|
Prof. Dr. Sinsi
|
İslam'da Bilim Ve Müslüman Bilim Adamları
İslam'da Bilim ve Müslüman Bilim Adamları
İslam'da Bilim ve Müslüman Bilim Adamları
İslamın Yükselişi ve Düşünce/ Bilim
İslam’ın yükselişi birden bire oldu 632 yılında Hz Muhammed’in ölümünden daha beş yıl geçmeden izleyicilerinin orduları hem Pers ve hem de Roma ordularını kesin bir şekilde yenilgiye uğrattılar Bundan sonra uzun yıllar, karşılarına hiçbir kuvvet çıkamayacaktı 8 yy’da İslamiyet, Orta Asya’dan İspanya'ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik kurdu Afrika ve Asya’daki Roma sömürgeleri,büyük öneme sahip Küçük Asya’nın(Anadolu) dışında Arapların ellerine geçti Orta Asya’dan Hindistan içlerine uzanan Pers İmparatorluğu da aynı durumda idi O zamandan itibaren bu geniş bölgenin büyük bir kısmı ortak bir kültür,ortak bir din ve ortak bir dille,birkaç yüzyıl kadar da ortak bir hükümete ve serbest ticaret koşullarına sahip olacaktı Daha da uzun bir zaman din ve hac, Fas’tan Çin’e kadar,bilgin ve şairlere serbest geçiş sağladı
İslam Dünyasında Türklerin Egemenliği
Türkler,özellikle 9 yy'da Abbasiler zamanında "Muhafız Kuvvetleri" oluşturmakla ünlendi Savaşkan ve gözü pek bir halk olması, ticaret yollarının ve sarayların korunması ihtiyacı Türklere ilgiyi artırdı Ama Türkler kimi zaman ayaklanarak kimi zaman Sultanları devirerek İslam dünyasında etkinliklerini artırmaya başladılar Türklerin İslam dinini koşa koşa benimsedikleri savı doğru değildir Bir kere İslamiyet bir kent (ticaret) dinidir Türklerin hepsi elbette göçebe değildi;ama büyük çoğunluğu göçebeydi Türklerin Müslümanlaşma süreci üç yüz yıl süren ilişki ve mücaadelelerin sonucu gerçekleşmiştir Bu sürecin ayrıntılarına girmek bizi konumuzdan uzaklaştıracaktır Şunu belitmekle yetiniyorum: İslam dünyasında siyasi egemenliğin 10 yy’da yavaş yavaş Türklerin eline geçmeye başladı; ama İslam uygarlığının “gelişmesine çeşitli kavimlerin rolü ve payını “ vardır H Z Ülken şöyle devam ediyor: “ İstilalar ve göçler nedeniyle Uzak Doğu’dan Batı sınırlarına dek gelmiş olan Türk boyları(kavimleri) bu istila ve göç yolu üzerinde birçok uygarlıkla ilişki kurmuşlar ve onlardan etkilenmişlerdir Bu arada İslamdan önce kısmen dinini kabul ederek,ilim ve felsefelerinden esinlendikleri Budizmi, Maniheizmi,Hıristiyanlığı, hatta Judaizmi belirtmeliyiz Türk düşünce tarihinin bu devrine ilişkin eserlerden önemli bir kısmı kaybolmuş ve kalanlar da Türklerin İslam uygarlığını benimsemelerinden sonra etkisiz bir hale gelmişlerdir   "(H Z Ülken,İ Düşüncesi s:13-16)
Muhammed IKBAL
(1873-1938)
Fethi Yeken
1873 de Pakistan‘in Pencap eyaletine bagli Seyalkat kentinde dogan Muhammed Ikbal mutasavvif bir anne babanin ogludur Babasi Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din, hem de dünya isleriyle mesgul olurdu Geçimini ise çalisarak elde ederdi Ikbal‘in annesi de tipki babasi gibi ehli takva birisiydi Hatta beyi rüsvet almakla ün yapmis birinin yaninda çalisirken, acaba bunda da rüsvet var mi düsüncesiyle çok defa beyinin kazancindan yemekten sakinirdi Ancak daha sonra beyinin kazancinin rüsvetle ilgisi olmadigina kanaat getirerek ondan yerdi Muhammed Ikbal‘in devamli Kur‘ani Kerim okumakta oldugunu gören babasi, bir gün ona Kur‘ani Kerim‘i anlamak istiyorsan, ‚sana indiriliyormus gibi oku‘ dedi
Ikbal çocuklugundaki ilk egitimini evinde babasindan aldi Daha sonra Kur‘ani Kerim‘i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kismini ezberledi Bu merhaleden sonra babasinin arkadasi Mir Hüseyin‘in görev yaptigi bir okula gitti Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocasi olarak Ikbal‘e Islâmi edebiyatini sevdirdi Burayi bitirdikten sonra Pencap eyaletinin baskenti Lahor‘a giden Muhammed Ikbal, orada hükümete ait bir okula girdi
Zaten Lahor bir çok lisenin bulundugu bir sehirdi Burada felsefe ve Ingilizceden ögretmenlik diplomasi alan Ikbal, Lahor‘da dogu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi Iste Muhammed Ikbal bu devrede siir yazmaya baslayarak yavas yavas ismini duyurdu
1905 de Londra‘daki Chambrich üniversitesine girmek için Ingiltere‘ye giden Ikbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu Londra‘da üç sene kadar kalan Ikbal, burada Arap dili ve edebiyâti fakültesinde hocalik yaparken bir taraftan da çesitli Islâmi konularda bir dizi konferans verdi Bu konferanslari onun Londra‘da çok taninmasina sebep olmustu
Yine Londra‘da kaldigi müddet içinde hukuk üzerine okuyan Ikbal savcilik diplomasini aldiktan sonra Almanya‘ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalinda doktora yapti 1908 de Hindistan‘a döndügünde, onun yazi ve siirlerine hayranlik duyanlar tarafindan büyük bir coskuyla karsilandi
Ikbal Hindistan‘daki çalisma hayatina avukat olarak baslarken onun bu görevdeki çalismasi, dogruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu
Hakliligina inanmadigi ve hakkini alamayacagi kisinin davasina bakmazdi
Daha sonra Lahor‘da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyati bölümünde hocaliga devam eden Ikbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrildi
Hocalik görevinden istifa edisinin sebebi kendisine soruldugunda cevaben: “Ingilizlere hizmet etmek zordur Ben istedigimi insanlara anlatamiyordum Simdi ise hürüm, diledigimi söyler ve diledigimi yaparim” diyordu
Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine ragmen hiç bir zaman egitim ve ögretim islerinden geri kalmamisti Devamli olarak Lahor‘daki Islâm akademisiyle irtibat halinde olan Ikbal orada dersler verirken, çesitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu Bu arada Af gan hükümetinin daveti üzerine Afgan egitim komisyonuna da istirak etmisti
Muhammed Ikbal ülkesinin siyasetine de katilmis ve halkini bu konularda yönlendirmisti Onun bu konudaki düsüncesi ise: “Siyaset; çalismak, izzet ve serefe davet etmektir ” seklinde idi
Müslüman Hintli mücahitler adiyla yazdigi siirleri Hindistan‘daki müslümanlarin hareketlenerek Ingiliz sömürüsüne baskaldirmalarinda büyük tesiri olmustu 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen Ikbal ayni zamanda “Rabitatül Islâmiye” adli merkezi Suudi Arabistan‘da olan bir cemiyette de çalismalar yapmisti
1930 da Pakistan devletinin kurulusu konusunda kendisine has görüsüyle insanlarin huzuruna çikan Ikbal Hindistan‘in bölünmesinin din, irk ve dil esasina göre taksimini öngörüyordu O zaman bu görüsünü daha sonra Pakistan devlet baskani olacak olan Muhammed Ali Cinnah‘a anlatirken, siir ve konusmalarinda bu düsüncesine oldukça fazla yer vermisti Daha sonra 1932 de Londra‘da anayasa hazirlamak için olusturulan ve çok uzun münakasalara sahne olan kongreye katilan Ikbal, o sirada siddetli ve uzun sürecek bir hastaliga yakalanir Doktorlarin gayretlerine ragmen bir türlü iyilesmeyen Ikbal ölümü tebessüm ve riza ile karsilayarak 1938 de Allah‘in rahmetine kavusur Iste bu siralarda Ikbal ölümle ilgili olan su siirini yazmisti:
“Ölümü ve aciyi mutluluk ile karsilamak
Müminin alametlerindendir‚
Muhammed Ikbal ehli takva bir evde dogup büyüdügü ve babasinin arkadasi olan Mir Hüseyin‘in tesirinde çok kaldigi için takvaca ve sahsiyetinin olgunlasmasi konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, Islâmi sahsiyetin olusturulmasi ve Islâm edebiyati konularinda çok tesir ediyor ve onlari üstün birer sahsiyet olarak yetistiriyordu
Ikbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi Daha çok genç yaslarindayken siir yazmaya baslamisti
Bu siirler daha sonralari çesitli dilere tercüme edilmisti Ikbal‘in siir ve edebiyat bakimindan büyük bir kabiliyete sahip olmasi onun kültürel açidan üstün bir egitim aldiginin ve Islâmi bakimdan olgunlugunun bir göstergesidir
Henüz 33 yaslarinda iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüs ve üstün derecelerle diplomalar almisti Bu konularda yazdigi eserlerden bazilari çesitli dillere çevrilerek bu üstün sahsiyetin fikirlerinden baskalarinin da istifadesi saglanmisti
Ikbal belki bir vaiz ve filozof degildi ama her seyden önce Allah‘a samimi olarak iman etmis cesaretli, kendine güvenen ve düsüncelerinde belirli özellikleri olan bir kisiydi O siirlerinde hayatin gerçeklerine bakar, fitratindaki siire olan yatkinligiyla bu konulari en tesirli bir sekilde izah ederdi Iste Ikbal bu vasiflariyla büyük ve gerçek bir mücahid olarak ortaya çikmaktadir
IKBAL‘IN ISLAH YOLUNDAKI ÇALISMALARI
Muhammed Ikbâl hayata bakis felsefesini ve görüslerini siirlerinde islemistir Onun islah yolundaki belli basli düsünceleri sunlardir:
1- Muhammed Ikbal Islâma ve müslümanlara hayranlikla dolu bir müslümandi Ona göre müslümanin topraginda sinir olamazdi Çünkü bütün müslümanlarin vatani birdir Ikbal‘in bu konuda yazmis oldugu bir çok kahramanlik destanlari vardir O dogusuyla ve batisiyla bütün müslümanlari kusatmistir
Ona göre insanligin saadetini gerçeklestirecek tek hükümet Islâmdir Siirlerinde sürekli olarak Islâmiyetin devlet olarak yasandigi ve beseriyete gönderildigi devirleri islerdi
Ikbal Islâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacagini çünkü Islâm ümmetinin ebediyyen kalici deger üzerine bina edildigini söylüyordu Diger taraftan da üzülerek Islâm ümmetinin aci hallerini dile getiriyordu Bir siirinde bu konuyu söyle gündeme getirmistir:
Hak olan ezan devamli aralarinda olan
Islâm ümmeti ebedi kalacaktir
La ilahe illallah‘in askindan kalbler
tutusmaktadir ”
Eger geçmisinde Islâm medeniyetini yasamis herhangi bir yere gitse oranin maziye karismis halini hatirlar ve üzülürdü 1908‘de Avrupa‘dan Hindistan‘a dönerken Sekille Adasina ugramis eskiden oranin Islâm medeniyetine besik oldugunu hatirlayarak kendi kendine:
Göz yasiyla degil kan akitarak agla
Iste burasi Islâm medeniyetinin gömüldügü yerdir
