Prof. Dr. Sinsi
|
Fecr-İ Ati Devri,Osmanlı İmparatorluğunda Fecr-İ Ati Devri Yönetimi Nasıl Sonuçlandı
FAİK ÂLİ OZANSOY
1876 da, Diyarbakır'da doğdu Asıl adı Mehmed Faik olan şâir, Diyarıbekirli Saîd Paşa'nın küçük oğlu ve Süleyman Nazif'in kardeşi*dir, ilköğrenimine doğduğu yerde başladı ve Askerî Rüşdiye’yi bitirdikten sonra İstanbul'a ge*lerek Mekteb-i Mülkiyye'ye girdi Şiire karşı hevesi çok küçük yaşta uyanmıştı Daha Mek*teb-i Mülkiyye'de iken, Servet-i Fünûn'da şiir*leri çıkmağa başladı (Temmuz 1897) ve, böyle*likle, bu derginin etrafında kurulan topluluğa katılmış oldu O zamanlar sarayca büyük bir dikkatle takip edilen edebî hareketlere ve okuldaki bâzı hâdiselere karıştığı için, 1900 yı*lında, bir aralık tevkîf ve bir ay kadar hapsedi*lerek, ağabeyi Süleyman Nazif'in teşebbüsü ile tahliye ve yeniden okula kabul olundu Hapiste bulunduğu esnada, Servet-i Fünun'daki şiirleri Zahir imzası ile çıkı*yordu 1901 de okuldan me'zûn oldu ve, ilk olarak, ağabeyinin Mektupçu bulunduğu Bursa Vilâyeti Maiyyet Memurluğu'na tâyîn edildi Bundan son*ra da Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy ve, İkinci Meşrutiyet'in ilânında da, Mu*danya kaymakamlıklarında bulundu Bu târihte evlendi Bu evlenmeden üçü erkek, ikisi kız olmak üzere, beş çocuğu olmuştur Ayni yıl, o zamana kadar çıkmış şiirlerini kitap hâlinde toplayarak Fânî Teselliler ismi ile bas*tırdığı gibi, Midhat Paşa (1908) adlı uzun manzumesini de yine ayrı ola*rak yayımladı Uzun müddet Midilli, Beyoğlu, Üsküdar mutasarrıflıkların*da; Dâhiliye Nezâreti Hey'et-i Teftişiyyesi Başkitâbeti'nde ve Mütâreke'nin ilânı sırasında da Diyarbakır valiliğinde bulundu Bu müddet zarfında, edebî çalışmalarına devam ediyordu Hattâ, bir aralık, Fecr-i Âtî'nin başına ma da geçti Dergilerde yayımlanan şiirlerinden bir kısmını Temâsîl (1913) ve bir, kısmını da Elhân-ı Vatan (1915, 1917) isimleri ile toplayıp kitap hâlinde bastırdı Bunlardan başka, 1918 de Payitahtın Kapısında adlı bir de man*zum piyesi çıktı Diyarbakır valiliğinde birkaç ay kaldıktan sonra istifâ ederek Ebûbekir Hazım Bey'in Dâhiliye Nazırlığı sırasında, Müsteşarlığa tâyîn edildi (Şubat 1920) Ancak, kısa bir müddet sonra ve kabine değişmesi ile, Dâhiliye Nezâretine Ahmed Reşîd (Rey) Bey'in gelmesi üzerine, Müsteşarlıktan ayrıldı (Nisan 1920) Meclis-i A'yân'ın feshi üzerine açık*ta kalan ve Viyana'da çektiği sefaletle "Şâir-i A'zam" şiirini yazan Abdülhak Hâmid'i müdâfaa ve ona olan eski hayranlığını yeniden ifâde için 1922 de yazmış olduğu Şâir-i Azam'a Mektub isimli manzumesini, 1923 te ayrı*ca bastırdı Müsteşarlıktan ayrıldıktan sonra, bir daha idarî işlerde çalış*madı
Bir müddet, İstanbul'daki Saint-Benois Fransız mektebinde Türkçe ve Mülkiye mektebinde de Fransızca öğretmenimi yapmış ve 1931 yılında da, Dâhiliye Müsteşarlığından emekliye ayrılmıştır Bundan sonra, öğ*retmenlikten de çekildi ve yalnız edebiyatla uğraşmağa başladı Bir aralık, Ankara'da ve oğlu Munis Faik Ozansoy'la beraber, Marmara (1936) adlı, bir dergi çıkardı Bu dergide, bâzı şiirleri basıldı Fakat, bu arada yazılıp da yayımlanmamış, daha birçok şiirleri vardır Son zamanlarında, bunların bir kısmını Şehirler Şehriyârı ismi ile bastırmayı düşünüyordu Bu düşünce ile, bu esere girecek şiirlerini bir araya toplamışsa da yayımlanmasına imkân olamamıştır Yalnız, Nedîm ve Lâle Devri (1950) isimli manzum piyesinin ölümünden pek az bir müddet önce basıldığını görebildi ve, bir kalp kifayetsizliği yüzünden, 1 Ekim 1950 de Ankara'da öldü 'Arzusu üze*rine, cenazesi İstanbul'a nakil edilerek, Zincirlikuyu'daki Asrî Mezarlık'ta, Abdülhak Hâmid'in yanına gömüldü
