Yalnız Mesajı Göster

Anadolu Selçuklu Beyliklerinin Anadolunun Türkleşmesinde Rolü Nedir?Tasavvufî Zümre

Eski 09-10-2012   #2
Prof. Dr. Sinsi
Varsayılan

Anadolu Selçuklu Beyliklerinin Anadolunun Türkleşmesinde Rolü Nedir?Tasavvufî Zümre



Aynı yüzyılda Velâyetnâme’sinde Yunus ve onun şeyhi Taptuk’tan bahsedilen Hacı Bektâş-ı Velî (ö669/1270?)’nin, müstakil tasavvufî risalelerden oluşan Arapça Makâlât’ı ve Türkçe’ye XIV veya XV yüzyıl başlarında yapılan manzum tercümeleri dil, edebiyat ve kültür tarihimiz bakımından son derece önemlidir28

Mevleviyye, Rifâiyye, Halvetiyye, Kazerûniyye, Yeseviyye, Kalenderiyye, Haydariyye, Kâdiriyye zümreleri bu dönemde Anadolu’nun en yaygın tarikatlarıydı Bu tasavvufî akım ve zümrelerin belirtilen dönemdeki konumlarını şu şekilde ele alabiliriz:

1 Yesevîlik
Ahmed-i Yesevî (ö562/1166)’nin kurucusu olduğu ve kendi adıyla anılan Yesevîlik sünnet, tasavvuf ve Horasan melâmîliği gibi üç temel esasa dayanmakta ve hemen her yönüyle Türk kimliğini yansıtmaktaydı Buhara medreselerinde öğrenimini tamamlayan Ahmed-i Yesevî, hikmetleri vasıtasıyla öğrenim gördüğü yazılı kültürü, sözlü kültür hâline dönüştürmüş ve şehir halkları kadar okuma imkanı bulamayan bozkır halklarına da bu bilgileri aktarmıştır29 Pîr-i Türkistân30, Hâce-i Türkistân31, Hazret-i Sultan ve Sultanu’l-Evliyâ gibi unvanlarla anılan Ahmed-i Yesevî, Türk dili ve edebiyatında bir büyük çığır açmış, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî ve Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî gibi Anadolu tekke şâirlerine, hem ruh ve mânâda hem de dil ve nazımda rehberlik etmiş, Türk tasavvuf şiirinin "pîr" i olmuştur Onun öncülüğünde gerçekleşen Türk Tasavvuf Edebiyatı ürünleri, İslâm edebiyatı içinde ayrı bir yer tutmuş ve önemli bir açılım sağlamıştır XII asırda tohumunu atarak gerçekleştirdiği bu süreç, "insân-ı kâmil" ve "pîr" olarak Ahmet Yesevî'nin mânevî şahsiyetini yansıtmaktadır Onun diktiği Türk tasavvuf şiiri ağacı Yûnus Emre'nin dilinde Anadolu'da kemalini bulmuş ve olgun meyvelerini vermiştir32

Fuad Köprülü Ahmed-i Yesevî’nin Türk tarihindeki önemini şu tespitleri ile dile getirmektedir:
“Ahmed-i Yesevî’nin Türk tarihindeki önemi, yalnız beş-on parça veya birkaç cilt tasavvufî manzumeler yazmış eski bir şair olmasından değil, İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başladığı asırlarda, Türkler arasında ilk defa tasavvuf mesleği vücuda getirerek ruhlar üzerinde asırlarca hüküm sürmüş olmasındandır Ondan önce Türkler arasında tasavvuf mesleğine girmiş şahsiyetler yok değildi Fakat onlar, ya büyük İslâm merkezlerinde Acem kültürünün tesiri ile Acemleşmişler veya yeni dinin umumileşmesi için büyük Türk kitleleri arasına girerek orada unutulup gitmişlerdi İçlerinden hiçbiri kendilerinden sonra yaşayıp devam edebilecek kuvvetli bir şeyin tesisine muvaffak olamamıştır Ama Ahmed-i Yesevî, kuvvetli şahsiyeti ile, Türkler arasında asırlarca yaşayan büyük bir tarikat kurdu Yeseviyye, bir Türk tarafından ve Türkler arasında kurulmuş ilk tarikattır Dolayısıyla, Ahmed-i Yesevî’yi tetkik etmekle, Türk tasavvufunun en eski ve en aslî bir kısmını açıklamış olmaktayız”33