diyerek aglamistir 1932 de Londra‘daki kongreden dönerken Ispanya‘ya ugramis, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü‘min bir sair olarak Islâm medeniyetinin bir harikasi olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunma mis ve içinde namaz kilinmamis bu camide iki kere kat namaz kilmisti
Ikbal müslümanlarin gelecegi konusunda oldukça iyi düsünceler ve ümitler besleyen birisiydi Bir gün Kurtuba‘da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarinda durmus söyle diyordu:
Ey sanli nehir su anda senin kenarinda duran kisi çok güzel bir hayal içindedir
Bu adam gelecegin aynasinda yeni bir dönem görmektedir
Bu dönemin müjdeleri gözükmeye basladi Fakat henüz insanlarin gözünden sakli durumdadir · Eger Avrupa bu dönemi su anda farketse aklini kaybedip deliye dönerdi
Muhammed Ikbal‘in Avrupa‘da egitim görüp onlarin arasinda uzun bir müddet kalmasina ragmen hiç bir zaman onlarin kültürlerine aldanma misti O Avrupa medeniyetinin insanlari kardes yapacagina, insanliga saadet getirecegine inanmiyordu Çünkü Avrupa‘nin medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun egdirmisti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu Ama imandan yoksun oldugu için saskinliklar içinde aciyla kivranmak taydi Bu medeniyet islah etme ve merhamet
etme özelligine sahip degildi Iste bundan dolayi devamli olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterisine kanarak onun tuzagina düsmekten sakinmalarini söylerdi
Ama maalesef ümmetten bazilari bu tuzaga düserek bütün izzetlerini kaybederek zayifladilar ve varliklarini yitirdiler Ikbal yazi ve siirlerinde müslümanlari derinlemesine Islâmi ögrenmeye çagirirdi Çünkü “müslümanlarin izzeti ve hürriyeti, Islâmin asil kaynagi olan Kur‘an ve sünnettedir” diyordu Ne zaman Islâmdan ve Resulullah‘tan bahsetse, gurur ve iftiharla söyle derdi:
“Eger yildizlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz Çünkü ben kendini yollarin rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz Muhammed‘e baglayarak, onun bereketli ayak tozuna karisarak bahtiyar insanlarin gözüne sürecekleri sürme oldum "
2- Ikbal‘in görüslerinin temelini, en çok ehemmiyet verdigi nefsi terbiye konusu olusturmaktadir Çünkü insanin saadeti ve hayatin temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadir Iste bunun için ikbal sürekli olarak kisinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardi arkasi gelmeyecek olan devamli bir cihada çagiriyordu Bu cihad önce nefse karsi verilmeliydi
Ikbal cihad ve çalismada hayat; tembellik ve uyusuklukta da ölüm oldugunu söylerdi Yine ona göre insanin kendisine güvenmesi ve devamli olarak nefsini zorluklara karsi kuvvetli olabilecek sekilde hazirlamasi kisiye mutluluk vermektedir Kisinin kendisine güvenmesi,konusunda söyle diyordu:
“Baskalarinin nimetlerinden kendi rizkini arama Isterse günesin kaynagindan gelmis olsun hiç kimseden, su bile isteme Allah‘a güven ve çalis Bu serefli Islâm ümmetinin yüzünü utandirma Bir gün Hz Ömer at üstünde giderken elinden kamçisi düstü O etrafindakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atindan inerek kendisi almisti ”
Iste insan nefsini sehvetlerden ve çesitli korkulardan alikoyar ona hakim olursa baskalari o insana hükmedemez Islâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kisiyi kendisini olgunlastirmaya çagirmaktadir Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir Islâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçeklestirmektedir
Örnegin inanç konusunda nefsi süphelerden, korku ve sehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanin kalbine yerlestirerek devamli olarak onu tembellikten alikoyar onu çalismaya ve istikbale dair hazirliklar yapmaya tesvik eder Iste Islâm inanci bu vasiflariyla her türlü zorlugu yenerek asmakta ve insanlik için gerçek hürriyeti ve esitligi saglamaktadir Ikbal bu düsünceleriyle ayni zamanda Hindistan‘da yaygin olan ve bazi usüllerinde Islâma zit hareket eden tasavvufi anlayisa da karsi oldugunu ortaya koymus oluyordu Çünkü o zamanlar Hindistan yarimadasinda hurafelerle karisik bir çok tasavvufi akim vardi ki, bunlar genel olarak “Vahdeti Vücut” inancinda olup, görünen varligi inkar esasina dayaniyorlardi Ikbal onlari Islâmi olmayan tasavvufi akim diye isimlendirmisti
3- Ikbal‘in gerçeklestirmek istedigi hedeflerden birisi de Dünya Islâm Devletinin kurulmasiydi O her ne kadar kisinin ferdi degerini idrak etmis ve görüslerinin aslini nefsi terbiye olusturmussa da bunu da yeterli olmadigini biliyordu Onun için ferdi cemaat için, cemaati da fert içinbir ayna kabul ediyordu Eger fert görevini yerine getirmese bu noksanligin cemaata da siçrayacagina inaniyordu Ona göre fert kendisini iyi yetistirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktir Eger hata yapsa iyi yetismis cemaat onu ikaz edip düzeltecektir Bu konuda bir siirinde söyle diyor:
“Eger fert bir cemaata mensup olsa tipki bir damla iken nehir olur
Artik onun ruhu, bedeni, açigi ve gizlisi, her seyi bagli bulundugu toplumuna ait olur ”
Iste bu cemaatin elbette bir davasi ve onlari birarada tutan prensipleri olmalidir Yine bu hedeflerin gerçeklesmesi ferdin ve cemaatin saadetinin saglanmasi lazimdir Ayrica bu hedefler bütün beseriyetin saadetini de saglamalidir Ki, iste Islâm tüm insanligin mutlulugunu gerçeklestirecek tek din olarak ortadadir
Bunun için Ikbal bütün müslümanlari içine alabilecek ve insanligin saadetini saglayacak olan bir Islâm devletinin zaruri oidugunu devamli söyliyerek Islâmi devletin gerçeklesmesi yolunda çok gayretler sarfetmistir
O bu çalismalari esnasinda hiç bir zaman herhangi bir irki taassuba düsmemistir Müslümanlar için muayyen bir topragin olmayacagini esasta Islâmin tatbik edildigi yerin müslümanin vatani olduguna inanarak söyle derdi:
“Irkçilik taassubu Islâm ümmeti arasindaki irtibati ve Islâmi iliskileri kesmistir ”
Iste Hindistan‘da yasayan müslümanlar için müstakil bir Islâmi devletin olmasini, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanlari bagrina basmasi gerektigini söyleyerek, Pakistan‘in kurulusuna temel hazirlayanlardan birisi olmustu Ikbal‘in çalismalarinin neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yil sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulmasi olmustur Çünkü bu devletin kurulmasiyla birlikte Hindistan‘da bir taraftan hindularin zulmü altinda ezilen, diger taraftan Ingilizlerin sömürgesi altinda olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavusmuslardi
Pakistan Islâmin hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmustu Elbette orada müslümanlarin sözü geçmeli ve huzur bulmaliydilar Gerçi Pakistan kurulusundan simdiye kadar bir çok olumlu asamalar geçirmistir ama henüz arzu edilen seviyeye ulasmamistir
Pakistan‘in kurulusu hakkinda bir arastirmacinin dedigi gibi, kisa sürede devlet olan ve islah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan‘in Islâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz
Allah rahmet etsin
Seyyid Kutub (1906-1967)
Haci ibrahim Kutub'un oglu olan Seyyid Kutup, 1906'da Asyut kasabasina bagli Kalia köyünde dünyaya geldi Babasi köyde, sayilan bir kisi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi
O zaman bu partinin baskanliginda Mustafa Kamil vardi Haci Ibrahim Kutup ziraatla ugrasir, elde ettigi mahsulün bir kismini satar bir kismini da fakirlere infak ederdi Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi Seyyid Kutub'a terbiyesiyle, sevgi ve sefkatiyle çok tesir etmisti
Seyyid Kutup'un Hamide ve Emine adli iki kiz kardesiyle Muhammed adinda küçük bir de erkek kardesi vardi Daha Kahire'de okurken babasini kaybedince, annesinin ve kardeslerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yikilmis oluyordu O cia bu durumdan oldukça sikilmisti Bu sikintidan biraz olsun kurtulmak için, annesini Kahire'ye tasinmaya razi eder ve Kahire`ye tasinirlar
1940'da annesinin ani vefati Seyid Kutup'u oldukça etkilemisti Kendisini hayatta yalniz hissetmeye baslar Bu konudaki duygularini bizzat kendisi bazi kitaplarinda anlatmaktadir
SEYYID KUTUB'UN HAYATININ DÖNEMLERI
Seyyid Kutup'un hayatini dört ana bölümde toplamak mümkündür Bunlardan birincisi dogumundan 1919'a kadar olan bölüm Seyyid Kutup bu devrede babasinin itinali dini terbiyesi altinda yetismisti Bir tarafta köylerindeki medreseye devam ederken bir taraftan da babasinin özel terbiyesindeydi Daha on yasina gelmeden Kur'an-i Kerim'in tamamini ezberlemisti
Seyyid Kutup'un hayatindaki ikinci dönem ise 1920 ve 1939 arasindaki zamani içermektedir Bu dönemde Kahire'ye giderek liseyi bitirir ve üniversiteye "Darul Ulum"a girer Darul Ulum'a girmesindeki maksadi arap dilinde ihtisas sahibi olmakti Kardesi Muhammed Kutub'un "Küçük Çigliklar" adli kitabinin önsözünde de anlattigi gibi Darul Ulum'da dört sene okumustu Burada okutulan dersler ise Tarih, Cografya, Arap edebi-
yati, Ingilizce, Sosyaloji, Matematik, Fizik, Felsefe ve dini ilimlerdi
Seyyid Kutup'u okutan hocalarin basinda ise Mehdi Allame geliyordu Bu zat Seyyid Kutup'un "Sairin hayattaki görevi" kitabinin ön sözünde sunlari diyor: "Seyyid Kutup'un benim talebem olmasi bana çok büyük bir mutluluk veriyor Eger hayatta benim ondan baska talebem olmasa bile onun varligi mutluluk olarak kafidir "
Darul Ulum'dan mezun olduktan sonra Milli Egitim Bakanliginda müfettis olarak görev alir
Fakat bir yazar olarak görevini daha iyi yapabilmek için görevde fazla kalmayarak istifa eder Bu siralarda hemen hemen her konuda kendisini yetistirmek için okumaya daldigini görürüz Özellikle arapçaya çesitli dillerden çevrilmis eserleri incelemekte ve degerlendirmeye tabi tutmaktaydi
Çok geçmeden Seyyid Kutup da tipki Taha Hüseyin, Abbas Mahmut Akkad ve Mustafa Sadik Rafi gibi harika bir yazar,olarak ortaya çikiyordu
