Prof. Dr. Sinsi
|
Bizi Bilimde Geri Bırakan Sebepler Nelerdir?
Anayasamızın 27 Maddesi, herkesin, bilim ve san’atı öğrenme, öğretme, açıklama, yayma ve her türlü araştırmayı yapma hakkına sahip olduğunu ifade ederek bilim hürriyetini düzenlemektedir Ancak aynı maddenin ikinci fıkrasındaki kayıtların Türkiye’de yanlış uygulanması, bu hürriyeti otomatik olarak ortadan kaldırmaktadır Maalesef biz, sadece jüri üyeleri hanımının başörtülü olduğunu görmelerinden dolayı doçentlik ünvanı verilmeyen bilim adamları bilmekteyiz Başörtüsünü bilime aykırı gören kelaynakları ise, başka yerde değil, hala Türkiye’de bile görmek, milletimiz ve bilim tarihi açısından en büyük kara bahtlılıktır Bakınız Amerikan Anayasası, bilim hürriyetini nasıl öz bir şekilde düzenlemekte ve hiç bir kayıtla da sınırlamamaktadır:
“Kongre, bilimin ve yararlı sanatların gelişmesini, yazarlara ve kâşiflere emniyet içinde araştırma yapabilecek zaman ve imkân temin ederek ve de onların bilimsel eserlerine ve sanat eserlerine gerekli saygıyı göstererek teşvik etmekle görevlidir (Bölüm VII) ” [2]
Bu demek değildir ki, ilim adamı, Ceza Kanununun suç kabul ettiği eylemleri işlediğinde, cezalandırılmasın veya yargılanmasın Böyle bir şeyi kimse iddia edemez
Yürüttüğü idarî sistem ve savunduğu dünya görüşü, bilime aykırı olan ve mantıktan mahrum bulunan devlet adamları, bilimin ışığını yayan ve mantıksızlığını ortaya koyan bilim adamlarını istemezler Türkiye’nin yaşadığı sendrom da budur “Hak n****** hakikat hesabına olan fikirlerin çatışması ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, hakka giden vesilelerde ihtilâf demektir ve yararlıdır Hakikatin her köşesini ortaya çıkarıp hakka ve hakikate hizmet etmek demektir ”
Buna Cumhuriyet döneminden acı bir misali vermek istiyorum: Sene 24 Aralık 1937 ve günlerden Cuma’dır Millet Meclisinde Mustafa Kemal’in Denizbank diye adlandırdığı Denizcilik Bankası Kanun Tasarısı görüşülecektir Tasarı üzerinde konuşanlardan biri de, meşhur Türk Hukuk Tarihçisi Sadri Maksudî Arsal’dır Arsal, hayâtı çevresindekilere benzese de, ilmin haysiyetini de unutmayan ve fazla zulmetli olmayan bir münevverdir Verdiği önergede, Kanunun muhtevâsı üzerinde değil, içinde geçen bir kelime üzerinde duracağından bahseder DENİZBANK adının Türkçenin kâidelerine uymadığını ve Türk Dilinde “Bank” diye bir keli*menin bulunmadığını söyler Bunun yerine Deniz Bankası adını teklif eder Teklif oylanır ve kabul edilir Bu arada, bazı dostları, Sadri Bey’e yaklaşarak, neden böyle yaptığını, bu adı Atatürk’ün vermesi sebebiyle, böyle bir teklifi yapmaması icabettiğini kendisine anlatırlar Aldıkları cevap manidardır: “Ne çıkar? Hakikat değişmez ki ”
Gerçek münevvere yakışan bu cevap üzerine bazı zul*metli münevverler devreye girerler O akşam, Atatürk’ün meclisinde toplanırlar Atatürk’ün “Eh, ne var ne yok?” suali üzerine, “Meclisde müessif hâdiseler olduğu ve Zât-ı Alilerinin dil politikasının baltalanmak istendiği” anlatılır Mesele anlatılınca da, Atatürk sorar; “Peki içinizden cevap veren olmadı mı?” Sorusuna cevap alamayınca Atatürk kızar: “Öyle ise, şimdi Sadri Maksudi’ye cevap vereceksiniz Hem de Radyo’dan     En başta sen,    sonra  ” Ve sekiz tane zulmetli münevver, Sadri Maksudi’nin aleyhinde konuşmak üzere emir alırlar O gece sabahın 2’sine kadar Rusya Tatar*larının Cumhurbaşkanı ve değerli tarihçi ve hukukçu Ar*sal’ın aleyhine yayınlar yapılır Bu yayınların muhtevâsı o kadar düşüktür ki, bu yazımızda bazı iktibaslar yapmaya dahi kalemimiz gitmemektedir Gazeteler, hâdiseyi manşetten verir Karikatürler çizilir Sanki Yunan ordusu, Türkiye’ye saldırmıştır Bu yedi zulmetli münevverin başını Falih Rıfkı Atay çekmektedir Daha evvel Arsal’ın teklifini ittifakla kabul eden Meclis üyeleri, bu sefer, tam tersini kabul ederek tasarıyı kanunlaştırmışlardır[3] Sonradan Mustafa Kemal, Sadri Maksudi’den özür dilemiştir Ama ne fayda ki, ilmin başına gelenler gelmiştir İşte bilim hürriyetinin yanlış anlaşılmasına yakın tarihden bir misal[4] Bu hadiseyi anlatırken, günümüzdeki gazetelerin de daha acı manşetler attığını düşünüyor ve zihnimden, Türkiye bilim hürriyetine ne zaman kavuşacak diye sormadan edemiyorum
