiş bizlere  Bugüne kadar da elhamdü lillâh cârî olmaktadır
Bir gün Buhara'da mezarları dolaşırken yakın zamanda vefat eden Semmâsî'den Gücdüvânî'ye kadar ulaşan sûfîleri mânâ âleminde müşahede etti Bu sırada Gücdüvânî kendisine dinin emir ve yasaklarına uymasını, ruhsatlara ilgi göstermemesini, azîmet'lere sadık kalmasını, Hazret-i Peygamber ve ashabının yolundan gitmesini tavsiye etmiştir Bu olay Bahâeddin Hazretleri'nin ruhî hayatında büyük bir değişiklik yaparak cehri zikirden hafî zikre yönelmesine yol açtı
Bahâeddin Hazretleri'nin bu olaydan sonra Emîr Külâl'in mürid halkasından ayrılarak kendisini yalnız hafî zikre vermeye başlaması dervişler arasında tartışmalara ve memnuniyetsizliklere sebep oldu Fakat şeyhi Emîr Külâl'e gösterdiği saygıda bir değişiklik olmadı ve onun gittikçe artan iltifatını kazandı Emîr Külâl de müridlerine Bahâeddin Hazretleri'ne karşı olan bu tutumlarının yanlış olduğunu söyleyerek onu savundu Emîr Külâl, doğduğu Suhâri köyünde yapılan bir camiye tuğla taşımakta olan Bahâeddin Hazretleri'ni çağırarak sülûkünü tamamladığını, artık Türk ve Tacik bütün şeyhlerden faydalanabileceğini söyledi
Bundan sonra Hâce Bahâeddin, şeyhinin bir diğer müridi Mevlânâ Arif Dikgerânî'nin sohbetlerine katıldı Daha sonra Yûsuf el-Hemedânî'nin neslinden Yeseviyye tarikatı mensubu iki Türk şeyh ile ilgi kurdu Bunlardan Kusem Şeyh ile ilişkisi kısa sürdü; Halil Ata'nın yanında ise on iki yıl kaldı İlgili kaynaklarda görülen bütün karışıklıklara rağmen Halil Ata'nın, 748 (1347) yılına kadar Çağatay Hanlığında hüküm süren Kazan (Gazan) Han ile aynı kişi olabileceği ileri sürülmektedir (Togan, umumi Türk Tarihine Giriş, s 63) Menâkıb-ı Emîr Külâl'e göre Bahâeddin Hazretleri bu zalim hükümdar bir isyanla devrilinceye kadar onun yanında bulunmuştur Bu ilişki tarikat ehlinin yöneticileri ikaz etmesi şeklinde yorumlanmış ise de (Togan, "Gazan-Han Halil ve Hoca Bahâeddin Nakşbend", Necatı Lugal Armağanı, s 775-784) söz konusu dönemi onun manevî hayatı açısından bir duraklama devri olarak değerlendirmek daha doğru olur
Uzun süren çok yönlü müridlik devresini tamamladıktan sonra doğum yeri Kasr-ı Hindûvân'a dönerek müridlerini yetiştirmeye başlayan Bahâeddin Hazretleri daha sonra ikisi hac için olmak üzere üç defa Buhara'yı terk etti İkinci hac yolculuğunda üç gün kaldığı Herat'ta Zeyniyye tarikatının kurucusu Zeynüddin el-Hâfî'yi ziyaret etti Bir müddet sonra Hükümdar Muizzüddin Hüseyin'in davetlisi olarak yine Herat'a bir defa daha giderek bu ziyaret esnasında tasavvuf anlayışını ve tarikatının esaslarını hükümdara anlattı (Câmî, s 386) (9)
Emir Külal Hazretleri'nin vefat etmeden kısa bir süre önce müridlerine "Bahâeddin'e uyun" demesi üzerine etrafında büyük bir kalabalık toplandı ve irşad faaliyetlerini bundan sonra hızlandırdı