Onun yazilari da tipki ötekilerinki gibi ayni gazete ve dergilerde yayinlanmaya baslamisti
Seyyid Kutup'un hayatinin üçüncü merhalesini ise 1939 ile 1951 yillari olusturmaktâdir Bizim görüsümüze göre bu dönem ayni zamanda Seyyid Kutup'un Islâmi düsünceye dönüsünün de bir baslangici oluyordu 1939'da "El-Muktatif' dergisi O'nun "Kur'an da Fennî Tasvir" adli bir makalesini yayinlamisti Seyyid Kutup bu yazisinda bazi ayetlerden örnekler vererek Kur'an'daki sanatsal güzellikleri ve onun üstün icazini ortaya koyuyordu
Bu yazisiyla ayni zamanda Kur'an'da icaz olayini inkar eden Akkad'in görüslerinden de ayrilmis
oluyordu 1945 yilinda ayni konuda iki kitap yayinladi
Seyyid Kutup bu kitaplarinin, almis oldugu dini terbiyenin bir semeresi oldugunu açikça itiraf etmekte, Kur'an'in uslubu ve harikaligiyla kendisini uyandirdigini kabul etmektedir O'na göre ilmi Kelamin uslubu olan cedel, dinde pek neticeye götürmemektedir Çünkü akil Kur'an'in inceliklerini ve harikaliklarini tam olarak anlamaktan acizdir Arkasindan "Sahrada" adli bir kasidesini yayinlayan Seyyid Kutup, burada her seyin bir tertip ve ölçüye göre yaratildigini anlatmaktadir
1946'da "Iste Sahtekarlik" diye bir kitabi daha yayinlandi Bu kitabinda Abdullah Ali el-Kasimi ile iki konuda tartisiyordu Bunlardan birisi "Insanin yaratmak konusundaki gücü" ikincisi ise "Insanin dinlere inanmasiydi" Akkad ve onun gibileri makalelerinde genelde Abdullah Ali'nin kitabini, dolayisiyla fikirlerini medhederken Seyyid Kutup siddetle tenkit ediyordu Çünkü Abdullah Ali dinin hayatin gerçeklerine ters oldugunu, dine
tabi olanlarin gerilediklerini, özellikle Islâmin insani gerilettigini savunuyordu Iste bundan dolayi Seyyid Kutup Abdullah Ali'nin demogojilerine yazdigi kitapda hücum ediyor, tenkit ediyor ve onlari çürütüyordu
7 Ekimn 1946 da Seyid Kutup'un Islâmi fikre baslangiç olarak degerlendirilen "Konum Dersleri" adinda bir makalesi daha yayinlanmisti Seyyid Kutup bu makalesinde Misir'in toplum yapisinin, siyasi, ahlaki ve sosyal yönlerden tenkidini yaparak, müslümanlari çalismaya çagiriyordu Toplumun islahi için ne yapilmasi gerekiyorsa müslümanlarin yapmak zorunda olusunun Kur'an'in emri oldugunu söyleyen Kutup delil olarak Al-
lah'in su ayet-i kerimesini gösterip tefsirini yapiyordu: "Sizden iyiligi emreden, kötülükten sakindiran, bir topluluk olsun Iste asil kurtulusa erenler onlardir "
ISLAMA DOGRU YÖNELIS
21 Ekim 1946 bu günkü medeniyeti tenkit ederek onun manevi degerlerden soyutlanmis, sadece maddi bir medeniyet oldugunu delillerle açikliyordu 1948'in sonlarinda ise "Islâmda Sosyal Adalet" kitabini yayimladi Kutub bu kitabinda insanligin arzu ettigi gerçek sosyal adaletin Islâmda oldugunu ve hakiki adaletin Kur'an'in
gölgesinden baska hiç bir yerde olmadigini açik açik anlatarak hayatin her alaninda oldugu gibi edebiyatin dahi Islâmi ölçülerden kaynaklanmasi gerektigini vurguluyordu
1949'da Amerika'ya giden Kutub iki buçuk yil kaldi Amerika'da kaldigi bu müddet içersinde Misir'daki arkadasi Tevfik el-Hakim'e gönderdigi mektuplarda Amerikan toplumunu ve medeniyetini devamli olarak tenkit ediyordu Çünkü ; bu medeniyette ruhi degerlerden hiç bir sey yoktur, diyordu Ayni mektuplarinda "El Melik" adli kitabini da tenkit ediyordu Çünkü Kutup bu kitabi Islâmi fikirlerle yogrulmadan çok önce yazmisti
Iste Seyyid Kutup arkadasina yazdigi mektuplarda bu kitabinin tenkidinde, "keske kitabin konusu Yunan felsefesine göre degilde, Islâmi ruhla yazilmis olsaydi Insallah gelecekteki konular, hayata, kainata ve insana özel bir bakis açisi olan Islâmdan kaynaklanir" diyerek temennilerini de bildiriyordu
Buna göre diyebiliriz ki Seyyid Kutup'un bu tarihten sonra edebiyata bakis açisi degismistir Çünkü hayatinin önceki dönemlerine baktigimizda edebiyati din ile ilgisi olmayan bir güzellik olarak degerlendirmekteydi Fakat simdi her seyin oldugu gibi edebiyatin da tüm konularini dogrudan dogruya Islâmdan almasi gerektigini söyle-
mektedir
1951 ile 1965 yillarini kapsayan zaman parçasi ise hayatindaki dördüncü merhaleyi olusturuyordu Kutup bu dönemde edebiyattan tamamen siyrilarak Ihvan-i Müslimin teskilatina katilmisti Abdulhakim Abidin'in anlattigina göre Seyyid Kutup artik Ihvanin bir fikir elemani olmustu
Gerçi yönetici olarak Ihvanda hiç bir makami yoktu ama iyi bir müntesip olarak Ihvanin gazetelerinde ve dergilerinde halki devamli olarak Islâma davet ediyordu Bir ara, 1954'deki tutuklanmasindan önce "Ihvan-i Müslimin" adli gazetede yazi isleri müdürlügü yapmis, orada yazdigi yazilari bir araya getirerek birçok kitaplar olusturmustu
Bu kitaplardan birkaçini burada zikretmeden geçemeyecegiz:
1- Islâm ve Dünyaya bakis
2- Iste Din Budur
3- Istikbal Islâmindir