Daha küçük yaştan -edebiyatımızın iki tanınmış siması olan- babasının ve ağabeyinin yakın ilgi ve özenişleri ile yetişmek şansına erişen Faik Âli, ilk edebî kültürünü, ağabeyi gibi, eski nazmın üstâdlarından çok, ye*ni nazmın kurucularına borçludur Dîvân nazmının ustalarına karşı olan il*gisi daha sonraları gelişir Sanatına hiçbir surette tesîr etmemiş olan bu şâirler arasında en çok beğendikleri Fuzulî, Nâbî ve Nedîm'dir Kemâl'in, Ekrem'in ve bilhassa Hâmid'in eserlerini okumakla geçen ilk gençlik yılla*rını, her sanat amatöründe olduğu gibi, bir deneme ve taklîd devresi tâkîb etti Ancak, bu sıralarda Servet-i Fünûn dergisinde gelişmeğe başlayan edebî hareketin, bu taklîd dönemini pek kısalttığı ve genç şâirin bu hare*kete süratle uyduğu görülür O kadar ki, Servet-i Fünûn dergisine yazma*ğa başladıktan (1897) pek az bir müddet sonra, vokabüler ve üslûbça ol*duğu kadar, hayâl ve duyuş tarzı bakımından da, Servet-i Fünûn nazmını kurmuş olanlardan hiçbir farkı kalmamıştı Faik Âli, bu bakımdan da, şüp*hesiz ki iyi bir şansa sahiptir Kurulmasında ve yerleşmesindeki büyük emek ve üzüntülerin hiçbirine katlanmadan, başkaları tarafından en küçük noktalarına varıncaya kadar eksiksiz olarak ortaya konulmuş bir nazma sâ*dece ayak uydurmuş oluyordu Fakat, ayak uydurma kabiliyetinin büyük*lüğü de inkâr edilemez Bu kabiliyeti ile birlikte, kendisine karşı ilk tanı*dığından beri duyduğu sınırsız hayranlığın da zorlaması ile, zaman zaman, Hâmid'in tesîri altında kaldığı görülür Bâzı şiirlerinde bu tesîr açıktır ve "Tulû'dan Evvel" gibi bir iki manzumesinde de, adetâ, bir nazîre durumu sezilebilir Hele Fânî Teselliler'in önsözü, ikinci bir "Makber Mukaddeme-si" telâkkî edilebilir
Esasen, Tanzimat'tan sonraki edebiyatımızda, hayran*lığını belli-başlı iki kişiye yöneltti: Birisi yenilik edebiyatının en büyük kurucusu Hâmid, ikincisi ise en mükemmel ustası Fikret'tir Fakat bütün bunlara, hattâ Cenâb'ın onu "İkinci Bir Hâmid" olarak îlân etmesine ve bizzat şâirin de Hâmid'e karşı duyduğu büyük hayranlığı ömrünün sonuna kadar titizlikle muhafaza etmiş olmasına rağmen, şiirlerindeki Hâmid tesîrinin mübâlâğalandırılacak bir tarafı bulunmadığı muhakkaktır Bizzat mü*şahede ve tedkîk itiyadının henüz yerleşmemiş bulunduğu cemiyetlerde, biraz sözü dinlenir kimseler tarafından belirtilmiş ve tamamıyla şahsî de*ğerde olan kanaatler, başkaları tarafından ve doğruluğu araştırılmağa lü*zum görülmeden, kolaylıkla kabul ve böylelikle, zaman zaman, bâzıları hâ*kim, bâzıları da mahkûm kılınır Bir topluluk için çok tehlikeli olan bu kli*şe hükümler, maalesef, hemen hemen hiç tedkîk edilmemiş bir durumda bulunan edebiyatımızda da fazlaca yer almış bulunmaktadır Zamanla, incelemeler ilerledikçe, bunların da ortadan kalkmalarını beklemek tabiidir Şiirleri esaslı bir tedkîke tâbi tutulunca, Faik Âli hakkındaki "Hâmid mukallidliği" hükmünün de, bu klişe hükümlerden biri olduğu anlaşılır