Nakşıbend Hazretleri'nin en önemli tefrik edici hususiyeti şeriat karşısındaki ta yabancı tesir ve unsurlardan uzaklığı, İslâm âlemini etkisi altına alan batınî ve felsefî hareketlere karşı sedd oluşu oldu İslâm tasavvufu onunla en mükemmel şekle ulaştı Gönülden gönüle iş gören, tamamen Allah'a yönelen bir hayatın gerekliliği üzerinde ısrarla durdu O'nun için, hayatı Allah'ın huzurundaymış gibi sürdürmek, Allah aşkıyla dolu olmak, dikkati başka tarafa yöneltmemek, araya bir şey sokmadan; dünyevî bir mükafat, hatta bir insan tarafından methedilmeyi beklemeden sırf Allah'a ibadet etmek asıldır Müridlerini sohbetle yetiştirerek "Bizim yolumuz sohbet yoludur Halvette şöhret ve musibet vardır " derdi
Benliğin, insanlardan ayrılarak inzivaya çekilmek suretiyle güçlendirilmesi yerine sosyal hayata aktif olarak katılmak ve buna rağmen Allah'a kullukta kusur etmemek suretiyle hayata iştirak etmek mânâsına gelen "Halvet der Encümen"i temel prensip edindi
Bahâeddin Nakşbend "sufî muhaddis değil, muhaddis sufî" esprisini yaymaya çalıştı Şer'î kaidelere ve Ehl-i Sünnet Akidesine sıkı sıkıya bağlı kalarak batıl bir takım hareketlere karşı durdu Müridlerine hayatta iken kendisi ve söyledikleri hakkında bir şey yazmalarını yasakladı
Nakşıbend, fikrî temayülünü Hakim Tirmizî (v 320/932)'nin başta Ku'tül-Kulub olmak üzere diğer eserlerine borçludur Nitekim kendisi de 789/1387'de yirmi iki yıldan beri Hakim Tirmizî Tariki'ne bağlı olduğunu söylemektedir (10)
3 Rebîülevvel 791 (2 Mart 1389) tarihinde doğduğu köyde vefat eden Bahâeddin Hazretleri cenaze merasiminde şu beytin okunmasını istemişti:
Büyük müflisleriz köyünde ey şâh,
Cemâlinden kılarız şey'en lillâh
Kasr-ı Ârifân daha sonraki yıllarda Bahâeddin (Buharalıların telaffuzuna göre Baveddin) adını almış, Nakşibendiyye tarikatı kuruluşunu tamamlayıp yayıldıkça mezarın etrafında geniş bir külliye oluşmuştur XIX yüzyılın sonlarında bu külliyenin aylık kira gelirleri binlerce ruble tutuyordu (K Bendrikov, s 29) Buhara ile Bahâeddin Nakşıbend arasında kurulan manevî bağ o kadar kuvvetli olmuştur ki Buharalılar onu "Hâce-i belâ-gerdân" (belayı defeden hâce) diye anmışlar (Câmî, s 385) ve şehrin manevî koruyucusu saymışlardır Bahâeddin Hazretleri'nin manevî varlığı Buhara'nın bütün Orta Asya müslümanları için bir ilim ve kutsiyet merkezi haline gelmesinde önemli bir faktör olmuştur
Bahâeddin Hazretleri kurduğu tarikatın mensuplarınca özellikle Türkiye'de Şah-ı Nakşibend unvanıyla tanınır Nakşıbend unvanının taşıdığı mâna ve bu unvanın ona ne zaman ve nasıl verildiği konusunda ilk Nakşıbendî kaynaklarında bilgi yoktur Sonraları bu unvanın devamlı yapılan hafî zikrin kalpte bıraktığı "nakş"a (iz) bir işaret olduğu söylenmiş ve bu yorum genel kabul görmüştür (el-Hânî, s 9)
Bahâeddin Nakşibend'in tasavvufî görüşlerini ihtiva eden herhangi bir eseri bugüne ulaşmadığı için bu konuda ancak kendisi hakkında telif edilen eserlerde nakledilen menkıbelerden hareketle bazı sonuçlara ulaşmak mümkün olmaktadır
Döneminin sûfîleri yanında müderrisler de kendisine saygı duymuş, o da devrinin âlimlerine hürmet etmiştir Nitekim Mevlânâ Hamîdüddin'e tasavvufî görüşlerini arz ederek yanlışı varsa düzeltilmesini istemişti Çünkü Bahâeddin Hazretleri'ne göre, "Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz" (el-Enbiyâ 21/7) âyeti ilim adamlarına danışmayı emretmektedir (Câmî, s 426) (11)