Yesevîlik’in Orta Asya, Hindistan ve Anadolu coğrafyası olmak üzere başlıca üç ana bölgede yayıldığını söyleyebiliriz34 Göçmen Yesevî şeyh ve dervişleri, mesken edindikleri Anadolu topraklarında zaviyelerini kurarak tarikatlarını yaymaya çalıştılar Orta Asya’dan getirdikleri Ahmed-i Yesevi ile ilgili bütün sözlü geleneklerini buradaki yeni müridlerine aktardılar Yesevî soyundan geldiğini eserinin muhtelif yerlerinde dile getiren meşhur Türk seyyahı Evliya Çelebi, Anadolu’daki bazı Yesevi dervişlerinin türbe ve dergâhlarını şu şekilde sıralamaktadır:

a Horos Dede: Evliya Çelebi’ye göre, Horos Dede İstanbul’un fethini gören, İstanbul-
Unkapanı’nda medfun bulunan Yesevi dervişidir Horasan’dan gelip Fatih’in ordusuna
katılmıştır Askerler arasında horoz gibi gürleyerek “Ey gafiller, kalkınız” şeklinde Müslüman
askerleri uyardığı için, askerler kendisine “Horos Dede” lakabını vermiştir35

b Avşar Baba: Kafkasya’nın önemli yerleşim birimlerinden Şirvan’a sınır bir Osmanlı kenti
olan Niyâzâbâd’da bulunmaktadır Evliya çelebi, halkın sevdiği ve tarikatına bağlı bulunduğu
bu şeyhe ait dergâhın son derece canlı olduğundan, âyende ve râvendeye hizmet eden yüz
kadar dervişin bulunduğundan bahsetmektedir36

c Pîr Dede: Evliya Çelebi Merzifon’un ziyaretgâhlarını anlatırken, ilk sırayı Pîr Dede’ye vermektedir Ahmed-i Yesevî’nin izniyle Anadolu’ya gelen ve Merzifon’a yerleşen Yesevî dervişi Pîr Dede âsitânesinin, Evliya Çelebi döneminde aşevi, tekke, derviş hücreleri ve iki yüzden fazla dervişiyle âyende ve râvendeye hizmet ettiği, önemli bir irşad makamı konumunda bulunduğu anlatılmaktadır37

d Şeyh Emîr-i Çin Osman: Bozok-Hüseyinova’da dergâhının bulunduğundan bahseden
Evliya Çelebi, Emîr-i Çin Osman’ı “kutb-ı âfâk-ı cihân” diye tanıtmaktadır Ahmed-i Yesevî’nin
yedinci hâlifesi olduğu, Doğu Türkistan taraflarından geldiği ve Emîr-i Çin lakabıyla anıldığı anlatılmaktadır38

e Geyikli Baba ve Abdal Musa: Evliya Çelebi’nin anlattıklarına göre Geyikli Baba
Azerbaycan’ın Ceri Hasan sülalesinden ve Yesevi dervişlerinden meczup tavırlı bir velidir
Yaban sığırlarına bindiği, eşyalarını geyiklere taşıttığı, Orhan Gazi ile görüştüğü, Osmanlı
Bey’inin Uludağ eteklerinde kendisi için bir tekke inşa ettiğinden bahsetmektedir Abdal
Musa’nın da Yesevi dervişlerinden olduğu, Hacı Bektâş-ı Veli ile Anadolu’ya gelip yerleştiği,
Orhan Gazi ile birlikte Bursa’nın fethine katıldığı, Orhan Bey tarafından kendisine bir tekke ve
türbe yaptırıldığından bahsedilmektedir39