Faik Âli, nazmının bütün özellikleri ile, eksiksiz bir Servet-i Fünûn şâi*ridir 1908’e kadar, şiirlerinde, tam bir fertçilik göze çarpar, ilk şiir kitabı olan Fânî Tesellîler'in önsözünde, kendi iç âleminin dar sı*nırlarını aşıp, cihânşümûl olamayan şiirinin ıztırâbını yaşar; hayâtının me*lal ve infial" den ibaret bulunduğunu söyleyen şâir, bu melal ve infialin başkalarına değil, sırf kendisine âid hâdiselerden doğduğunu bilir, işte bu yüzdendir ki, yine aynı yerde, kendisini "bencillik" ve bunun tabîî netî-cesi olan "kötümserlik" le suçlandırır Fakat şurasını hemen işaret etme*lidir ki bu bencililik ve kötümserlik, yalnız kendisine değil, içinde bulun*duğu edebî topluluğun bütün mensûblarına ait umûmî bir özelliktir Bu vasıfların birinden, yâni bencililikten zamanla kurtulanlar olmuşsa da; hâ*diselerin elverişli olmayan gelişmeleri bu harekete mensup olanlardan hiçbirine kötümserlikten kurtulmak imkânını vermediği gibi, bu kötü kade*hin "pençesinden onları takip eden nesiller de kendilerini sıyıramadılar Faik Âli zamanla, bencillikten kurtulanlar, kendisinin dışında da bir âle*min varlığını kavrayabilenler arasındadır Bu kavrayış, 1908’de, Midhat Paşa ,için yazdığı uzun manzumede ilk defa olarak kendisini gösterir Bu târihten îtibâren şâir, ferdî yaşayışının yanıbaşında, bütün insanlığın değil*se de, içinde yaşadığı kendi topluluğunun yaşayışı ile yakından ilgilenir
Trablus, Balkan ve Birinci Dünya harpleri sırasında da, bu ilgisinin devam ettiğini ve hattâ geliştiğini görüyoruz Elhân-ı Vatan'ı dolduran şiirler, işte bu ilginin samîmi ifâdeleri ile meydana gelmişlerdir Eserin "Genç Şâirlere" isimli ilk parçası ise, memleketin büyük ıztırâbları karşı*sında hâlâ bencillikten kurtulamamış genç nesli uyarması bakımından, hazînliği ölçüsünde, dikkate değer bir manzumedir
Manzumelerinde, şekil itibariyle tamâmıyle yenidir Yalnız, son za*manlarında, arasıra, eski nazmın şekillerini de kullanmıştır
Edebî dokudaki şiirlerinin temaları, "aşk ve tabîat" tır Şiirinde, tamâ*mıyle idealize edilmiş; hemen hemen beşerî özelliklerinden uzaklaştırılarak melekleştirilmiş olan kadına yöneltilen aşkın da santimantal ve romantik bir karakter taşıması tabiîdir Faik Âli'de tabîat, bir kısım Servet-I Fünûn şâirlerinde olduğu gibi, bir garnitür olmaktan çıkmış, belli-başlı bir tema hâline gelmiştir Tabîat manzaraları arasında ise geceler, gökler, çiçekler (bilhassa menekşe), akşam, tulü, gurûb  en çok tercîh ettikleridir Umu*miyetle sübjektif bir mâhiyet gösteren bu peyizajlar arasında, doğduğu çevreye ait olanlar, Tanzimat'tan sonraki nazmımızın dikkati çeken bir özelliğini de hatırlatırlar: Güney topraklarımıza mensûb olan şâirler, ya doğdukları yere aşırı bir sevgi ile bağlı bulunduklarından veya o toprak*ların özel bir tesîr hâssasına sahip oluşlarından, vatanın sınırları içinde de olsalar, oralardan ayrı kaldıkları zamanlar, adetâ, vakit vakit tepen bir nostalji sıtması içindedirler: Süleyman Nazif, Faik Âli ve Ahmed Hâşim bu nostaljinin en güzel örneklerini verdiler Son şiirlerinde, bu temalara, ölüm düşüncesi de eklenmiş bulunuyor Ancak, bu şiirlerinde, ölümü pek sık düşünmesine rağmen, şâir ondan hiç korkmaz Bu fânî toprak üzerin*deki ikametinin günlerini sayarak, varlığına samîmîyetle inandığı ve özle*diği büyük âleme kavuşmak için adetâ sabırsızlanarak, imrenilecek bir hu*zurla, yola çıkacağı vakti bekler