Bahâeddin Hazretleri'nin başlıca eserleri: Evrad-ı Bahâiyye, Tuhfe ve Silkü'l-Envar Hediyyetü's-Salikin'dir (12) Bahâeddin Hazretleri'nin sözleri başkalarının telif ettiği eserler yoluyla günümüze intikal etmiştir Bunların başlıcaları Fahreddin Ali Safî'nin Reşehât'ı, Abdurrahman-ı Câmî'nin Nefehât'ı, Selâhaddîn-i Buhârî'nin Enîsü't-Tâlibîn'i ve en önemlisi Hâce Muhammed Pârsâ'nın Risâle-i Kudsiyye'sidir Parsa (ö 822/1419) Buhara'nın önemli âlimlerinden biri olup Bahâeddin Hazretleri'nin önde gelen halifelerindendir Nakşibendî silsilesinin sürdürülmesini sağlaması bakımından en önemli halifesi Mevlânâ Yâkub Çerhî'dir (ö 851/1448) Çerhî'nin yetiştirdiği Ubeydullah Ahrâr (ö 895/1490), Nakşibendî tarikatının Orta Asya'da en önemli tarikat olmasını ve bütün İslâm dünyasına yayılmasını sağlamıştır
Nakşibendî silsilesinin Bahâeddin Hazretleri'nden önceki devirleri hakkında bilgi veren kaynaklara göre tarikat, Yûsuf el-Hemedânî zamanından Bahâeddin zamanına kadar, Hemedânî ve ardından gelenlerin taşıdığı "hâce" lakabına işaret olarak "tarîk-i hâcegân" diye anılmakta iken Bahâeddin Hazretleri'den itibaren "tarîk-i Nakşibendî" adıyla tanınmıştır (bk Bağdadî, s 22) Öte yandan Bahâeddin Hazretleri'nin ölümünden bir asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra Abdurrahman-ı Câmî tarikatın usullerini anlatan risalesine Ser-rişte-i Tarîk-i Hâcegân (Kabil 1343 hş ) adını vermiştir Nakşibendiyye tarikatının başlangıcı, tarikatın prensiplerini "kelimât-ı kudsiyye" olarak bilinen Farsça sekiz terimle özetleyen ve kendisinden hâcegân silsilesinin ilk halkası olarak bahsedilen Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'ye kadar götürülebilir Nitekim Bahâeddin Hazretleri'nin Gücdüvânî'nin ruhaniyetine intisabı onun silsiledeki önemini ortaya koymaktadır Bahâeddin Hazretleri'nin, silsilenin daha önceki mensuplarınca zaman zaman uygulanan hafî zikir üzerindeki ısrarı onun adını taşıyan tarikatın hüviyetini tayin edici bir rol oynamıştır
Daha sonra gelen İmâm-ı Rabbânî (ö 1034/1624) ve Hâlid-i Bağdadî (ö 1242/1827) gibi Nakşibendî müceddidleri yeni ve müstakil tarikat kurucuları değil Nakşibendiyye tarikatının muhtelif kollarının kurucuları olarak görülürler Bahâeddin Hazretleri'nin mânevî gelişmesinde Yeseviyye vasıtasıyla Türk tesirinin de göz ardı edilmemesi lâzımdır Nakşibendîlik Bahâeddin Hazretleri'nin ölümünden üç nesil sonra Orta Asya Türk kavimleri arasında yayılmaya ve giderek evrensel bir çekicilik kazanmaya başlamıştır (13)
Bahâeddin Nakşıbend'in vefat etmesinden sonra, onun halifeleri Alâeddin Attar, Hace Muhammed Parsa ve Mevlana Yakub Çerhi tarafından çok geniş bir alana yayıldı Bu yayılmada Mevlana Yakub Çerhî'nin müridi olan Hace Ubeydullah Ahrar (v 845/1489)'ın payı ve hizmeti büyük olmuştur
Nakşıbendî Tarikatı Fatih Sultan Mehmed zamanında, Ubeydullah Ahrar'ın halifelerinden Molla Abdullah-ı İlahî (v 896/1490-91) vasıtasıyla Osmanlı'ya girdi