f Şeyh Nusret Tekkesi: Evliya Çelebi, Hacı Bektâş-ı Veli ile birlikte Horasan’dan gelen ve
Ahmed-i Yesevî hâlifelerinden olan Şeyh Nusret’in Tokat-Zile vadisinde bakımlı imaret,
mescid ve misafirhanesinin bulunduğunu haber vermektedir Yetmiş kadar dervişi ile halka hizmet ettiği, halkın yoğun ilgisine mazhar olduğu ve tekkenin önündeki büyük bir dut ağacı meyvesinin şehrin âyânına hediye edildiği anlatılmaktadır40

g Gajgaj Türbesi: Evliya Çelebi’nin belirttiğine göre Tokat’ta şehrin dağ yamacı üzerinde bir mesire bölgesinde bulunan tekke ve türbenin sahibi Gajgaj Dede’dir Kendisinde esmau’l-hüsnadan celal isminin tecelli ettiğini beyan etmektedir41

2 Sühreverdiyye
Maverâunnehir, Harezm, Horasan ve diğer kültür merkezlerinden Anadolu’ya gelen şeyh ve dervişler sadece Yeseviyye mensuplarından ibaret değildi42 Sühreverdiyye ve Kübreviyye’ye mensup sûfîler de Anadolu’ya gelenler arasında idi Kübrevî ve Sühreverdî dervişlerinin çoğunluğu vahdet-i vücud anlayışına sahip bulunmaktaydı43 Sühreverdiyye ve mensupları o dönemde tarikatlarını Anadolu’da müesseseleştirip yaygınlaştıramamakla birlikte, daha sonra XV asrın ilk yarısında kurulan Zeyniyye kolu bu imkanı elde etmiştir Bu tarikat tekkeleri ile Anadolu’da yaygınlık kazanamadıysa da oluşturduğu kültür etkisini asırlarca sürdürmüştür Zeyneddin Hafî (ö838/1434)’nin “Bir aşk kütüğü yaktık, Rûm üzerine attık” ifadesiyle övdüğü hâlifesi Abdüllatif-i Kudsî (ö856/1452) ve Abdürrahim-i Rumî (ö850/1446), Zeyniyye kolu olarak Sühreverdiyyeyi yaymışlardır44

Sühreverdîlik, Ebu’n-Necîb Sühreverdî (ö563/1167) tarafından kurulmuş ve zamanının “şeyhler şeyhi” sayılan Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî tarafından geliştirilip sistemleştirilmiş bir tarikattır Özellikle Ömer es-Sühreverdî’nin Avârifu’l-Maârif’i Hacı Ahmed b Seydi el-Bigavî tarafından 863/1458 yılında Türkçe’ye çevrilmiştir45 Tasavvuf ve tekke muhitlerinde çok tutulan Avarif, adetâ dergahların ders kitabı hâline gelmiş, İhyâ, Kuşeyrî Risalesi, Fusûsu’l-Hikem ve Fütûhat gibi eserlerin yanında tekkelerde çokça okunmuştur

Sühreverdî’nin hâlife ve devlet ricaliyle yakın münasebetler kurması ve onların sempatisini kazanması, diplomatik görevlerle bazı seyahatler yapmasına yol açmıştır Sühreverdi’nin elçi sıfatıyla gerçekleştirdiği diplomatik girişimleri, Hâlife Nasır döneminde Hâlife’nin siyasî otoritesini iade ve Selçuklu devletinin dağılması gibi sebeplerle ortaya çıkan bazı fitneleri bastırmak, komşu İslâm ülkeleriyle dostluk münasebetlerini güçlendirmek amacına yönelikti Bir kaç defa Şam’da yöneticilik mevkiinde bulunan Eyyubî Sultanı Melik Eşref’e ve Hâlife ile arası pek hoş olmayan Harezmşah sultanına elçi olarak gönderildiğinden bahsedilmektedir Melik Eşref Musa’ya elçi olarak gidişinde Melik’in, Sühreverdi’yi çok iyi karşıladığından ve ona hiçbir elçiye yapılmayan hüsn-i muameleyi gösterdiğinden bahsedilmektedir 614/1217 yılında 400000 kişilik bir orduyla Bağdat’ı almak üzere yola çıkan Harezm Sultanını bu fikrinden caydırmak üzere Hâlife, Sühreverdî’yi gönderir Ancak sultanı bu fikrinden vazgeçiremez O sırada mevsimin kış olması sebebiyle yağan kar, ordunun telefatına sebep olur ve Sultan Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçerek geri döner