Faik Âli'nin şiirinde duygu ve hayâl, ön plânda yer alan unsurlardır Şâirin -düştüğü melal atmosferi içinde- umumiyetle marîz olan hassasiyeti; ayni zamanda derin ve zariftir Hayâl kabiliyeti bakımından da, Servet-i Fünûn şâirleri arasında, Cenâb'tan hemen sonra geldiğini kaydetmek icâb eder Gerçekten, pek bol olan hayâlleri arasında câzib ve orijinal olanlar da çoktur Hattâ, bunların bir kısmı Fecr-i Atî nazmına da intikal etmiştir
Dil bakımından, Servet-i Fünûn şâirlerinden ayrılmaz ve, hattâ, yaban*cı kelimeler ve karışık terkîbler kullanmakta, hepsinden ileriye geçtiği bile söylenebilir Adetâ, kendisinden önce başlamış olan "şiire yabancı, kelime taşıma" işlemini eksik görmüş gibi bir hâli vardır 1908 den ölümüne ka*dar yazılmış şiirlerinde, yer yer bir vokabüler değişikliğine ve ifâde sade*liğine rastlanmakla beraber, esâs itibarıyla, büyük bir kudretle kullana*bildiği dilde muhafazakâr olarak kaldı
EMİN BÜLEND SERDAROĞLU
1886 da, annesinin babası Cemil Paşa'nın vali bulunduğu sıralarda, Haleb'te doğdu Ba*bası Ömer Muzaffer Bey, onun babası da Serdâr-ı Ekrem (Başkomutan) Ömer Paşa'dır ilk öğrenimini Beşiktaş'taki Şemsü'l-mekâtib adlı özel ilkokulda yaptıktan sonra Galatasaray Sul*tanîsi (lisesi) ne girerek oradan da mezûn oldu O da, Hâşim kadar dağılsa de, kısmen röfule bir psikolojiye ve yaşayışa sâhibdi Kim*senin incitmemesi için geniş bir tevâzua ihti*mamla sardığı büyük gururu ve izzet-i nefsi, onu herkesten ve bilhassa gösterişten uzak, sâde bir hayât tarzı sürmeğe zorlamıştır Tek endîşesi izzet-i nefsini korumak olduğu için en küçük ihtirasların bile dış:nda kaldı ve ba-sît görevlerle yetindi : Hudûd Sıhhiyesi'nde, Reji İdâresi'nde, İnhisarlar İdâresi'nde, Elektrik ve Tramvay Şirketi'nde ve İstanbul Liman idaresinde çalıştı Ölümü 1942 dedir
Fecr-i Atî topluluğuna giren şâirlerdendir Duyuş ve ifâde tarzında, bu topluluğun genel özelliklerini taşır Fakat, ferdî konuların yanıbaşında sos*yal ve millî konulara da yer vermesi bakımından, ondan ayrılır Şöhretinin büyük payı da "Kîn", "Hisarlara Karşı" ve "Hâtif di*yor ki " gibi, bu konulardaki parçalarından gelir Bir aralık, yayın ala*nından çekildi Fakat böylelikle, şiirle uğraşmaktan vazgeçmiş olmuyor, bilâkis yazdıkları ile başbaşa kalmış bulunmayı tercih ediyordu Bâzı şiir*lerinde ve bilhassa "Çöller" parçasında, hem hayâl ve hem de ifâ*de tarzı bakımından "Şir-i Kamer" in tesîri pek açıktır Fakat Fecr-i Atî'nin, Hâşim'den sonra, gerek muhteva ve gerekse dil ve üslûb özellikleri bakımından en kuvvetli şâiri olan, şiiri ciddî bir iş olarak titizlikle ele alan ve onu sonuna kadar bırakmayan Emîn Bülend, kendi yerini yine kendi emeği ile yapabilmiş bir şahsiyettir Titizliği şiirlerinin sayıca az olmasına yol açmış ve incitilmek korkusu da onları bir araya toplayarak adının ye*niden duyulmasına engel olmuştur Bu şiirlerin büyük bir kısmı, ölümünden sonra, hayât ve şahsiyetinden bahseden bâzı yazılarla birlikte yayımlan*mıştır (Aktay, Salih Zeki : Emîn Bülend'in Şiirleri, İstanbul, Semih Lütfü Kitabevi, 1943)
|