Kutup ayrica Ihvan-i Müslimin gazetesinde din ile devlet islerini birbirinden ayirarak dini siyasetten uzak tutan laik düsünceyi de siddetle tenkit eder, siyaset baskadir, din baskadir sloganinin bir hikaye oldugunu söyliyerek Islâmda böyle bir sey olmadigini haykirir Çünkü Seyyid Kutup "Islâmin kalplerde bir inanç ve hayat için
bir kanun oldugunu" vurguluyordu
Ezher üniversitesinin Kur'an-i Kerim'i tefsir etmede taklidi tutumunu da açikça tenkit eden Kutub bu konuda söyle diyordu:
"Bu gün bütün dünya sosyalizm ve kapitalizm gibi belirli sosyal fikirlerin pesinde gitmektedir Onun için Ezher üniversitesi Islâmi kültürü her yönüyle halka götürmelidir Ibadette, inanç ve hayatin her alaninda, Islâmin kendisine has, her türlü noksanliklardan uzak ölçülerinin oldugunu izah etmelidir Ister siyasette olsun, ister iktisatta ve ister cezalarda olsun Islâmin hayatin her konusu için ölçüler koydugunu anlatmali ve Islâmi günlük hayata hakim kilmak için çalismalar yapmalidir
SEYYID KUTUB'UN SEHADETI
Seyyid Kutup Islâma inanmis ve inandigi davanin gerçeklesmesi için de bir çok çalismalar yapmis büyük bir mücahitti 27 Kasim 1954'de, Ihvan-i Müslimin Misir devlet baskani Cemal Abdunnasir'a suikast girisimiyle itham edildiginde Seyyid Kutup'da Ihvan-i Müslimin saflarina katilmisti
Bundan dolayi Ihvan-i Müslimine mensup birçok müslümanla birlikte Seyyid Kutup'da tutuklandi Yapilan yargilamanin neticesinde Seyyid Kutup'a agir islerde çalistirilmakla birlikte on bes sene agir hapis cezasi verildi Artik Seyid Kutup Kahire'den bir kaç km uzakta "Limanneze" hapishanesinde yasamaya baslamisti On sene hapis yattiktan sonra o zamanin Irak devlet baskani Abdusselam'in Abdunnasir'i ziyaret ederek
Seyyid Kutup'u serbest birakmasini istemesi üzerine Kutub 1964'de serbest birakildi
Hapisten çikan Kutub 1965'de "Yoldaki Isaretler" adli kitabini yayinlayinca tekrar tutuklanir
Bu tutuklamada yine Ihvan-i Müsliminden bir çok müslüman vardi Gerekçe olarakta Ihvan-i Müsliminin devlete karsi darbe girisimini ileri sürerek Ihvani ve Seyyid Kutup'u darbecilikle itham ediyorlardi
22 Agustos 1966'da Seyyid Kutup'a idam cezasi verildiginde, Assam el Attarin kitabinda anlattgina göre Kutub bu karari tebessüm ve Allah'a kavusmanin verdigi büyük bir mutlulukla karsilamisti Muhammed Ali Eenna'nin dedigine göre Seyyid Kutup'un asilmasina asil sebep "Yoldaki Isaretler" adli kitabi idi
Seyyid Kutup'a verilen bu idam karari, Islâm alemine yayildiginda Pakîstan'da Karaçi içinde Cemaati Islâminin mepsuplari tarafindan bir yürüyüs tertiplenmis ve olay kinânarak Abdunnasir'dan karari yeniden gözden geçirmesi istenmistir
Ayrica yine Pakistan'da "Meclisi Nizami Islâm", "Cemaati Islâmi", "Cemaati Avami"de bu karari ayni sekilde kinamislardi Diger taraftan Ingiltere'de Rabitatül Islâm, Lübnan'da "Cemaati Islâm" teskilati, Ürdün'de birçok dini sahsiyetler, Sudan'da Seyyid Allal El Fasi ve Istiklal partisi baskani Ahmet el-Hatib, Irak'taki Rabitanin
baskani Seyh Emcek Eczzehavi ve bir çok Islâm alimleri Abdunnasir'i bu kararindan dolayi kinamis ve vaz geçmesi için ikaz etmislerdi
Bütün bunlara ragmen 9 Agustos 1967 sabahi Lübnandaki "Ennebar"gazetesiyle Misir'daki "El-ehram" gazetesi idam haberini su cümlelerle veriyorlardi
"  Çelik migferli askerlerden bir grup hazirlanip, agir silahlar artirilarak Kahire hapishanesinin etrafinda bir hisar olusturuldu Gazetecilerin hapishaneye girisi yasaklandi Seyyid Kutup idam edildikten sonra da gazetecilerden bölgenin terk edilmesi istendi "
Seyyid Kutup bir çok kiymetli kitap yazmisti Basta Kur'an-i Kerimin bir tefsiri olan "Fizilal-i Kur'an" olmak üzere hemen hemen her konuda eseri vardir Özellikle Islâmi konularda, edebiyat ve egitim konularindaki eserleri daha çoktur
Bunlardan hemen hemen hepsi de türkçeye çevrilmistir
Allah ondan ve onun gibi mücahidlerden razi olsun
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
aid Nursi yakın geçmişimizde yetişmiş en büyük İslam alimlerinden ve fikir adamlarındandır 1873'te Bitlis'in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelmiş, 1960'da Şanlıurfa'da Hakkın rahmetine kavuşmuştur Genç yaşta edindiği dini ve pozitif bilimlerdeki derin bilgisi, devrin ilim çevreleri tarafından kabul görmüş, küçük yaştan itibaren dikkati çeken keskin zekası, kuvvetli hafızası ve üstün kabiliyetleri dolayısıyla "Çağının eşsiz güzelliği" anlamına gelen "Bediüzzaman" sıfatıyla anılmaya başlanmıştır
Bediüzzaman Said Nursi, Doğu'nun en acil ihtiyacı olarak gördüğü eğitim problemini çözmek için din ve eğitim bilimlerinin birlikte okutulabileceği ve Medreset-üz Zehra ismini verdiği bir üniversite kurulmasını sağlamak için 1907'de İstanbul'a gelmiştir Derin bilgisiyle buradaki ilim çevresine de kendini çok kısa süre içinde kabul ettirmiş, çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yayınlatmış, hürriyet ve meşrutiyet tartışmalarına katılarak hükümete destek vermiştir