Sühreverdî elçilik görevlerinden birini de Konya Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’a, Hâlife Nasır’ın mesajını ulaştırmak üzere yapmıştır (618/1221) Sühreverdî, Hâlife’den aldığı mesaj ve itimadnametyi götürürken, yolu üzerinde uğradığı Malatya’da, “Mirsadu’l-Ibad” müellifi “Necmeddin Dâye” veya “Necm-i Razi” lakaplarıyla meşhur, Necmeddin Ebu Bekr b Muhammed (ö654/1256) ile buluşur O sıralarda 45 yaşında genç bir ilim adamı ve Horasan diyarından Moğol işgali nedeniyle kaçıp gelen Necmeddin Dâye, 78 yaşında bulunan yaşlı şeyhe hürmet gösterir ve eserinin ilk redaksiyonunu yapması için ona takdim eder Nefehat’ın belirttiğine göre, Mevlânâ ve Sadreddin Konevî ile de görüşen Necmeddin Dâye, Sühreverdi ile birlikte Konya’ya gelmiş, oradan da Kayseri ve Sivas bölgesine geçmiştir46

3 Kübreviyye
Kübrevîlik, zühde dayalı sade bir tasavvuf çizgisini benimsemiştir47 Tarikatın pîri olan Necmeddin Kübrâ, on ikinci yüzyılın sonları ile on üçüncü yüzyılın başlarında Harezmşahlar bölgesinde yaşamış ve hayatını 618/1221 yılında Moğolların elinde şehit edilmek suretiyle tamamlamıştır Moğolların Harızm’i işgal ettikleri sırada, yanında bulunan altı yüzden fazla müridine, Harizm’i hemen terk edip Horasan’a gitmelerini emreden Necmuddin-i Kübrâ, Harizm’de Moğollarla savaşmış ve şehit düşmüştür Kübreviye Tarikatı mensuplarından bazıları Moğollar arasında kalarak, onların kalbini İslâm’a ısındırmaya ve zulümlerini asgariye indirmeye çalışırken, bir kısmı da Horasan’dan ayrılarak Anadolu’ya geçmişlerdir48

Kübrevîlik, Moğol istilası önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan Sadeddin-i Hamevî, Seyfeddin-i Bâherzî ve Baba Kemâl-i Hocendî gibi hâlifeler vasıtasıyla burada yayıldı Kübrevîliğin ileri gelen öteki temsilcilerinin başında, bizzat Mevlânâ'nın babası Bahâeddin Veled ve hâlifesi Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî ile Necmüddin Dâye gelmektedir Bu isimler, o dönemde İslâmlaşma ve Türkleşme sürecini yaşayan Anadolu'nun tasavvufi hayatını derinden etkilemiştir Yıldırım Bayezid’in damadı Buharalı Emir Sultan (Şemseddin Muhammed, ö833/1429) ve hâlifeleri yoluyla Anadolu’da Kübreviyye, XVI yüzyıla kadar yaşayabilmiştir Anadolu ve Rumeli’de Kübrevî tekkeleri bulunmamakla birlikte Necmuddin-i Kübrâ ve müridi Necmuddin Dâye’nin eserleri sevilerek okutulmaktadır Dâye, Mirsâdu’l-İbâd’ı Anadolu’da Farsça olarak kaleme almış iken bu eser, IIMurad tarafından 825/1422 tarihinde İrşâdu’l-mürid ile’l-murad ismiyle Türkçe’ye çevrilmiştir Necmuddin-i Kübrâ’nın tarikatların el kitabı olarak görülen Usûlu’l-aşere adlı küçük risalesi İsmail Hakkî-i Bursevî (ö1137/1724) tarafından Türkçe’ye çevrilip şerh edilmiştir

Sûfîlerin geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesine yol açan en önemli faktör, onların farklı din ve mezheplere mensup kişileri çevrelerine toplayıp birleştirmeleri, toplumun fertleri arasında ortak sevgi ve dostluk bağları kurmalarıdır Bu müsamaha ikliminin önemli temsilcilerinden biri olan Necmuddin Dâye, kendisine düşmanlık besleyenlere bile şu şekilde hitap edebilmektedir:

“Düşmen-i mârâ sa’âdet-yâr bâd
Der-cihân ez-‘omr ber-hordâr bâd
Her ki hârî mî-dihed der-râh-i mâ
Hâri mâ der râh-i û golzâr bâd!”
“Düşmanımız bahtiyar olsun
Dünyada ömür boyu mutlu olsun
Kim ki bizim yolumuza diken koyarsa
Bizim dikenimiz onun yolunda gülistan olsun!”49

4 Mevlevîlik
XII yüzyılda Anadolu’da yaygınlaşmaya başlayan tasavvufî düşünce, iki farklı çizgide gelişmekteydi Birincisi Irakîler adıyla meşhur ve genellikle Arap dünyasından gelen, tasavvufun zühd ve takvaya önem veren tahalluk boyutunu benimseyen ahlakçı sûfiler ile keşf, marifet ve vahdet-i vücud gibi tahakkuk boyutuna önem veren ârif sûfilerin temsil ettiği çizgiydi Kadirilik ve Rufâîlik mensupları gibi tasavvufî hayata hız kazandıran akımlarla Muhyiddin İbnu’l-Arabî ve Sadreddin-i Konevî gibi tasavvufî düşüncenin kuramcıları, bu çizginin en önemli temsilcileridir İkinci çizgi ise Horasanîler diye ifade edilen, Maverâunnehir ve Harizm bölgelerinden gelen ve daha çok cezbeye önem veren mektepti Bu ekolün en önemli temsilcileri ise Şehâbu’ddin es-Sühreverdî (ö635/1238), Necmuddin-i Kübrâ (ö623/1226), Bahâuddin Veled (ö635/1238), Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî (ö637/1240), Necmeddin-i Râzî (ö654/1256) ve Fahreddin-i Irakî (ö685/1286)’dir

Bu iki ana çizginin sentezi on üçüncü yüzyılın ikinci yarısında Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ö672/1273) tarafından gerçekleştirilen Mevlevîliktir50 Çelebi Hüsameddin’le Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled zamanında bünyeleşmeye başlayan tarikat zamanla Bağdat’tan Rumeli’ye kadar geniş bir alanda kurulan mevlevîhanelerle tesir sahasını genişletmiştir51 Mevlevîyye, Anadolu’daki tasavvufî faaliyetler açısından Halvetiyye, Nakşibendiyye, Bayramiyye ve Zeyniyye gibi tarikatlara oranla önceliği olan bir tarikattır Tarikatını aşk, cezbe, sema’ ve safâ üzerine kuran Mevlânâ, tasavvufu belli kurallar ve fikirler sistemi değil, duyulan ve yaşanılan tecrübî bir bilim olarak algılamakta, semâ esnasında gazeller okumakta, ve toplumun her tabakasından pek çok kişi meclisine katılmakta idi Medrese hocası, gözde âlim ve saygın bir şeyh efendi olmasına rağmen Müslim gayr-i müslim, alim cahil, fakir zengin, küçük büyük ve kadın erkek toplumun her kesimiyle yakın temas kurmaktaydı52

Babası Bahâuddîn Veled ve Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizî’den Kübrevîliği, Şems-i Tebrîzî’den vecd, aşk ve semâ’ yolunu, İbn Arabî’den vahdet-i vücûd telâkkisini alan Mevlânâ, yepyeni bir mektep oluşturmuştur Bütün bunları toparlayarak söylemek gerekirse, Mevlâna'nın tasavvufî düşüncesinin ana esaslarını şu şekilde sıralayabiliriz: Zühd, vahdet-i vücud, aşk, vuslat, Tarikat-ı Muhammediye ve semâ’

Vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen Mevlânâ, etrafına sadece Sadreddin-i Konevî, Fahreddin Irakî gibi mutasavvıflarla ilim ve fütüvvet erbabını değil, pek çok hükümdar ve idareciyi de toplayabilmiş, manevî nüfuzuyla Moğol idarecilerinin bile hürmetini kazanmıştır Çünkü Bektâşîlik, Melâmîlik ve Halvetîlik daha çok halk kitleleri arasında yaygınlık kazanırken, Mevlevîlik kuruluşundan itibaren, ilmî ve idârî zümreler arasında doğup gelişmekteydi53 Hem Selçuklu Sultanı IAlaaddin Keykubad hem de Anadolu Beyleri ona hürmette kusur etmemekteydi Aydınoğlu Ömer Bey kendisine sürekli hürmet göstermiş, Karamanoğulları kendisi ile akrabalık tesis etmiş, Sivas Beyi Kadı Burhaneddin, Mevlânâ’ya özel ilgi göstermiş ve şiirlerinden tefe’ül etmiş, Ertuğrul Gazi ise ona candan bağlı kalmıştır54 Ertuğrul Gazi oğlu Osman Gazi’yi Mevlânâ’nın ziyaretine götürmüş, Mevlânâ da Osman Gazi’ye hayır dualarda bulunmuştur Osmanlı padişahlarının bir çoğu Mevlânâ nesline ve Mevleviyye’ye layık olduğu hürmeti ve yardımı esirgememişlerdir Örneğin Orhan Gazi tarafından Konurhisar’ın fethine memur edilen Şehzade Gazi Süleyman, Rumeli’ye geçmeyi kararlaştırdığı zaman, evliyaullahtan yardım talebinde bulunmayı ihmal etmemiş, Mevlevî hâlifelerinden biri ile görüşmüş ve bu buluşmanın bir hatırası olarak şeyh kendisine bağlı olduğu tarikatın külâhını hediye etmiş, peşinden de zafer ve nusret niyazında bulunmuştur Şehzade Süleyman, fethi müteakip, bu külâhı, ganimetleri paylaştırmak için ölçek olarak kullanmıştı O, ayrıca "himmet-i ricalullah" telakkisiyle külahı altınlarla süsleyerek kendisine padişahlık tâcı ittihâz etmiştir55

Mevlâna Celâleddin Rumî, Mevleviliğin felsefesini, tasavvufunu ve ilâhî aşkını anlatırken, oğlu Sultan Veled Mevlevî Tarikatını, Ulu Arif Çelebi Mevlevîliğin musikisini geliştirmiş, Âbid Çelebi ise semâ’ın son şeklini vermiştir İlim ve siyaset dünyasından pek çok kişinin rağbet ettiği Mevlevilik, mûsikî, semâ’ ve şiir faaliyetlerinin icra edildiği tekkeleriyle güzel sanatların inkişafına yol açmıştır

5 Rifâiyye
Ahmed-i Rifâî’ye nisbet edilen, adı sebebiyle Ahmediyye, doğum yeri sebebiyle Betaihiyye diye de tanınan bu tarikat, Anadolu’nun yaygın tasavvufî akımlarındandır Ahmed-i Rifâî (ö578/1182) dayısı Mansur el-Betâihî ve Ebu’l-Fazl el-Vâsıtî’den tasavvufî terbiyesini tamamladı Vasıtî’nin ona icazet verirken “Herkes üstadı ile, ben ise talebem Rifâî ile iftihar ederim” dediği ve kendisine zahir ve batın ilimlerine sahip anlamına “ebu’l-alemeyn” unvanını verdiği rivayet edilir el-Hikemu’r-rifaiiye ile sohbetlerinin derlenmesinden meydana gelen el-Burhanu’l-müeyyed en meşhur eserleridir
Rifâîlikten “Tarikat-ı Ahmediye” adıyla bahseden İbn Batuta (ö771/1369), seyahatnamesinde, bu tarikata ait tekkelerin özellikle İzmir, Bergama, Amasya ve Sûnisa’da bulunmakta olduğunu yazmaktadır Ayrıca, gösterdikleri burhanlarla halkın itibar ve teveccühünü kazanan Rifâî dervişlerinin önemli bir nüfuza sahip olduklarını kaydeder56
Mevlânâ zamanında Rifâî şeyhlerinden Seyyid Tâceddin kalabalık bir mürit cemaatiyle Konya’ya geldiğinde emirler, şehrin ileri gelenleri ve fütüvvet erbabı onları karşılamış, Celâleddin-i Karatayî Medresesi’nde ağırlamıştır Dervişlerinin yılanlarla ve ateşle oynamaları, Konyalılar tarafından seyredilmiş, Mevlânâ’nın eşi de görmek üzere gitmek istemişse de Mevlânâ, bütün bunları abes görüp gitmesine izin vermemiştir57