Ubeydullah Ahrar'ın diğer bir halifesi Baba Haydar Semerkandî de İstanbul'a gelip yerleşmiş ve Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin kabrinin yakınına bir cami ve bir tekke inşa ettirmiştir
Nakşbendî Tarikatı, İmam-ı Rabbânî (v 1034) ile Hindistan ve havalisinde yayıldı
Mevlânâ Ziyâeddin Bağdâdî ile, Osmanlılar'da hem genişledi, hem de istikrar kazandı Osmanlı'nın son dönemlerinde bir takım Bektaşî tekkelerinin amaçları dışında kullanılmaya başlamasıyla birlikte adı geçen tekkelere Nakşbendî şeyhleri yerleştirildi İstanbul'da 65 Nakşî dergahının bulunması da, bu tarikatın son zamanlarda çok yaygın bir durumda olduğunu göstermektedir
Şu anda Fas'dan Endonezya'ya ve Çin'den Doğu Afrika'ya kadar bütün İslâm âleminde Nakşbendî gruplar mevcuttur (14)
Sözlerinden
* Müslümanlık; ahkâma bağlılık, takvâya riâyet ve azimet ile ameldir
* Sordular: "Bu makama nasıl eriştiniz?" Dedi: "Hz Rasul-i Ekrem (SAS)e tabi olmakla "
* 'Tarikat edebden ibarettir" hükmü ile bu yüce tarikata salik ve talib olan Allah'ın kullarına tam bir edeb şarttır
* Mum gibi ol ve mum gibi olma! Mum gibi ol ki, ışığın başkalarını aydınlatsın Mum gibi olma ki, kendini karanlıkta korsun
* Herkes koşmakla avı tutamaz Avı, sürekli kovalayan kimse tutar
* Kendisinden bir keramet istendi Cevabı: "Bunca günah yükünün altında, dimdik durabildiğimize göre, kerametimiz ortada" oldu
* Biz ilk başta kendimizi matlub başkalarını tâlib bilirdik, şimdi o yoldan vazgeçtik Mürşid, mutlak olarak Hakk Teâlâ'dır Bu yüce tarikate girme yolunda her kimde bir taleb davası peyda olursa, Hakk Teâlâ onu bizim sohbetimize gönderir ve onun nasibi her ne ise kendisine erişir Öyleyse, hakikatte taleb davası veren ve şeyhe gitmeye sevk eden Hakk Teâlâ olduğundan "o hem tâlib, hem de matlubdur" mefhumu zahir olur (15)
* Bahâeddin Nakşıbend Hazretleri'ne keramet göster demişler Üç adım ileri atmış, "İşte size keramet!" demiş (16)
(1) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 458
(2) Mehmed Zâhid KOTKU,Tasavvufî Ahlâk, Sehâ Neşriyât, c 2, s 190, İstanbul 1991
(3) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 458
(4) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s 85-86, İstanbul 1993
(5) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 458
Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s 86, İstanbul 1993
(7) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 458
Mehmed Zâhid KOTKU,Özel Sohbetler, Sehâ Neşriyât, s 364-365, İstanbul 1993
(9) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 458-459
(10) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s 86-87, İstanbul 1993
(11) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 459
(12) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s 87, İstanbul 1993
(13) TDV İslâm Ansiklopedisi, c 4, s 459
(14) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s 87-88, İstanbul 1993
(15) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s 88, İstanbul 1993
(16) Prof Dr M Es'ad COŞAN, İmanın ve İslâm'ın Korunması, s 109, İstanbul 1998
|