Dönemin hükümeti, Said Nursi'nin üniversite ile ilgili dilekçesine ilgi göstermemiştir Hatta İstanbul'daki ilim adamlarının, talebelerin, medrese hocalarının ve siyasetçilerin ona olan ilgisinden rahatsız olmuş, Bediüzzaman'ın önce akıl hastanesine daha sonra da hapishaneye gönderilmesini sağlamıştır
Said Nursi'nin serbest bırakılmasından kısa süre sonra 23 Temmuz 1908'de II Meşrutiyet ilan edilmiş Bu dönemde Bediüzzaman meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslamiyet'e aykırı olmadığını anlatmak için İstanbul'da çeşitli yerlerde konuşmalar yapmış, Doğu'daki aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekmiştir Yayınladığı bu makaleler ve yaptığı konuşmalarda yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, 1909'da 31 Mart olayına karıştığı iddia edilerek haksız ithamlarla tutuklanıp, idam talebiyle yargılanmış, ancak beraat etmiştir
Bediüzzaman bu olaydan sonra tekrar Doğu'ya dönmüş, I Dünya Savaşında talebeleriyle milis kuvvet oluşturarak savaşa katılmıştır Gönüllü alay komutanı olarak büyük yararlılıklar gösterdiği I Dünya Savaşında Rusya'da esir düşmüş, üç yıl süren esaret hayatının sonunda Sibirya'daki esir kampından kaçarak İstanbul'a gelmiştir
İstanbul'da devlet büyükleri ve ilim çevreleri tarafından büyük bir ilgiyle karşılanan Bediüzzaman, Dar-ül Hikmet-i İslamiye (İslam Akademisi) azalığına tayin edilmiştir Buradan aldığı maaşla kendi kitaplarını bastırarak parasız olarak dağıtmaya başlamıştır Said Nursi daha sonra İstanbul'un işgali sırasında işgalcilerin gerçek niyetlerini ortaya koyan Hutuvat-ı Sitte (Şeytanın Altı Desisesi) isminde uyarıcı bir broşür hazırlamış, bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanının emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep olmuştur Milli mücadeleyi savunmuş ve destek olmuştur Bu hareketleri Anadolu'da kurulan Millet Meclisi'nin beğenisini kazanmış ve Ankara'ya davet edilmiştir 1922'de Ankara'ya geldiğinde devlet merasimiyle karşılanan Bediüzzaman, kendisine yapılan Şark Umumi Vaizliği, milletvekilliği ve Diyanet İşleri Başkanlığı tekliflerini reddetmiştir
Said Nursi 1925 yılında Şeyh Said isyanı çıktığında, olayla hiçbir ilgisi olmadığı halde, Van'da inzivaya çekilmiş olduğu yerden alınarak Burdur'a, oradan da Isparta'nın Barla ilçesine sürgüne götürülmüştür Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı'nın büyük bir kısmını burada yazmıştır
Nur Risalelerini önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, 1934 yılında daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Said Nursi'nin Isparta'nın merkezine getirilmesini istemiştir 1935 yılında ise polisler burada da çalışmalarına devam eden Said Nursi'nin oturduğu evde arama yapmış ve bütün kitaplarına el koymuştur Bediüzzaman emniyete götürülerek sorgulanmış, ancak suç unsuru bir şeye rastlanmayınca serbest bırakılmıştır Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatılmış, Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlarla Eskişehir Hapishanesine gönderilmiştir
Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava süresince tutuklu kalmıştır Daha sonra ise Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği kararla, Said Nursi'ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu'da mecburi ikamet; on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verilmiştir
Polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu'ya getirilen Said Nursi, 1943'te Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanmıştır Ağır hasta olmasına rağmen Ankara'ya oradan da trenle Isparta'ya getirilmiştir Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli'deki davayla birleştirilmesi üzerine ise Denizli'ye sevk edilmiştir Denizli hapsi yine tecrit altında başlamış, çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur'un yazımına devam etmiştir Sonrasında ise 1944'te verilen beraat ve tahliye kararına rağmen, dönemin hükümeti Said Nursi'nin Afyon'un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretmiştir
Bediüzzaman burada hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirilerek gözetim altına alınmıştır Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve gözleme tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Denizli hapishanesindekinden bile çok daha ağır ve zor şartlar altında geçmiştir Bu dönemde, hukuki yollarla Bediüzzaman'ı etkisiz hale getiremeyen muhalifleri onu zehirleyerek öldürme yoluna gitmişlerdir Hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ sürgününde gerçekleşmiştir
Bu zulümler yaşanırken Bediüzzaman'ın talebeleri tarafından Risale-i Nurlar çoğaltılmış ve böylece Kuran tebliğinin geniş kitlelere yayılması sağlanmıştır Özellikle de teksir makinelerinin kullanımıyla birlikte bu çalışmalar daha da hızlanmıştır