2) Ehliyetsiz İlim Adamlarının Çoğalması
Bilimin en büyük engellerinden biri de, bilimin ehil olmayan ellere düşmesidir Bu engel özellikle bizim tarihimizde çok acı sonuçlar doğurmuştur Osmanlı Devletini yıkan, torpil ile ve soya intisab ile ilmiye payelerinin verilmesi olduğu gibi, Osmanlı medreselerini mahveden de beşik uleması tabir olunan insanlardır Maalesef beşik uleması uygulaması bugün de devam etmektedir Sadece siyasilere yakınlıkları sebebiyle, yüzlerce insana 1950 öncesi profluk ünvanları verildiği gibi, hakkı konuşan ilim adamlarından yüzlercesi de yine 1950 öncesi ve 1960 ihtilallerinde yurt dışına sürülmüştür Bu durum ilim rütbesinin kazanılarak değil, belki siyasilere yakınlık ile elde edildiği hissini ortaya çıkarmış ve gerçek ilim kabiliyeti olanlar, ilme rağbet etmemişlerdir Şu anda yani 2000’e 1 kala 1998 Türkiyesinde YÖK’ün yeni yönetmeliği ve 12 Eylül döneminin 1402 sayılı Kanunu da buna verilecek acı misallerdendir
Hz Peygamber, ehliyetsiz ve ilmini kötüye kullanan ilim adamları için ulemâ-i sû’ yani ilmini kötüye kullanan bilim adamları tabirini kullanmaktadır “Âhir zamanda bir millet çıkar, câhiller başlarına geçerek insanlara fetva verirler, hem kendileri yoldan saparlar ve hem de insanları doğru yoldan sapıtırlar ” “Din (ve devletin) üç büyük musibeti vardır: hevâ ve hevesine uyup kuralları çiğneyen hâkim, zâlim devlet adamı ve câhil müctehid” Bu emirleri buyuran Hz Peygamber, sanki bizim zamanımızı tasvir etmektedir[5]
Bir insanın kabiliyetli olduğu şeyi terk edip ehil olmadığı şeye teşebbüs etmesi, Allah’ın şu kâinâtı yaratırken koyduğu yaradılış kanunlarına büyük bir itaatsizliktir Zira doğru olanı odur ki, bir ilme veya sanata girenin kabiliyeti o ilmin içine yayılsın ve girsin, o insan sözkonusu ilim va sanatta fâni olsun İntisap ettiği ilim ve sanat mesleğinin kurallarına saygı duysun ve bilimin ince kanunlarına riayet etsin; elhasıl, fena fi's-sanat ve’l-ilim yani ilimde ve san’atda fâni olsun
Yaradılışın kuralı bu olmasına rağmen, kabiliyeti olmadığı halde, torpil ve benzeri yollarla bir ilim mesleğine giren veya menfaat için girdirlen bir insan, o ilim mesleğinin layık olan şeklini kendi kabiliyetine göre değiştirir, kanunlarını çiğner Asıl hangi san’ata meyilli ve kabiliyetli ise, kendisi için tabi’î olmayan ilim mesleğini onunla çirkinleştirir Çünkü yaradılışında olan kabiliyet ile girdiği ilim mesleği arasında çatışma ve keşmekeş vardır
Bu unutulmaması gereken gerçeğin dürbünü ile özellikle Türkiye’deki ilim alemine bakacak olursak, daha yakından anlarız ki, pek çok ilim adamı aslında, ilim adamı olmaya layık değil, belki de ağalık, âmirlik ve insanlara üstün görünme meyline ve kabiliyetine sahip Aslında ilim adamı değil de ağa, insanlara talimat veren makamların sahibi olmaya layık İşte ilimle alakası olmayan bu insanlar, ilim mesleğine girdiğinde, ilmin şanından olan talebeleri teşvik, insanları bildikleriyle doğrulara irşat, ilme aykırı hareket edenlere nasihat ve ilmin gereği olan yumuşak davranma vazifelerini ifa etmesi gerekirken, kendi yaradılışında var olan despotluk ve başkalarına karşı üstün olma duygularını kullanır ve ilmini zulmüne ve başkalarını küçük görmeye vesile eder
|