6 Kazerûniyye
Anadolu’da XIII yüzyıldaki bir diğer tarikat da Kazerûniyye’dir Meşhur İranlı mutasavvıf Ebü İshak b Şehriyar-ı Kâzerûnî’ye (ö426/1034) nispet edilir Nefehâtü’l-üns’ün verdiği bilgiye göre, Ebü İshak Kâzerûnî Mecûsîlikten ihtida eden bir babanın oğludur58 Ebû İshak denizci ve balıkçıların piri ve hamisi kabul edilmiştir İnanışa göre Ebû İshak-ı Kazerûnî’nin mezarından alınan bir avuç toprak, büyük dalgalarıyla tehlike arz ettiği zaman denize atıldığında sakinleşirmiş Bunun için denizciler, yanlarında kabirden alınmış toprak bulundururlardı Bu inanç Konya’da da yaygındı59 İshâkıyye ve Mürşidiyye diye de anılan Kazerûniyye, özellikle, İran'ın batı bölgelerinde hâkim olduğu, Irak ve Hindistan’dan Trakya’ya kadar uzanan bir tesir sahasının bulunduğu, XIV ve XV asırlarda da varlığını sürdürdüğü fakat XVI yüzyılda Anadolu’da etkisini yitirdiği gözlenmektedir

Ebü İshak b Şehriyar el-Kazerûnî 65 ribat ve hangâh tesis etmiş, ordu denilebilecek bir teşkilat kurmuş, 24000 mecusiyi ihtida ettirmiştir Tarikatı İran'dan Hindistan'a, Çin'e kadar yayılmış ve Anadolu'ya da gelmiştir60 Özellikle askerî maksatlarla teşekkül eden Kazerûniyye, gayretinin büyük bir kısmını cihada yönelten tarikatlardandı Daha çok liman ve menzil gibi insanların sıkça uğradığı ve her zaman yardıma ve yol göstericiye ihtiyaç duyduğu yerlerde tekkelerini kurup çalışan bir teşkilattı Kazerûniyyeyi “aşırı sünnî bir tarikat” diye niteleyen Gölpınarlı, Karamanoğullarından Sultan Muhammed’in 821/1418 tarihinde Konya’da onlara bir tekke yaptırdığını kaydeder61

Kazerûniyye dervişlerinin Anadolu’da tekkeler inşa edecek kadar çok ve yaygın bulunduğu söylenebilir
Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıd’ın, Kazerûnî dervişlerine 802/1399 tarihinde Bursa’da zaviye yaptırması ve vakıf kurması da üzerinde durulmaya değer bir durumdur Vakfiyede şu ifade yer almaktadır: “Murad Han oğlu Bayazid Han riya ve sum’adan hâlî bir niyetle Bursa’da kal’aaltı denilen yerin arkasında tarîk-i âmın önünde bir zaviye-i şerife kurdu Bunu, Şeyh Ebu İshak-ı Kazerûnî ashabına, âdet olduğu vechile gelip gidenlerin, misafirlerin mukimlerin mümkün olduğu derecede i’zâz ve ikramları hizmetlerini ifası için vakfetti”62

Müridlerini, delişmen tabiatlı, garîb etvarlı ve savaşçı kişilerden seçen, tekkelerini, hudut boylarında ve serhatlarda kurmaya büyük önem veren Kazerûniyye Tarikatı, bu tutumu ile, mezkur karakter yapısındaki kişilerin, kabına sığmayan ve tatmin olmak isteyen kişilerin enerjilerini, fitne tefrika gibi içe dönük değil, cihad gibi kudsî ve dışa dönük bir hedefe tevcih etmek usulünü tercih etmiştir63

Alıntı Yaparak Cevapla