1944'te Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararının Yargıtay tarafından onaylanmasıyla birlikte Bediüzzaman serbest bırakılmıştır Ancak Risale-i Nurlar'ın her geçen gün yaygınlaşarak insanlara ulaşması dönemin hükümetini rahatsız etmeye başlamıştır Ocak 1948'de Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon hapishanesine gönderilmiştir Ancak tüm bu ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman eserlerini yazmaya devam etmiştir
Aralık 1948'de Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezası kararı verilmiş, ancak karar temyiz edilmiş ve Bediüzzaman lehine bozulmuştur Ancak Yargıtay'ın bu kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağlamıştır Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, Eylül 1949'da serbest bırakılmıştır Fakat Ankara'dan gelen bir emirle bu sefer de Afyon'da mecburi iskana tabi tutulmuş ve Emirdağ'a ancak Aralık ayında dönebilmiştir
Bediüzzaman'a 1951'de Emirdağ'da, bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul'da, Gençlik Rehberi adlı kitabı nedeniyle birer dava daha açılmıştır İstanbul'da yapılan duruşmada mahkeme lehte karar vererek davayı sonuca bağlamıştır
Ocak 1960'ta Ankara'ya girmesi polis tarafından engellenen Bediüzzaman buradan Isparta'ya gitmiştir Bu dönemde ağır hasta olan 83 yaşındaki Said Nursi, daha sonra talebeleriyle birlikte Urfa'ya gitmiştir Burada, yürüyemeyecek kadar rahatsız olan Said Nursi'nin yerleştiği otele gelen polisler, İçişleri Bakanının emriyle Bediüzzaman'ı Isparta'ya geri götürmeye çalışmışlardır Said Nursi bu baskılar sürerken Hakkın rahmetine kavuşmuştur
12/1/2007 - ABAPÜŞ-İ VELİ
Anadolu evliyasından İsmi Bali Mehmed Çelebi olup, Bali Sultan olarak da bilinir Germiyan şehzadelerinden Hızır Paşanın oğludur Dedesi süleyman Şah,Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Sultan Veled'in kızı Mutahhara Sultan ile evli olduğundan, soyu Mevlana hazretlerine ulaşır Babası ona, saltanat elbisesi yerine tarikat abası gydiği için "Abapüş-i Veli" lakabını vermiştir
Abapüş-i Veli, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı Kısa zamanda ilim tahsilini tamamladı Ahlak ve edep mümünesi idi Küçük yaşta Mevleviye tarikatı büyüklerinin manevi bakışlarına kavuştu İnsanlara doğru yolu göstermek üzere icazet, diploma aldı
Devrinin büyük alimleri ve devlet ileri gelenlerinin çoğu onun sohbetlerini takip ederlerdi Timur Han Afyon taraflarına geldiğinde onun bölgesine girmedi ve bazı ihsanlarda bulunmak isteyince "Bizim abamız, elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabul etmedi Timur Han Abapüş-i hakkında; "Böyle zatlar boş değildir Allahü tealadan başkasından ne korkarlari ne bir şey beklerler Şahların gönüllerindeonların heybeti,korkusu yer etmiştir " dedi
Abapüş-i Veli ömrünün sonlarını babasından kalan dergahında yanlız geçirdi Devamlı ibadetle meşgul olurdu Talebeleri ve sevenleri huzuruna gidip ders ve sohbetlerini dinler,ondan istifade ederlerdi Çeşitli zamanlarda insanlar arasına çıkıp, onlara Allahü tealanın emir veyasaklarını anlatır,herkesi iyiliğe teşvik ederdi
Vefatından önce kendi evine geçen Abapüş-i Veli,üç gün sonra 1485 (H 890) senesinde vefat etti Afyon/Karahisar Mevlevi Dergahının bahçesine defnedildi Definden sonra bazı haller görüldü Talebeleri bunları hocalarının kerameti olarak kabul ettiler Bu sırada sadece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu hallerin,talebeler tarafından uydurulduğunu,bunların aslının olmayacağı gibi sözler söyledi Ayrıca kabre inkar gözü ile baktığı anda,Allahü tealanın gazabına uğrayarakgözleri görmez oldu,dili tutuldu Baştan aşağıya kadar bütün vücudu titremeye başladı Bu hale yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette öldü Allahü tealanın evliyası hakkında uygunsuz konuşmanın,onu inkar etmenin cezasını hemen gördü
Abdurrahman es-Sufi
Abdurrahman es-Sûfi (903-986), Batlamyus'un Almagest'inden yararlanarak hazırlamış olduğu yıldız kataloğu ile tanınmıştır Bu katalogda, 48 yıldız takımında bulunan yıldızlar tanıtılmış, bunların gökyüzündeki konumları, parlaklıkları ve renkleri bildirildikten sonra, Almagest'te geçen yıldız isimlerinin Arapça karşılıkları verilerek, bu konuda Arapça'daki önemli bir boşluk doldurulmuştur
Abdurrahman es-Sûfi'nin önerdiği terimler, daha sonra Doğulu ve Batılı astronomlar tarafından kullanıldığı gibi, bunlardan 94'ü modern astronomi literatürüne de girmiştir 13 yüzyılda Castilla-Leon Kralı X Alfonso'nun hazırlattığı "Astronomi Bilgisi Kitabı" adlı 4 bölümden oluşan İspanyolca ansiklopedide, Abdurrahman es-Sûfi'nin bu eseriyle diğer Müslüman astronomlarından bazılarının eserlerinden yararlanılmıştır
Abdurrahman es-Sûfi, astronomi aletlerinin geliştirilmesinde de önemli hizmetlerde bulunmuştur Güneş'in yüksekliğini ölçmekte kullanılan usturlapların ölçme duyarlılığını arttırmış olduğu gibi, 10 kg ağırlığında gümüşten bir gök küresi yapmıştır Ayrıca 123 5 cm çaplı bir halka kullanarak ekliptiğin eğimini 23° 33'45''olarak tespit ettiği bildirilmektedir
|